Dostça bir koku taşır Şefii Kedkeni'nin şiirleri

Okuduğum ilk şiiri “İyi yolculuklar” ismini taşıyordu Şefii Kedkeni’nin. Şairi bu şiiriyle tanıdığımı söyleyebilirim. Tuhaf bir biçimde tek şiir bile bazen bir şairi sevmenize yetebiliyor. Bir şiir başka şiirlere doğru götüren dostça bir koku. Sevâl Günbal yazdı.

Dostça bir koku taşır Şefii Kedkeni'nin şiirleri

 

 

Okuduğum ilk şiiri İyi yolculuklar” ismini taşıyordu Şefii Kedkeni’nin. Şairi bu şiiriyle tanıdığımı söyleyebilirim. Tuhaf bir biçimde tek şiir bile bazen bir şairi sevmenize yetebiliyor. Bir şiir başka şiirlere doğru götüren dostça bir koku. Tıpkı yıllarca giydiğiniz bir elbisenin geçmişe götüren kokusu gibi. Bu elbisede size tanıdık gelen alışılmışlığı değil, üzerinize geçirdiğiniz her seferde sizden aldığını size geri veren, hatırlatan, çağrıştıran yakınlığı. Bazı şiirler bu yüzden tanıdık gelir ve sevilir. İran şair Şefii Kedkeni’nin şiirleri de bende bu izlenimi doğurdu. Şiirinden bir alıntıyla; ‘Akışının nağmesini gizleyen her pınara bir sitemdir,’ onun şiiri.

Yüzyıllar önce yine İranlı bir başka şair olan Feriüddin Attar’ın doğduğu topraklarda dünyaya geldi. 1939’da Nişabur Kedken doğumlu şair, önce Meşhed Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi. Özel hocalardan Arap dili ve edebiyatı dersleri aldı. 1965’te Tahran’a gelerek Fars dili ve edebiyatı alanında yüksek lisans ve doktora yaptı. Halen bu üniversitede öğretim üyesidir. Kedkeni’nin birçok şiir kitabı, araştırması, metin neşri ve tercümeleri bulunuyor.

Gözyaşının şairi

Şiiri, karmaşık arzu ve hayalleri, ahenkli bir dille ifade edilmesi olarak tanımlayan şair, şiirlerinde toplumsal konulara değinmekten kaçınmaz. Attâr’ın “Mantık’ut tayr”(Kuşların Dili)ını da neşreden şair, ilerlemiş yaşına rağmen oldukça üretkendir. Şiirlerinde “Sereşk” (gözyaşı) mahlasını kullanan şairin şiir kitapları şöyledir: “Muğliyan Irmağının Kokusu”,Nişâbur Sokaklarında”, Yaprağın Dili”,Varlık ve Söyleyiş”, “Dağ Ceylanının İkinci Binyılı”, “Yas Töreni”, “Yağmurlu Gecede Bir Ağaç GibiÖzellikle son zamanlarda tasavvuf üzerine çalışan Kedkeni, Avrupa dillerine çevrilen Mevlâna, Attar, Hayyam, Hâfız gibi klâsik dönem şairlerinin eserlerini içerik ve biçim yönünden incelemiş, bu konuda hakkı yenilemeyecek bir birikime ulaşmıştır.

Şiirleriyle tanıdığım bir insanı Tahran Üniversitesi’ndeki derslerine katılarak dinleme fırsatım oldu. Bu yazıdaki asıl maksadım da, bir günce tutar gibi samimi bir üslupla edebiyata ve hayata dair konuşan değerli hocayı biraz da olsa Türk okuyuculara tanıtabilmektir. Onu üniversitede ilk gördüğümde etrafında bir öğrenci güruhuyla Tahran Üniversitesi’nden çıkmaya çalışıyordu ama öğrenciler buna izin vermiyordu. Sonraki seferlerde bu görüntüye alışacak hatta ilk başta, “Ne yapıyor bunlar?” dediğim o öğrencilerin arasında ben de olacaktım. Derslerine kısık bir ses tonuyla başlayıp giderek artıran hocanın, iki saate yakın konuşmasına rağmen hiç sürçtüğünü görmedim. Sorulara da her zaman ilgiyle cevap verirdi. Üniversiteden ayrılması iki saatlik bir ders süresi kadardı. Bunda etrafını kuşatan öğrencilerin payı büyük. Tahran’dan ayrılırken ondan bana kalan birkaç şiir ve birkaç fotoğraf oldu. Bunlar belki de kısmen bugün paylaşılmayı bekliyordu.

