Bize lazım olan esaslı bir karşı duruştur

Bugün sanat, dünyanın ruhsuzluğunu, tükenmişliğini ve anlamsızlığını sergiliyor. Sokaklardan işyerlerine kalabalık bir ruhsuzluk ve anlam boşluğuyla karşı karşıyayız. Seval Günbal yazdı.

Bize lazım olan esaslı bir karşı duruştur

Bugün müzeye, sergiye gittiğinizde “Bu ne?” dediğiniz olmuştur. Anlamdan ve estetik ölçütten uzak , “Ne olsa gider…” tarzda işler görüyoruz. Herkeste eserin arkasındaki anlamı görememenin verdiği bir suçluluk duygusu: “Ben sanattan anlamıyor muyum? O kadar sanat tarihi kitabı okudum. Sanatçı burada ne anlatmaya çalışmış. Herkes nasıl da uzun uzun bakıyor, neye bakıyorlar?” Çağdaş sanat işte tam da bu görüşte olanların duygularından hareketle bir çıkarımda bulunuyor. Yani sizi, bizi kullanıyor. Tabi bunun farkında olanlar sunulan çalışmayı sanki hiç oralı değilmiş gibi bir bilimsellikle inceliyor.

Bugün sanat, dünyanın ruhsuzluğunu, tükenmişliğini ve anlamsızlığını sergiliyor. Sokaklardan işyerlerine kalabalık bir ruhsuzluk ve anlam boşluğuyla karşı karşıyayız. Modern düşüncenin üç temel eğilimi olan politika, cinsellik ve estetik batının modernleşmesinin aracı olarak sonuna kadar kullanılmış durumda. Sonuç: Hayal kırıklığı. Modernleşme gidebileceği son noktada yeni arayışlar içinde debelenirken vardığı radde anlamın anlamsızlaştırılması oldu.

Sanat artık, birey için değil, kitleler için üretilen imgeler piyasasındaki endüstriyel bir ürün haline dönüştü

Süreyya Su, ‘Çağdaş Sanatın Felsefi Söylemi’ isimli kitabında tam da bu konuya, sanatın bugün geldiği noktaya değiniyor. Geçmişten günümüze sanatın gelişimini ve farklı sanat akımlarını kitabında inceleyen Su, günümüz düşünürlerinin konuya dair önemli tespitlerine de yer veriyor. Süreyya Su, daha önceden farklı dergilerde yayımladığı makalelerini bu kitapta bir araya getirmiş. Kitap, akıcı bir üsluba sahip. Barok, sonsuza giden kıvrım, estetiğin yapı bozumu ve avangard sanat, aydınlanma, kültür endüstrisi ve sanat, modernlik, kent ve sanat, fotoğraf ve sanat kitapta yer alan dikkat çekici makalelerden sadece bir kaçı.

Yazar, kitabın önsözünde ünlü edebiyat kuramcısı Terry Eagleton’ın ‘Estetiğin İdeolojisi’ isimli kitabına atıfta bulunarak 18. yüzyılın ortalarında estetiğin ilk kez yürürlüğe koyduğu ayrımın, sanat ile hayat arasındaki ayrımdan çok maddi olan ile maddi olmayan arasındaki ayrım olduğunu söyler.

Çağdaş sanat, duyusal alanın estetik akıl tarafından tahakküm altına alınmasına karşı bir eleştiri olarak doğmuştur. Eleştirel teoriye göre, sanatın, düzen karşısında radikal bir değişimi temsil etmesi, özgürlükçü ve muhalif oluşu ona devrimci niteliğini veren özelliklerdir. Sanatın her dalı özgürleştirici bir deneyimin nesnesi olabilir. Eleştirel teoride sanat, toplumsal ilişkilerden bağımsız olarak, hem bu ilişkilere başkaldırma hem de onları aşma potansiyeli taşır. Bu da sanatın politik ifade becerisini doğurur. Rasyonel olma amacı gütmeyen çağdaş sanat, aklı şaşırtmak ve hayrete düşürmekten hoşlanır. Buraya kadar çağdaş sanatın iyimser bir amaç taşıdığını görüyoruz. Anlamlardan ve sınırlamalardan sıkılan insanlık, kendine sanat aracılığıyla yeni yollar arar. Tabi, iş sanıldığı kadar basit değildir. Maalesef bugün sanatın geldiği nokta bir bakıma ‘Yaptım oldu’ değil midir?

