Bir büyük evde doğdun. Annen- baban çok zengindiler. Ama o büyük evde seni yalnız bıraktılar. Bebektin ve yalnızdın, çocuktun ve yalnızdın. Hayır hayır yalnız değildin. Gestapo kaçkını Yahudi mürebbiyelerin, Hıristiyan mürebbiyelerin acımasız, sert, çirkin ellerine terk ettiler seni. Onların işi vardı hep: Spora, davetlere, partilere, eğlencelere gittiler kol kola. Nazilerin Yahudileri nasıl katlettiklerini, gaz odalarını, kaçışları dinledin hep dadılardan. İçine işledi bunlar ister istemez. O küçücük aklına, o narin ruhuna karanlık, korku dolu hikayeler boca ettiler. O büyük, geniş, zengin evde kendi dibine çekildin. Melekler yoktu, masallar yoktu, kahramanlıklar yoktu. Rahman olan Allah yoktu o evde. Kaçacak, sığınılacak yerin/ kimsen yoktu. Çakılıp kaldın oraya. Büyüdükçe büyüdü naif ruhundaki tedirginlik, ürperti, korku.
Kalbini kemiriyordu bir hal
Dayın da ‘sistem’ tarafından tard edilmişti. Tıpkı bu ülkenin evlerinden, sokaklarından, gündeminden İslam’ın tard edilmesi gibi. Gelenek inkitaya uğratılmıştı. Türedi bir şeyler kaplamıştı ortalığı. Aşağılanıyordu, yok sayılıyordu, bilinmek istenmiyordu ‘modası geçmiş o şeyler’. Kırklı yaşlarına dek aklını-kalbini kemirecek, seni yaşamdan koparacak, korku labirentlerinde mecalsiz bırakacak o ‘marazi hal’, içinde egemenliğini pekiştirmeye devam ediyordu.
İlk başlarda başarısız ve çelimsizdin. Sonra leylilik günlerin başladı. Yatılı kaldığın o gavur okulunda kendini okumaya verdin. Ne bulursan okudun. Özellikle egzistansiyalistler geçici bir şevk yükledi sana. Kendine güvenin geldi. Okudukça açıldın, açıldıkça dikkat çektin. Dikkat çektikçe acımasızlaştın. Küçümsedin, dalga geçtin, hırçınlaştın. O nihilist damardan zihnine kelimeler, düşünceler aktıkça daha da uzaklaştın öz-benliğinden.
Kimse gelmiyordu anneannenden başka!
Sonra amaçsız ve yönsüz akan o birikimin ‘sol’a meyletti. Toplum için, insanlar için bir şeyler yapmalıydın. Ama işte bir ‘zavallı burjuvaydın.’ Halkını; yaşayışını, adetlerini, sevinçlerini ve kederlerini tanımıyordun, bilmiyordun. Debelenip duruyordun ‘orta’ yerde. Acılar içinde kıvranıyordun. Kapının önünde bekliyordun hala. Kimse gelmiyordu; anneannenden başka. Yalnız onun şefkati vardı seni saran. Henüz bilmiyordun bu sevginin O’nun rahmaniyyetinin bir tecellisi olduğunu. Henüz çok uzaktaydı Şeyh-i Ekber’in Füsus’undaki aydınlatıcı hikmetler. Ve daha da uzaktaydı beklediğin ‘koz helvacı.’ Ki şeyhin sonradan sana o helvacı’nın kendisi olduğunu söyleyecekti bir gün.
Çok iyi tanımadığın bir adamla evlendin ilkin. Daha çok anne babana inat olsun diye. Ama aslında kaçmak istiyordun, sığınılacak bir yer arıyordun. Bir yeni başlangıç umuduyla yapıyordun bunu. Ama olmadı, yürümedi bu evlilik. Anne-baban hala az para veriyordu sana, şımarıp tembelliğe alışmayasın diye. Varlık içinde yokluk çekiyordun. Kader, belki de ‘yokluk içinde Varlık’a ulaşasın diye sınadıkça sınıyordu seni. Senaryolar yazmaya başlamıştın. Elit kesim sinemayı küçümsüyordu o zamanlar, halkı küçümsedikleri gibi. Tıpkı anne babana karşı gelip hınçlandığın gibi, bu ‘sol burjuvazi’nin yapaylığına, halkıyla ters düşmesine, sahih olmayan tavırlarına da insiyaki olarak cephe alıyor, Yeşilçam için senaryolar yazıyor, seni çok yoran asistanlıklar yapıyordun. Böylelikle hem geçimini sağlıyor hem de yaşama tutunmaya çalışıyordun.
![]() |
Ayşe Şasa, Bülent Oran |
Hastanede yattın!
Ama şimdiye dek camiye bir kerecik gitmiştin anneannenle. Tanrı yoktu hayatında. Allah hiç yoktu. ‘Koca bir hiç’ seni hırpalamaya devam ediyordu. Depresyonlar, nöbetler, kuşkular, korkular arttıkça artıyordu. Ayakta duramaz, sokağa çıkamaz oldun. İlaçlar, seyahatler, oyalanmalar derdine deva olmuyordu. Savaşlar oluyordu zihninde. Düşmanlar dört bir yanını sarmıştı. Sana ve sevdiklerine zarar vermek için kuşatmışlardı tüm evreni. Etrafını saran kompleks varlıklar mücessem hale gelmişlerdi artık. Hastanede yattın günlerce.
Füsus gelir!
‘Delilik Ülkesinde’ hiçbir tanıdığın ziyaret etmedi seni.
Ama bir gün ‘yakaza’da- uyku ile uyanıklık arasındayken; çocukluğunda içinde çok yer etmiş olan ‘çarmıhtaki İsa’yı Muhammed Mustafa gelip kurtarıyordu. Muhammed Mustafa gelir de gerisi gelmez mi? Gelir elbette. Bülent Oran gelir, doktor arkadaşı gelir, Füsus gelir İngiltere’den.
Uzun bir tedavi ve destek döneminden sonra ilaç bağımlılığından kurtuluş. Sonra İsmet Özel ve Waldo’su, Mustafa Kutlu ve diğer mü’minler… sonra tasavvuf, Muhyiddin Şekur’un Su Üstüne Yazı Yazmak’ı, Karagümrük’te Hu sesleriyle yıkanış, diriliş. Binlerce kişinin lillah için sevgisi, duası, virdler, mürşid-i kamilin tasarrufları…
Mustafa Nezihi Pesen yazdı bu mektubu.
Allah razı olsun yazınız vasıtasıyla daha çok okuyucuya ulaşır inş.. Ayşe hanımın kitabını kısa süre önce Ethem Cebecioğlu'nun tavsiyesiyle okudum(Bir ruh macerası) ve çok büyük bir mutluluk duydum.. Kitabın bir kısmında yanına gençlerin ziyaret için geldiği yazıyordu, oturmak konuşmak için..düşündüm de kitabını okurken bile huzur bulduğum birinin yanında sessiz oturmak dahi ne kadar gönle hoş gelir, Rabbinden razı olmuş gönülle bir olmak bir an bile ne güzel olmalı.. Allah nasip eder inşallah.