Vasfi Mahir Kocatürk’ün hazırladığı, muhtevasında onlarca divan şairini bulunduran Divan Şiiri Antolojisi, Edebiyat Yayınevi tarafından 1963 yılında basılıyor. Latin harfleriyle basılan eser, okura, divan şiirinin yüzyıllar içindeki silsilesini sunarken, kitapta bu nurlu silsilenin ilk halkasını 13. yüzyılda Mevlânâ, son halkasını ise 20. yüzyılda Yahya Kemal ile oluşturuyor. Halkaya Mehmet Akif Ersoy’un neden alınmadığı, bir başka yazımızda işlemek ve incelemek ve hakkı teslim etmek üzere zihnimizdeki yerini alıyor.
Kocatürk önsözünde bu eser ile okura Divan şiirinin edebiyatımızdaki umumi seyrini ve tekâmülünü göstermek istediğini belirtiyor. Halimi, Fenni, Kelim, Nüzhet, Leylâ Hanım, Ümidi, Firaki, Huşui, Ferruh, Behişti, Senâi, Şirazi, Atayi gibi, belki de isimlerini yeni duyacağınız, şiirlerini ilk kez okuyacağınız 278 kadar divan şairinin konuk olduğu kitap, kütüphanelerin matbu ve yazma eserlerinden faydalanılarak hazırlanıyor. Aynı zamanda eser, bundan önce hazırlanan Tekke Şiiri Antolojisi ve Saz Şiiri Antolojisi çalışmalarının akabinde yayınlanan bir çalışma.
“Bahâr mevsimidir hemdem-i sabâ olalım”
416 sayfadan oluşan küçük ebatlı Divan Şiiri Antolojisi’nin 13. yüzyılında Şair Dehhani’yi “Bu gül devrinde ömrünü geçirme zayi ey gafil / Seni Hak müsledam etsin seversin din ü iymani” derken buluyoruz. Kasidesini Selçuklu sultanı Alâeddin’e yazıyor. Dini ve imanı sevenleri sevmeyi hatırlatıyor bizlere, gaflette bulunmamak gerektiğinin de işaretiyle.
14. yüzyıl şairi Kadı Burhanettin ise “Aşkın odunı ki yaka iki cihanı / Ben kendi canıma yalınız kem görürem” rubaisi ve “Cana can vermeyenin ne canı var! / Can verenin adıyile sanı var. / Er kişinin metaı erlik olur, / Cevherinin lâl ile mercanı var” tuyugu ile hakiki âşık tasvirini sunuyor.
Yine 14. yüzyıl şairi Nesimi, sevgiliye “Gel gel ki kamu savm-ü salâtın kazası var / Sensiz geçen zaman-ı hayatın kazası yok.” diye seslenerek sevgilisiz geçen günlerin hicranını dile getiriyor.
Aynı yüzyıl şairi Ahmed Dâî, “İç ol âb-ı hayâtın şerbetinden / Kim andandır hayat-ı cavidani.” “Bugün gül vaktidir, evde oturma! / Yaraşmaz Yusuf ol zindan içinde.” sözleriyle Yusuflara zindanın değil, hükûmetin, hikmetli işler yapılan saltanatın yakıştığını ifade ediyor.
Dosta ve güle vefaya, 15. yüzyıl şairi Şeyhî’nin mısralarında rastlıyoruz: “Bahâr mevsimidir hemdem-i sabâ olalım / Gül ile dôst kokusiyle âşina olalım”
16. yüzyıl şairi Lisânî’den firâkın insanı tefelluk eden halini okuyoruz: “Firak u hasret-i yâr ile her ân / Döker yaş yerine çeşmim yere kan / Oluptur dil tenur-u gamda biryan / Acep mi şem’ veş can olsa suzan / Yakıp yıktı vücudum nar-ı hicran… / Gözüm, kan ağla! Can ver, dil! Ciğer, yan!”
20. yüzyıl şairi Yahya Kemal, akıl ehlinin gönül ehlinden bî-gâne kalışını şöyle serdeder: “Ehl-i akl anlamaz efsûs lisân-ı dilden / Zanneder âşık-ı divâne muamma söyler”
Divan şiirini hak etmeliyiz
Divan şiirinde hangi yüzyıla uğrasak, sevgi izhârıyla karşılaşırız, bir de firak acısıyla.. Lâkin bencil insan kokusu yoktur divan şiirinde. Şair sevmiştir; Allah’ı, Peygamber’i ve beşerden bir güzeli. Niyâzdır artık onun hayatı. Niyâz, hem nâz. Salınır mısralarında kederin ince örtüsü. Fakat isyan yoktur, Rabb’e hep i’timâd.
Ve okurken şunu da hissettim ki; divan şiiri, kendisini gerçekten taleb etmeyene kalbini de mısralarını da açmıyor. Hak etmemiz gerekiyor divan şiirinin derin ve ince kıvrımlarında gezen iman ve edeb rayihalarıyla dolu şen bahçesini. Aksi halde, kıymet bilmez yenilikçilerin nasibsiz halleri gibi olacak akıbet. Yeni değil, yeni/k.
Özge Senâ Bigeç yazdı