Dil bizim, lisan bizim, zeban bizimdir!

"Diller de hayat gibi beklenmedik sürprizlere, öngörülemez cilvelere açıktır ve hemen her dilde dilin verili ölçülerini ve kurallarını aşan unsurlarla karşılaşırız. Galat-ı meşhur lügatleri bile vardır." İbrahim Demirci yazdı.

Dil bizim, lisan bizim, zeban bizimdir!

Adımı İbrahim koymuşlar. “Bu cümlenin öznesi ne?” diye sorsanız bana “onlar” diyebilirim. “Onlar mı, onlar kim?” diye devam etseniz sormaya “Ailem”, “babam”, “annem”, “annem babam” gibi cevaplar verebilirim ama bunların doğruluğunu veya yanlışlığını kanıtlayacak bilgiden yoksunum. Bende böyle bir bilgi yok çünkü. Adımın İbrahim olmasını belki de ebem/ninem/babaannem istemiştir.

“Onlar mı, onlar kim?” yerine “Onlar mı, onlar ne?” diye sorsanız bana, “Onlar zamir, şahıs zamiri!”, “üçüncü çokluk şahıs zamiri” yahut “üçüncü çoğul kişi adılı” diyebilirim. Sonra da “çokluk” ile “çoğul” arasındaki fark veya “Güzelim ‘zamir’ varken ‘adıl’ neden ve nereden çıktı?” çevresinde uzun, upuzun bir tartışmaya başlayabiliriz. Başlarız başlamasına da biter mi, bitirebilir miyiz? İşte bunu bilmiyorum, bilemiyorum. Çünkü ülkemizde -belki başka ülkelerde de- yıllardır, on yıllardır, yüz yıllardır sürüyor bu tartışma ve gelecekte de devam etmesi kuvvetle muhtemeldir.

Tartmak, tartışmak iyidir diyebiliriz ama bu işi yaparken kullandığımız ve üzerinde mutabık kaldığımız ortak ölçülerimiz, kıstaslarımız, kıratlarımız, dirhemlerimiz, gramlarımız, okkalarımız var mı? Ölçü birimleri olmadan ölçme, tartı araçları olmadan tartma yapılabilir mi?

Dil dediğimiz sesli/sözlü iletişim aracı, kökenini ister evrimsel doğal süreçlere bağlayın, ister bu süreçleri de içeren yahut içermeyen Tanrısal bir kaynağa dayandırın, toplumsal kabullerle oluşan, gelişen, değişen, olgunlaşan, (çürüyen ve ölen) bir düzendir. Dil, insana/insanlığa tabiatın içinde vücut bulmasına ve hareket etmesine rağmen tabiatı değiştirme ve aşma kudretini sağlamıştır. Gelişmiş insan beynini ayrıcalıklı ve üstün kılan ana etkenin dil yetisi olduğu söylenebilir. İnsan eşref-i mahlûkat oluşunu hayvan-ı nâtık olmasına borçludur. Hayvan-ı nâtık: konuşan, muhakeme eden, logos sahibi canlı demektir.

Yerküreyi inceleme konusu edinen jeoloji veya canlıları inceleyen biyoloji milyonlarca yıllık bir geçmişten söz ederken insanlığın geçmişini araştırmaya çalışan tarih bilimi, kendisini dilin göstergesi olan yazı ile başlatmakta, yazı öncesi dönemi “prehistorya” (tarihöncesi) diye anmaktadır.

Tarih boyunca binlerce dil ortaya çıkmış, bunlardan pek azı yazı dili, devlet dili olabilmiş, daha da azı imparatorluk dili olmak talihine ermiştir. 

Edirneli Muhyî-i Gülşenî’nin Bâleybelen adını verdiği Türkçe-Arapça-Farsça temelli yapma diliyle Polonyalı Zamenhof’un Avrupa dillerine dayanan yapma dili Esperanto, tarih içinde ancak bir çeşit aydın fantezisi olarak yer bulabilmiştir.  

