Malum olduğu üzere telefon, televizyon ve tablet gibi elektronik cihazlar, hayatımızın ayrılmaz parçası hâline gelmiş durumda. Her ne kadar bu durumdan geri dönüşün olmadığını biliyor olsak da, günlük sohbetlerimizde bu cihazların insanları birbirinden uzaklaştığına dair serzenişler duyarız.
Ancak elektronik cihazların hayatımız üzerindeki etkileri bununla sınırlı değil.
Nitekim modernitenin fikri temellerine yönelik esaslı eleştirileriyle tanınan Andreas Kinneging, elektronik cihazlarla birlikte ekranın, medeniyetlerin temelini oluşturan yazının yerine geçtiğini savunur. Yazının sahip olduğu değeri kaybetmesi, insanlık açısından büyük bir değişimin yaşandığını gösterir.
Zira insanlığın asırlar boyunca en temel bilgi edinme aracı, kitap idi. Bunun yanında kitap, bilginin muhafazası ve geleceğe aktarımını da sağlıyordu. Şimdi, bugün bilgiyi muhafaza etmek ve geleceğe taşımak için farklı imkanlara sahip olduğumuzu biliyoruz. Dahası, bu konuda bizden öncekilerden de daha şanslı olduğumuzu söyleyebiliriz. Örneğin eski zamanlarda bir kütüphanenin yanmasıyla bilgi yok olabiliyor iken, bugün bilgiyi farklı yollarla hızlıca kopyalama imkanına sahibiz.
Ne var ki bilginin muhafazası ve aktarımına ilişkin imkanların gelişmiş olması, yazı ve kitabı gereksiz kılmaz, hatta daha da önemli kılar.
Şimdi bu konuyu biraz daha açalım.
Hepimizin bildiği üzere, insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerinden birisi, insanın akla sahip olduğu için düşünebilmesi ve bunun sonucunda irade sahibi olmasıdır. Tam da bu noktada, gözden kaçırılan bir hususa dikkat çekmek istiyorum. O da elektronik cihazların düşünme yetimiz üzerindeki olumsuz etkisidir.
Ekran ve yazının insanın düşünme yetisine olan katkısı arasında bir karşılaştırma yaptığımızda, konu netleşecektir.
Film ya da dizi izleyen kişi, ekranda gerçek dünyayı değil, gerçeğin yansımalarını görür. Çizgi film izleyen ise yansımanın yansımasına bakar. Aynı durum elektronik cihazlarda oynanan oyunlar için de geçerlidir. Şu halde ekranlarda gördüğümüz insan, çiçek, ağaç, hayvan ya da araba, gerçek dünyada gördüğümüz şeylerin birer yansımasından ibarettir. Kinneging, bu durumun insanın ilkelleştirdiğini savunur. Zira hayatı ekrandaki görüntülere bakmakla geçen insanın ufku ve hayal gücü, artık o görüntülerle sınırlı hâle gelir.
Oysa yazı, ekrandan farklı olarak, insana soyut düşünebilme yetisini kazandırır. Soyut düşüncenin önemini anlamak için hayatımızın her alanında yer alan değerlere kısaca göz atarak öğrenebiliriz. Mesela bu bağlamda devlet idaresinin temel değerlerinden olan şeffaflık ve adaleti düşünebiliriz. Ya da evliliğin ayakta durabilmesi için olmazsa olmazlardan olan sadakat ve sevgiyi. Yahut güzel ahlâk olarak kabul edilen cömertlik ve tevazu için ne demeli? Burada zikredilen değerler, elle tutulacak ve satın alınabilecek maddi nesneler değildir. Bu değerleri beş duyu organı ile algılayamadığımız için, bu değerleri ekranda birer görüntü olarak görme imkanına sahip değiliz.