Diğer bir yandan çağdaş sanat, anlamın ertelenmesi, sürekli yorumlama, yalnızlık ve yurtsuzluk duygusuyla ilgilenen, salt yinelemeye dönük bir oyundur. Çağdaş sanat bu yönüyle asıl amacı olan müzenin duvarlarını yıkıp sanatı halka, sokağa taşıma amacına ne kadar yaklaşabildi bu sorgulanabilir ama sanatın politik gücü asla göz ardı edilemez bir durum teşkil ediyor. Bu yüzden yetişecek olan sanatçıların önemine, hakikatin sınayıcısı olan ruha inandığım kadar inanıyorum. Sanatı hiçe saymanınsa ancak çürümeden doğabileceğine de. Çünkü baktığınız zaman şimdilerde harabat ehlinden sayılan, artık kadim diyebileceğimiz devirlerde bugün yaşadığımız semtlerin çoğunda mezarlarından tutun da okullarına kadar hep bir sanat eseri hâkimdi. Şahidim; yıkıntılar.

Çağdaş sanatın asıl amacı haz vermek değil, eleştirmek ve rahatsız etmektir

Süreyya Su, kitabında Barok’un doğuşuna, beden ve ruh ikilemine, avangard ve postmodernist sanata yer veriyor. Leibniz ve Baudrillard’ın görüşlerine de değindiği bölümlerde özgürlük ve görüntü bolluğuna işaret ediyor. Sanatın ruhunun yok edildiğini, görülecek hiçbir şeyin olmadığı bir görüntü bolluğu üretenlerden olduğumuzu, en müstehcen şeyin bile müzelik bir hal aldığını söylüyor bize Baudrillard. Haksız da sayılmaz. Giderek özden çok şekle ağırlık verişimiz sanata da yansıdı. Unutarak ilerliyoruz, felsefeyi sadece bir unutma aracı olarak kullanıyor ve ilerlemek için ilerliyoruz. Neyse ki Heiddegger gidişata karşı. Düşünmeyi yolda olmak olarak değerlendiriyor Heiddegger. Felsefi bir artistlik olarak değil, aklı önden yürüten bir felsefe olarak hiç değil, bir hatırlayış olarak düşünce. Sahici düşünme, varlığı hatırlamayı gerektirir.

Heiddegger’e göre modern teknolojinin esası çerçevelemedir. Doğayı çerçeveye alma ya da tablolaştırma, var olanları insanın emrine amade halde bekler kılmaya karşılık gelir,” diyor Heiddegger. Her şey çerçeveye dâhildir ve çerçeveyi çizen nasıl çizmişse onun dışına çıkmanıza imkân yoktur. Buradaki asıl sıkıntı bence neyle ilgilendiğimiz. Çerçeveyi çizenin kim olduğuyla mı yoksa çerçevenin nasıl olduğuyla mı? İkisinin birlikte bir ilgiyi doğurması da mümkün. Yani çerçevenin içine girince dıştan ya da profilden bakıldığında nasıl durduğumuzla mı daha çok ilgileniyoruz yoksa çerçeveyi kendimizce yeniden tarif etmekle mi? İşte Süreyya Su, kitabında Heiddegger’in tam da bu noktada kendini olduğu gibi ortaya koyacak imkân bulamayan varlığın yersiz yurtsuz kaldığı görüşüne yer veriyor. Çağdaş sanatın bugün en çok kullandığı imgelerden biri olarak yurtsuzluk, vatansızlık, yalnızlık.