Yeri gelmişken şunu belirteyim: Diller de hayat gibi beklenmedik sürprizlere, öngörülemez cilvelere açıktır ve hemen her dilde dilin verili ölçülerini ve kurallarını aşan unsurlarla karşılaşırız. Galat-ı meşhur lügatleri bile vardır. Dilimizin geçmişinde Arapçanın etkisiyle “ayrıyeten” gibi bir kelime uydurulabilmiş ve bu kelimeyi “ayrıca” yerine kullananlar olmuştur. Yirmi birinci yüzyılda da Fransızcanın etkisiyle “formülize etmek, rutinize etmek” gibi Fransızcada olmayan kelimeleri uydurup bilimsel metinlerinde kullananlara rastlanmaktadır.     

Dillerin oluşması, çeşitlenmesi, lehçelere, şivelere, ağızlara ayrılması, giderek başka dillere dönüşmesi, pek çok etkene bağlı olarak gerçekleşmiş bir olgudur. Eski Türklerin “Gök Tanrı” inancı sandığım varsayımın temelinin Orhun Yazıtları’ndaki “kök tengri”ye dayandığını ve “kök tengri”nin anlamının “mavi gök” olduğunu öğrendiğimde şaşırmıştım. Demek ki atalarımızın “gök/sema” anlamında kullandığı “tengri” zamanla “Tanrı” (ilâh) anlamını kazanmış, yüzyıllar sonra Süleyman Çelebi, “Birdir Allah andan artuk tanrı yok” mısraını söyleyerek bir bakıma kelime-i tevhidi kendi diliyle tekrarlamıştır.

Her dil, özünde gelişme ve zenginleşme gücünü taşır. Dolayısıyla diller arasında üstünlük yarışı pek de anlamlı değildir. Hucurat suresinin 13. âyetinde “insanlar”a seslenen Allah, insanları “bir erkek ve bir dişi”den yarattığını bildirdikten sonra boylara, kabilelere ayırmasının sebebini “li-te’ârafû” kelimesiyle ifade etmektedir: bilişesiniz, tanışasınız diye. Yunus Emre, “Gelin tanış olalım / İşi kolay kılalım / Sevelim sevilelim / Dünya kimseye kalmaz” sözüyle bir bakıma bu ayeti yorumlamaktadır. Maurice Bucaille, Kur’an-ı Kerim’i Batı dillerine çeviren pek çok çevirmenin “Allah” lafzını aynen bırakarak okurlarının zihninde Allah’ın “yaratıcı/tanrı” kavramıyla değil de bir çeşit “put” gibi belirmesini istediklerini yazmıştı. Bu çeviri tutumunun tearufa, bilişmeye, tanışmaya hizmet etmediği çok açıktır.

Tanışmayı sağlaması, anlaşmayı kolaylaştırması, bilişmeyi geliştirmesi beklenen dillerin ayrışma, yabancılaşma, düşmanlaşma aracı kılınması, tarih boyunca bazen devlet otoritesiyle, bazen aydın, din adamı yahut tüccar sınıflarının kişisel yahut zümresel çıkarlarını pekiştirme hevesiyle karşımıza çıkmıştır.

“Germiyan Beyi, kendini medh eden Şeyhî’nin ne dediğini anlamadığı halde âdet diye dinler ve câize verirmiş. Bir gün huzûrunda saz çalan bir halk şâiri:

Benim devletlu sultanım akîbâtın hâyır olsun

Yidiğün bal ile kaymak, gezindiğün çâyır olsun

beytini terennüm etmiş, bu sözü anlayan Bey de pek hoşlanmış: ‘Söz dediğin böyle olur. Şeyhî gelir, söylenir durur, medh mi eder, zem mi eder anlamadığım halde dinlerim’ demiş.”

Tahirü’l-Mevlevî’nin Edebiyat Lügati adlı eserinin “kaside” maddesinden naklettiğim bu metin, ülkemizde dil ikiliğinin eski bir dert olduğunu göstermektedir.  

