Sosyal medyada, dijital birçok mecrada, okuduğumuz makalelerde, kitaplarda, dergilerde bireyselleşme ile alakalı birçok tespit ve çeşitli mülahazalar görüyoruz, dinliyoruz. Bireyselleşme bir sebep mi yoksa bir sonuç mu bunu pek tartışmıyoruz. Mesela bireysel büyüyen, eline telefon verilen ve kafasını kaldırmadan saatlerce bununla meşgul olmasına müsaade edilen çocukların “bireyselliği” bir sebep midir, bir sonuç mudur? Yahut bu çocuklar, gençler bireysel midir?
Veya konuyu iş hayatımızda, ikili ilişkilerimizde ele alırsak muhabbet ederken pek mutlu olduğumuz bir dostumuzla, kişisel menfaat devreye girdiğinde, o dostumuz için menfaatimizden vazgeçebiliyor muyuz? Buradaki bireysellik bir sebep mi, yoksa sonuç mu?
Yine sosyal medyada okuduğum bir yazıda bireyselleşmenin aslında iyi bir şey olduğundan “kutsal aile sınırlarını terk etmeden” kişilik kazanmanın imkânsız olduğundan bahsediyordu. Burada bahsedilen bireyselleşme kaygısı, “kutsal aile sınırlarını terk etme” isteği bir arayış mı yoksa kişisel menfaatimizi korumaktan mı ileri geliyor?
Şahsileşmekten, bireyselleşmekten anladığımız nedir peki? Bunu hiç sorguluyor muyuz?
Bireyselleşme dediğimiz kavram birey olma arayışının bir sonucudur. Kişinin kendi doğrusunu kendi fikrini kendi eksenini arayışıdır. Hayır, bu yazı “eskiden şöyleydi, şimdi böyle” yazısı değil. Eskiden de vardı bu bahsettiğimiz bireyselleşme. Biz günümüzde telefonlarımızın ekranlarında bir arayış içindeyken geçmişte insanlar yolculukta, kitaplarda, radyoda, çıkan yeni her şeyde arıyordu bunu. Bu şahsiyet arayışımız sürüyor ve sürecek.
Usta kalem merhum Sezai Karakoç “Herkes salonda toplansa da kimse evde değildir” sözleriyle bu bireyselleşme sürecini en basit ve en tesirli anlatımla özetliyor. Evimizin salonunu ikili ilişkilerimize benzetecek olursak Sezai Bey burada “kimse evde değildir” derken bu ikili ilişkilerdeki sığlığı anlatıyor. Konuşuyoruz, anlatıyoruz veya dinliyoruz ama fikrimiz yok. Duyduğumuzu, gördüğümüzü söylüyoruz. Birey değiliz, bireyseliz. Yahut düşünüp sorgulamadan kolay yoldan fikir edinebilmek için çıktığımız “kolay fikir” arayışımız sebebiyle “evden” uzak kalıyoruz. Karakoç’un evden kastı da insandır, gönüldür. Şöyle bir kronoloji uygulayabiliriz bu tarife:
Fikir edinebilmek, daha önce düşünülmüş şeylere, “kolay fikre” ulaşabilmek adına bir arayışa çıkıyoruz. Niyet itibariyle “salondayız” konuşuyoruz, insanlarla ilişkiler kuruyoruz. Ancak kendimize ait düşünerek sorgulayarak bulduğumuz, aklettiğimiz bir fikrimiz olmadığı için ne kadar salonda olsak da evde değiliz. Gönüldenliğimiz, derinliğimiz yok.
Salondayız ama birey olma arayışımız bizi “kutsal aile sınırlarının” dışına, evimizin dışına itiyor, menfaatimize itiyor.
Ben gelmedim dava için,
Benim işim sevi için
Dost'un evi gönüllerdir,
Gönüller yapmağa geldim.
Yunus Hazret’in bireyselleşmeden anladığı gönüldü mesela… Gönül arar, gönül yapar, gönül için yaşardı. Şahsiyeti gönüldü. Çok basit bir örnek verecek olursak dergahına eğri odun götürmeme fikrini, bu duruşunu birilerinden duyarak, bir yerden okuyarak veya sık sık tekrar edilen hamasi bir söylemin sonucu olarak değil, bizatihi gönül kavramının tezahürüyle bu derinlik sayesinde akletti. Elbette birey olarak sorumluluklarımızı yerine getirmemiz gerekiyor. Okumamız gerekiyor, öğrenmemiz, öğretmemiz gerekiyor, tecrübe edinmemiz gerekiyor. Birey olabilmemiz için düşünmemiz, sorgulamamız, karar vermemiz gerekiyor. Ama bu bireyselleşme modelinden gönül kavramını çıkardığımızda sığ, yavan, iletişimden uzak bir garabet çıkıyor ortaya.
Teknoloji kötü bir şey mi? Özden, gönülden koparmadığı, insanoğluna bahşedilen düşünme sorgulama kabiliyetine gem vurmadığı takdirde teknoloji kötü bir şey değil. Çocuklarımızı da bu öze uygun olarak yetiştirmeli, zombileştirmemeliyiz. Bu özden kopuşun tezahürü olarak bireyleşmenin değil bireyselleşmenin yaygınlaştığını görüyoruz.
Bir birey gibi fikrini söyleyemiyor gençler. Bireysel olarak dijital mecralardan işittiğini tekrar ediyor.
Telefon, teknoloji günümüzün yadsınamaz bir gerçeği. İnternetsiz, telefonsuz yaşam hepimizin kulağına ütopik geliyor ki bir o kadar da anlamsız, ruhbanca bir yaklaşım bu… Aksine dinimizin emrettiği üzere insan içine karışmalı, bu nimetlerin hepsinden layıkıyla faydalanmalıyız.
Bu gerçeği de göz önünde bulundurarak Yunus’un “dava” tabiriyle bahsettiği menfaat, bencillik kavgasından kurtulur gönlümüzle arar ve sorgularsak, dostun evinde hepimiz salonda buluruz kendimizi.
Asım Meğrili
Asım hocam ağzına gönlüne sağlık ☺️