“Dünyayı algılayış ve hayatı sürüş şekline tamamen işlemiş olan bu çerçevelenme olgusunun aşılması için sadece sanat bir rol oynayabilir.” Teknoloji çağında sanatı kurtarıcı bir güç olarak görür Heiddegger. Sanat, insanı yersiz yurtsuzluğa karşı nasıl korur, korur mu bilemiyorum. Belki uyarır, farklı bir hayat imkânını açığa çıkararak bu işlevini yerine getirir. Ama bugün sanattan beklenen, yapılandan daha fazlası. En azından ben kendi adıma daha nitelikli yapıtları özlüyorum. Burada da çağdaş sanatın asıl karşı çıktığı şeyle yüz yüze kalıyorum: “Nitelik nedir, belirleyici ölçütler nelerdir? Her neyse biz bunları yıkıyoruz.” Tamam, ama yerine ne kuruyorsunuz, kendinizi ve sanatınızı nasıl tanımlıyorsunuz. İşin sonunda sanatınızla karşı çıktığınız değere, ritüele, sanat gümrüğüne dönüşme olasılığınız da var.

Bugünkü hedef belki de ne olduğumu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir

Benim kitaptan aldığım bazı notlar, altını kalın kalın çizdiğim yerler var. Örneğin, ‘Yaşama sanatı olarak etik’ başlıklı makalede Foucault’nun ‘kendine özen gösterme’ düşüncesi araştırılması gereken noktalardan biri. Foucault’nun son derslerinin ana konusu da olan kendine özen gösterme tek başına değil, bir mürşitle olabilecek bir şey. İnsanın kendine özen göstermesi ilk anda çoğunun aklına ilk gelen şekliyle dış görünüşe özen gösterme değil elbette. Kendine özen gösterme, ruhu terbiye etme aracı olarak insanın kendisiyle uğraşmasıdır. “Asıl eğitim, insanın kendisi hakkındaki hakikati keşfetmesiyle ilgilidir. Bu da hangi eğitimi almak gerektiği ile ilgili değil, nasıl bir eğitim almak gerektiği ile ilgilidir. Bu da rehberlik sorununu doğurur,” diyor Foucault.

Süreyya Su, kitabında Foucault’nun kendine özen gösterme (kendilik kaygısı) ile ilgili olarak ‘sanatsal yaratıcılık’ı benimsediğini aktarır. Foucault’ya göre; çarpıcı nokta bugün sanatın bireylerle ya da yaşamla değil, sadece nesnelerle ilintili bir şey haline gelmiş olmasıdır. Diğer bir bakış açısıyla sanatın artistlerden oluşan uzmanlar tarafından yapılması. Foucault, herkesin yaşamı bir sanat eserine dönüştürülemez mi diye soruyor. Buradaki asıl soruyu kaçırmadan bence bir an önce ruha dönmek gerekiyor. Çünkü anlama çizgimizin çizdiği sınır ölçüsünce bir masa, bir pisuar sanat eserine dönüşebiliyorken, ruhumuz çoğunluğun tahakkümü altında kalıyor. Onu iyileştirmeye yönelik her çabamız modernitenin araçlarına takılıyor. Sokrates’in yaşamı, Sokrates’in yapıtıyken bizim yapıtımız ne olacak? Ancak kendi nefsimizi idare edebildiğimiz anda gerçek bir sanat yapıtı ortaya çıkarabileceğiz. Çünkü kendi benliğini en iyi kuran kişi, en iyi sanatı da kendi adına ve toplum adına yapmıştır zaten. Bu açıdan bakılsa da bakılmasa da sanatın gerçekten yüksek bir ruhun işi olduğu gerçeği ortaya çıkıyor, yüksek bir meblağın değil.

 

Sevâl Günbal yazdı

YORUM EKLE