Doğrusu, konuşma diliyle yazı dili, halkın diliyle seçkinlerin dili arasında hatta çeşitli meslek mensupları arasında ayrılık her zaman olmuştur. Bu âdeta kaçınılmaz bir olgudur. Ayrılıkları çeşitlenme ve zenginlik olarak görmek, onları görmezden gelmeye yahut yok etmeye çalışmaktan daha sağlıklı ve verimli bir yol olsa gerektir. Çeşitliliği anlayışla karşılama hususunda Müslümanların daha esnek olmaları beklenir. Çünkü değişmezliğine ve bozulmazlığına Allah’ın güvence verdiği Kur’an-ı Kerim’in bile en az on çeşit kıraat tarzı vardır ve bunların her biri muteber ve muhteremdir.     

Unutulmaması gereken gerçeklerden biri de dilin bir göstergeler düzeni olduğudur. “Bal demekle ağız tatlanmaz” atasözü, bize balın kendisinin ve bal yemenin bal kelimesinden daha önemli ve öncelikli olduğunu hatırlatmaktadır.   

Mevlâna Mesnevi’de şu hikâyeyi anlatır:

Adamın biri, dört kişiye bir dirhem verdi. Adamlardan birisi “Ben bu parayı ‘engûr’ a vereceğim” dedi. Öbürü Araptı, Lâ dedi, “Ben ‘ineb’ isterim herif, engûr istemem.” Üçüncü Türk’tü, “Bu para benim” dedi, “Ben ineb istemem, üzüm isterim.” Dördüncü de Rum’du, dedi ki: “Bırak bu lâfları. Biz istafil isteriz.” Derken savaşa başladılar. Çünkü adların sırrından gafildiler. Ahmaklıktan birbirlerini yumruklamağa koyuldular. Bilgisizlikle dolu, bilgiden boş adamlardı bunlar. Sır sahibi, yüzlerce dil bilir, kadri yüce birisi orada olsaydı, onları uzlaştırırdı. Onlara, “Ben bu bir dirhemle hepinizin isteğini yerine getiririm. Gönlünüzü gıllügışsız bana teslim edin. Bu bir dirheminiz, sizin istediğiniz şeylerin hepsini yapar. Bir dirheminiz dört muradı da yerine getirir, dört düşman da uzlaşır, birliğe ulaşır, bir olur. Sizin sözleriniz savaşa, nifaka sebep olur. Fakat benim sözüm, sizleri birleştirir. Siz susun, dinleyin de konuşma hususunda diliniz ben olayım. Sizin sözünüz yüz türlüdür, eseriyse ancak savaş ve kızgınlıktan ibaret. İğreti hararetin tesiri yoktur. Fakat insanın kendisinden olan hararet müessirdir. (Mesnevi, c. II, s. 283-284, MEB, İstanbul, 1991)     

Ziya Gökalp, “Sanat” adlı manzumesinde şöyle der:

Aruz sizin olsun, hece bizimdir,

Halkın söylediği Türkçe bizimdir,

“Leyl” sizin, “şeb” sizin, “gece” bizimdir,

Değildir bir mana üç ada muhtaç.

Bir mana üç ada muhtaç olmayabilir ama biz “Leyle-i Kadr”e de muhtacız, “şeb-i yeldâ”ya da. Dilinde “ana” kelimesi varken bir de “anne”ye ihtiyaç duyan ve onu kucaklayan atalarımızı bununla yetinmeyip Arapçadan “vâlide”yi, Farsçadan “mâder”i de dilerine ve edebiyatlarına kattıkları için kınamak, hele suçlamak bana tuhaf ve anlamsız görünüyor. Devlet zoruyla “ulus” yaratmak isteyenlerin ezanın dilini bile değiştirmeye kalkışmaları ve bunu zorbalıkla on sekiz yıl uygulamaları yahut milyonlarca vatandaşın konuştuğu Kürtçeye “bilinmeyen bir dil” demeleri, tuhaf ve anlamsızın ötesinde bir kötülük ve şiddet içermektedir.

İbrahim Demirci

Kaynak: İnsicam Dergisi, 0cak 2022

YORUM EKLE

banner36