Uzlet kelimesi Arapça yalnızlık, köşesine çekilmek anlamına geliyor. Tasavvuf geleneğimizin en kibar hasletlerinden birini teşkil ediyor. Yüce bir el çekmedir uzlet. Gündelik telaşlardan, dünyevi hesaplardan el çekersin ve kendi içine dönersin. Çünkü baş etmen gereken esas belâ, azılı düşmanın, ilk ödevin ve tek kurtuluş yolun içini güzelleştirmektir. Allah kulunun kalbine, kalbinin atış hızından fazla kez bakarmış. Ne mutlu her bakışta kalbi Hakk için atanlara. Biz o nazargahı güzelleştirmedikten sonra neyi başardığımızın ne önemi kalıyor ki? Dünya da iyilik yapılır, umulur ki ya iyilik yaptıkların dua eder ya da Yüce Rabbin yaptığının yüzü suyu hürmetine senin ayaklarını doğru yol üzere bastırır. İmanım kavi. Son nefeste imanla giden kurtuldu, gayrısı helak oldu.
Kalbi bir havuza benzetebiliriz. Bu havuz bizim geniş gönüllüğümüz nispetinde büyüktür. Yolun başındaki ortalama bir âdem evladının havuzuna beş kaynaktan su aktığını var sayalım. Bu beş kaynaktan dördü kirli biri temiz ise o su pistir. Dördü temiz biri kirliyse de o su yine pistir. Çünkü havuz küçüktür ve kirlenmesi kolaydır. Burada can simidi olarak sarılacağımız şey uzlettir. Tüm kaynakları kapatırsak suyu arıtmak için bir şansımız olur. Aksi hâlde bir bocalamayla ömrü heba etmesi işten değildir. Gazali dahi ihyasının bir bölümünü yalnızlığa övgüye ayırmıştır. Bu kitabın sonunda kim nefsiyle mücadele halinde ölürse şehittir der. Çünkü büyük cihad kişinin kendine karşı verdiği savaştır. Küçük savaşta ölen şehit ise büyükte ölen de şehittir.
İmtihanların en ağırlarıyla sınanmış olanlar hep yalnız kalmışlardır. Biz onların yalnızlıklarına dışardan bakıp üzülürüz. Meryem, halkı tarafından hor görüldüğünde yalnızdır. Yusuf kuyuya atıldığında yalnızdır. Yunus balığın karnında yalnızdır. Zekeriya ağacın kavuğunda yalnızdır. Adem babamız iki yüz sene tevbesinde yalnızdır. Onlar yalnızlıklarını tuğla tuğla örüp bir uzlet kalesi inşa ettiler. Ve bu kaleyle büyük cihadda muzaffer oldular.
Kuran-ı Kerim’de buyrulur: “Ve sizi ve Allah'tan başka tapındıklarınızı bırakıp çekiliyorum ve Rabbime dua ediyorum. Umulur ki, Rabbime dua ile bedbaht olmam.” (Meryem, 48)
Allah (c.c.) Hz. Meryem’in duasını kabul etmiş ve bizlere örnek olarak ayet halinde indirmiştir. Yalnızca bu kabul bile yalnızlığın ne denli övgüye layık olduğunu göstermeye yeter.
Menkıbelerimiz sadece dünyadan el çekmenin kemale ulaşmaya yetmeyeceğini, insanlardan da ümidin tamamen kesilmesi gerektiğini anlatırlar. Kalenderlik güzeldir ama aldatıcıdır. Talibe yetmemelidir.
“Ummak bir ummandır”
Eşrefoğlu nam veli medresede talebedir. Gönlü tasavvufa meyleder. Gider bir abdala istidadını tarttırır. Abdalın yol vermesiyle medreseye dönüp neyi var neyi yoksa dağıtır. Dünyadan geçmiştir ama yetmez. Ona bir öğretmen bir kılavuz lazımdır. Bursa’dan Ankara’ya gönderilir. Hacı Bayram-ı Veli’nin tekkesinin tuvaletlerini temizler, cemaatine imamlık eder, yolda ilerler. Hatta Hacı Bayram gözünün nuru kızını bu talebesine gelin eder. Sancak ve icazet verir. Memleketine gönderir. Ama Eşrefoğlu bir fırında henüz pişmemiştir. Yalnızlığın fırını. O geri gelir Şeyhinin dizinin dibine. Şeyhi onu erbaine alır. Kırkı çıkınca güneye gönderir. Hama’da onu bir kırk daha bekliyordur. O kırkını da çıkarır. Bir icazette Kadiri yolundan aldıktan sonra İznik’e geri döner. İznik’te horlanır çünkü insanlarla işi yoktur. Ta ki Hama’dan bir yolcu İznik’e uğrayana kadar. İzniklileri uyandırır ama Eşrefoğlu’nun huzurunu kaçırır. O yine uzlete, dağlara çekilir. Ta ki ilk müridi onu bir kaçak zannedip ödül hevesiyle yakalayana kadar. Yalnızlığını tuğla tuğla örmüş, büyük cihaddan zaferle ayrılmış bir kahraman daha. Kendilerine kale belledikleri yalnızlıklarıyla.
Çağın insanı deliren kapitalizmle metropol adını verdiği şehirlere doldu. Sadece bu yoğunluk bile insanların iç âleminde onulmaz yaralar açtı. Çünkü aramamız gereken çokluk değildi. Buna reddiyeler getirdi, doğaya kaçan bir insan modeli geliştirdi. Yalnız kalamayan kendini dinleyemeyen insanın kendi oluşunda da arazlar ortaya çıkmıştı. İlk gençlik yıllarımda izlediğim bir film vardı: “İnto the Wild”. Sistemin dayatmalarını umursamayıp kendini vahşi doğa da insanlardan yüzlerce kilometre uzakta arayan bir Amerikalının hikayesi. Arayışındaki samimiyet insanı sarıyor. Ne aradığını bilmese de.
Taşrada kalan küçük nüfus kümelerine nüfuz etmedi mi peki bu delilik. Birbirinden güzel ovalardaki, köylerdeki insanların gözü kendi sahip olduklarında değil bu şişirilmiş hormonlu metropollerde. Her hanenin içine açılmış cinnet pencerelerinden yalnız kalma ihtimalleri tüketiliyor. Tükenmekte olan ümitlerimizle ve antidepresan haplarımızla. Yine de “Ummak bir ummandır.”[1]
Kendimizi kalabalık caddelere de gömsek, en kalabalık etkinliklerde de zaman tüketsek bir ıssızlık diyarı olan bu dünyada ıssımızı yalnız kalmadan bulamayacağız. Issımızın tecelligâhı içimizde. Yetmiş bin perdenin altında. O perdeleri açmaya güç yetirecekte bizden başka kimse yok. Ya yalnız kalıp kendimiz olacağız. Ya da çağın etiketli, seri üretim bir mamulü. Ya uzlette kendimizi bulacağız. Ya da alış veriş merkezlerinde ederimizi. Seçim basit evet. Seçmek zor.
“Rabbim bu sonsuzluk ve onun tadı...” [2]
Muhammed Emin Avcı
harika bir yazı olmuş.okurken okuyana çok şey katan düşündüren yazıları çok severim....eline sağlık yalnızlığımızın farkında olmamızı sağlayan, özümüzü aslında yalnızlığımızda bulabileceğimizin yolun gösteren harika bir yazı olmuş