Kimi zaman bazı dizilerin önemli gördüğümüz değerleri tahrif ettiğini söyleriz. Ya da bir devlet kurumunun adil kararlar almadığından şikayet ederiz. Veya birisini cömert ve cesur olarak niteleriz. Burada verilen hükümlerin tamamı, bir ölçüye dayanır. Bu ölçünün elle tutulamıyor olması; yani soyut olması, ölçüyü ve dolayısıyla değerleri diri tutar, zengin içeriğe sahip olmasına yol açar ve muhafaza edilmesini sağlar.
Diri tutar, çünkü değerler değişmez bir öze sahiptir. Zengin içeriğe sahiptir, çünkü değerin değişmez özü, şartlara göre farklı şekillerde yorumlanabilir. Bunun yanında değerlerin soyut olması, o değerlerin birileri tarafından imha edilmesini önler. Bu da değerlerin muhafaza edilmesini sağlar.
Fakat bu değerlerin soyut olması, bu değerlerin zihinlerde saklı kalması gerektiği anlamını taşımaz. Bilakis, bu değerler hayata taşındığı takdirde anlam kazanır. Bunun için tarih boyunca insanlara önderlik yapanlar, bu değerleri farklı yöntemler üzerinden insanlara aktarmışlardır. Bu bağlamda başvurulan en etkili yöntemlerden birisi tahkiye; yani hikâye anlatma sanatıdır. İbrahim Kalın’ın işaret ettiği üzere tahkiye sanatı, soyut değerlerin gerçek ve somut olduğunu göstermeyi amaçlar. Bununla beraber tahkiye sanatı, insanın hayal gücüne hitap ederek onların akli ve ahlaki melekelerini harekete geçirmeyi hedefler.
Dikkatli incelenecek olursa, bizim geleneğimizde ortaya çıkan tahkiye sanatının temeli Kur’an ve Sünnet’e dayandığı görülecektir. Zaten Kur’an’da kıssalara sıkca yer verilmiş olması dikkate değer değil midir? Zira Kur’an’da yer verilen peygamber kıssaları ve kavimlerin hikâyeleri gibi konular, tarihi bir olay olmaktan ziyade ders ve ibret olarak aktarılmasının elbette bir hikmeti vardır. Şu halde tahkiye sanatının amacı, tarihi olayları gelişigüzel anlatmak veya insanları eğlendirmek değildir, aksine insanın aklına ve kalbine hitap ederek fıtratına uygun bir varlık haline gelmesine katkı sunmaktır.
Günümüze geldiğimizde, hikâye anlatma, dinleme, okuma ve en önemlisi de anlama konusunda ciddi sorunlar yaşandığını söylemek mübalağa olmaz. Bu durumun temelinde, tahkiye sanatına gereken önemin verilmemesi yatmaktadır. Peki bunun nedenleri ne olabilir?
Bunun için öncelikle Batı’daki gelişmelere kısaca göz atmamız gerekecek.
Bilindiği üzere, modernitenin temel iddialarından birisi, insanlığı akıl dışındaki bütün otoritelerin ‘zincirlerinden’ kurtarmak olmuştur. Aklın kutsallaştırıldığı bir yerde, Batı’nın tarihsel gelişimi içerisinde ortaya çıkmış mitoloji ve hikâyelerin safsata olarak kabul görmesi şaşırtıcı değildir. Dolayısıyla Batı bizden daha önce, kendi kadim hikâyelerine sırt çevirmiştir. Bu durumla ilgili Erich Fromm, önemli bir tespitte bulunur. Fromm, on dokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılın başlarında Batı’da mitolojilere ilişkin iki farklı yaklaşımın olduğunu söyler. Birinci yaklaşıma göre mitolojiler, aydınlanmamış aklın ve bilimden habersiz zihnin uydurmalarından ibarettir. İkinci yaklaşıma göre mitolojiler, tarihte gerçekten vuku bulmuş olayların yazıya dökülmüş halidir. Şu halde birinci yaklaşımı modernist, ikinci yaklaşımı geleneksel olarak nitelendirebiliriz.