Kişisel bir karşılaşma hikayesi

Henüz birinci sınıftayken daha Şefii Kedkeni kimdir bilmezken, bir kitaptan rastgele açıp okuduğum şiir, benim yolculuğumu başlatmıştı farkında olmadan. Oradan oraya göç eden, yersiz yurtsuz rüzgârdır “İyi yolculuklar” şiirinde adı geçen. Hiç sevilmemiş ya da hep dışlanmış, daha yetenekli ya da daha beyefendi ve kibar oldukları için çoğunluğun aşağıladığı, hor gördüğü Dostoyevski karakterleri gibidir. Hiç şüphesiz böyle birine isim verilmeye çalışılsa ona rüzgâr adı layık görülürdü. İsmiyle müsemma rüzgâr bebek (!) oradan oraya sürülmesi kaçınılmaz bir şahsiyet olurdu. Çocuklarına rüzgâr, fırtına, tufan gibi isimler vermekten hoşlanan aileler, ismin hoş tınısına mı kapılırlar bilinmez, ama neyse ki isimlerini zengin bir sözlükten seçtikleri yavrularının geleceklerini tayin etme şansına sahip değiller. Böyle bir alternatifleri olsaydı olacakları düşünemiyorum bile.

Konunun dışına çıktığımın farkındayım. Ama Laurence Sterne’nin “Tristram Shandy Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri” isimli kitabında da yazdığı gibi Konu dışına çıkışlar, hiç tartışmasız okumayı güneş gibi aydınlatır; onun canıdır, ruhudur. Özetle, rüzgârın kökleri toprağa sıkı sıkıya bağlı ağaçla konuşmasını okumak mı yoksa şiirin ahengi mi ya da ikisi birden mi bilemem, Kedkeni ne yapıp ne edip üzerimde derin bir tesir bırakmayı başarmıştı. Bir de bu şiirin İranlı sanatçı Zehra Jooyatarafından seslendirilişi var ki; bu da Farsça öğrenmek için etkili bir sebeptir.

 

“Kitre ağacı sordu rüzgâra

Nereye böyle aceleyle

Canım sıkıldı buradan

Seyahat etmek istemez misin sen de

Çölün bu tozlarından

Tek isteğim bu ama

Ne yapayım bağlı ayağım.

Nereye böyle aceleyle

Bu vatan dışında benim vatanım olacak herhangi bir yere

İyi yolculuklar sana

Ama Allah aşkına dostluğumuzun hatırı için

Sağ salim geçince bu dehşet çölünden

Selamımı söyle

Tomurcuklara, yağmura…” (“İyi Yolculuklar” isimli şiirinden. Çev: Prof. Dr. Ali Güzelyüz)

Basit ama derinde olanı söylemek

Görünürde bu şiir bu kadar bilindik bir tarzla yazılmış olmasına rağmen bu kadar etkili kılan neydi? Aslında şairin bu şiiri sehl-i mümteni denilen bir üslubu çağrıştırmaktadır. Yani söz olarak çok sade, herkesin yazabileceği bir şiir; ama ruh ve manâ olarak ise oldukça derin. Her elbiseden onlarca olmasına rağmen bir kişi de herkeste durduğu gibi durmuyor. Ben sehl-i mümteniyi böyle tanımlıyorum. Şairin diğer şiirlerini de inceleyecek olursak,Yaprağın dili” isimli şiirindeki ifadesiyle; “yapraksız bağın en yüksek dalında inleyen bir uykusuzdur,” o. Hemen hemen bütün modern Fars şiirinde gördüğümüz ifadeye Kedkeni de yer verir. İçten içe, bir kibirlenmeyle yalnızca kendinin uyanık olduğunu düşünür ve insanları uyandırmak için gecenin bir vakti kapılarını çalar. Haliyle kimse yirmi birinci yüzyılın derin uykusundan uyanmak istemez. Bunu fark eden şair, yenik ama gururlu ya Avrupa’ya, hatırlı medeniyete (!) gider ya da vatanında bir münzevi olarak kalır. Şefi Kedkeni, bu ikisi arasında bir şair. Bilinci halkının geçmişiyle dopdolu. Belki bu şekilde tanımlamak ya da sınıflandırmak doğru değil. Oysa herkesin fazlasıyla uyanık olduğunu bilmez bir yanıyla çocuksu şair. Şairin bilmediği ya da inanmak istemediği, halkın çoktan uyanmış olmasına rağmen hâlâ uyuyormuş gibi yapmasıdır:

“Uykudan uyanmamış filizlerine bağın,

Geleceğin ağaçlarına,

Duyuruncaya değin çığlığını, inle!

Orda kal ki aynalar, güller

Bu yağma günlerinin bütün ilencini

Senin çığlıklarından öğrensinler.” (“Bu Gecelerdeisimli şiirinden…)

Yankıisimli şiirinde “Sona geldik başlamadan/telek döktük uçamadan” diye korku duvarının ardından seslenir ozan. Bir tek aşkın bağışlamasını diler, çünkü geriye bir tek o kalmış gibidir. Bu şairin düşüncesidir elbette. Gerçekten bir tek aşk mı kaldı ya da şöyle soralım aşk kaldı mı? Çok klâsik bir sunu olsa da Feriüddin Attar’ın yaşadığı bir coğrafyadan çıkıp da aşkın yaşamadığını söylemek olmuyor. Ama bana kalırsa asıl o coğrafyada doğanın bunu söylemesi gerekiyor. Çünkü anlatılanın ardında bambaşka bir güzellik vardı. İşte biz bunu yitirdik.

 

Sevâl Günbal yazdı

 

YORUM EKLE