Bizim gibi modernite ile geç karşılaşmış toplumlarda da benzer yaklaşımları görmek mümkün. Bizde de benzer bir şekilde bazı çevrelerin hurafe ya da başka gerekçelerle kadim hikâyeleri değersizleştirmeye gayret ettiğini görmekteyiz. Bu yaklaşımın tam karşısında duranlar ise bu hikâyeleri tarihi gerçeklik gibi okumaktadır.
Fromm bu değerlendirmeyi yaptığı dönemde – ki Fromm 1980 yılında ölmüştür – cep telefonları halk arasında kullanılmıyordu bile. Demem o ki Batı’da aklın kutsallaştırılması sonucunda mitoloji ve hikâyelerin değer kaybetmesinin üstüne bir de günümüzde elektronik cihazların düşünme yetisi üzerindeki olumsuz etkileri eklenmiştir. Zira hayal gücünün görüntülerle sınırlı olan bir kişinin, bırakın kadim hikâyeleri anlamaya gayret etmesi, hikâyelere ilgi duyması bile beklenmesi zordur.
Öte yandan hikâyelere olan ilginin azalmış olması, hikâyelerin değerini kaybetmesine yol açmaz. Aksine biz, bundan gafil olsak bile hikâyeler özünde değerlidir. Mahmud Erol Kılıç’ın dilinden konuşacak olursak insanlık, mekan ve zamanın farklılaştıramadığı ihtiyaçlarda buluşan ve benzeşen insanlardan oluşmaktadır. İnsanların Doğu ve Batı’da yaşıyor olması, onların ölüm, acı, endişe ve aşk gbi aynı duygu ve halleri yaşıyor olmalarını engellemez. İnsanların değişmeyen ihtiyaç ve duyguları var olduğu için, kendisinin hayal gücüne hitap eden ve değerleri onlara anlatacak hikâyelere ihtiyaç duymaya devam edecektir.
Hikâyeleri gerçek mânâsıyla anlamak için ise ne hikâyeleri hurafe gerekçesiyle reddetmeliyiz ne de hikâyeleri tarih kitabı olarak okumalıyız. Bunun yerine hikâyelere ilişkin anlam merkezli bir yaklaşıma sahip olmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu bağlamda Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Yusuf ile Züleyha, Mevlana’nın Mesnevi’sindeki hikâyeler, hatta Nasreddin hocanın fıkralarındaki odak noktamız, bu hikâyelerde verilen mesaj olmalıdır.
***
Son yıllarda kıtlık korkusuyla zaman zaman bazı gıdaların stoklandığını görüyoruz. Bununla ilgili Fars edebiyatının zirve isimlerinden olan Sadi’nin güzel bir hikâyesini paylaşmak istiyorum.
Şam’da yaşanmış büyük bir kıtlıktan bahseden Sadi, o günlerde normal zamanlarda hâli vakti yerinde olan, fakat kıtlık döneminde bir deri bir kemik kalan bir dostuyla karşılaştığını söyler. Bu duruma çok şaşıran Sadi, dostuna bu hâlinin sebebini sorar. Dostu şöyle der:
‘İnsan sahilde bile olsa dostları denizde batarken rahat edemez. Benim yüzüm sanma ki gıdasızlıktan sarardı, onu sarartan fakirlerin ıstırabıdır. Akıllı adam ne kendi bedeninde ne de başkalarında yara görmek ister. Allah’a şükür kendim muhtaç değilim, fakat bugün bütün bir memleket aç. Yaram yok ama başkalarında yara görünce vücudum titriyor. Hastanın başında bekleyen sağlıklı kişinin keyifli olması mümkün mü? Fakirler, miskinler aç olunca benim her yediğim lokma zehir kesilir. Dostları hapishanedeyken kişi güllük güneşlik bir bahçede nasıl eğlenebilir?'
Talha Yıldız