1980’lerin ilk yarısı bitmiş. Üniversite yıllarımız... Ankara Bentderesi’nde onbeş katlı Refah Apartmanı’nda kalıyoruz. İkinci ve üçüncü katlar öğrencilere yurt olmuş. Üst katta bir abi var, yaşı elliye yaklaşmış. Afgan cihadına gitmiş. Hikâyelerini dinliyoruz. Savaş sırasında gerçekleşen mucizeleri... Tam o günlerde yanılmıyorsam Erdem Bayazıt’ın “Afganistan 1400” şiiriyle tanışıyorum. Kasetli dönemin başlarıydı herhalde... Dergilerde de çıkmıştı bu ağıt.
Bugünlerde Arakan’ı ‘okumaya çalışırken’ birden fark ettim, dedim ki kendi kendime ‘Arakan o kadar yoksun ki, bir Erdem Beyazıt’ı bile yok ağıt yakacak.” Ağla Arakan ağla, kaybettiklerine, seni unutanlara, unutturanlara, hatırlamayanlara ağla... Ağla ki, Erdem Bayazıt yok, sana ağıt yaksın... Ağla Afgan dağlarında çığlığını duyacak bir garip Müslüman dahi yok…
Arakanlılar, pek de kimseden bulamadıkları duyuşu, okşayışı, hissedişi benliklerini tazeleyerek hayatta kalmaya, diri durmaya çalışıyorlar
Dedim ya, bir süredir Arakan’ı anlamaya çalışıyorum. Ulaştığım metinleri okuyor, bölgeyi yakinen bilenleri sorularımla hırpalıyorum. Tam bu sırada Singapur’da bir akademisyenle tanıştım. Harika metinler kaleme almış. Ancak bir tanesi çok ilginç, Arakanlı mültecilerin varoluş mücadelesini edebiyat, sanat bağlamında irdeliyor. Saha çalışmasına konu olan araştırması sırasında, Bangladeş sınırında şu günlerde adı çokça geçen kamplardan bazılarını ziyaret etmekle kalmamış, zulümden köşe kucak kaçarak ormanın bir köşesine ilişmiş annelerle çocuklarla yüzleşmiş.
Öyle ya, mülteci, bir yerden bir yere zorunlu göç etmiş kişidir. Ancak göçe neden olan hadiseler, ana yurdundaki yaşam elbette belleğinde derin izler bırakmış, tıpkı yaşadığı işkenceler, zulümler gibi... Belki de böylesi anlarda insan karşı karşıya kalır belleğiyle, hem de tüm açıklığıyla... Arakanlılar da pek de kimseden bulamadıkları duyuşu, okşayışı, hissedişi benliklerini tazeleyerek hayatta kalmaya, diri durmaya çalışıyorlar. Tarafınızdan “Nedir araçları peki?” diye sorulacaktır elbette. Araçları şiirler (tarana), ağıtlar ve de resimler... Bu insanlar her şeyden yoksun oldukları gibi, onlarca yıldır bildik anlamda formel eğitimden de yoksunlar. Ancak bu ‘cahil’ olduklarını ortaya koymaz. Hayatı okuma, anlama biçimleri ve yaşamlarını bununla bileme iradesine sahipler. Naf Nehri’nin kuzeyi ve de güneyi düşman olmuşken Arakanlılara, ne diyelim dünyada bir tür ‘Araf’ı maddeten yaşarken nasıl sürer hayat onyıllarca kampta.
Topu silahı olmayan bir toplumun mücadelesi şiirledir
Bu şiirler, ağıtlar ve resimler süreklilik arz eden zulme sessiz başkaldırıyı temsil eder aynı zamanda... Topu silahı olmayan bir toplumun, varlık âleminde kaybolmamacasına verdiği mücadelede şiirdir, ağıttır onu yegâne ayakta tutan...
İşte bu ağıtlardan biri... Ne kadar mümkündür çevirisi bilemem... Ancak bir nebze olsun belleğimizde yer etsin istedim.
Rohingya Ağıtı: “Hayatımız ağlayarak geçti”
Günlerimiz geçti gözyaşlarıyla
Burma’da Magh’ların zulmüne maruz kalarak
Ana yurdumuzu terk ettik
Zalim devlet korkusuyla
İlkokul mezunu Magh’lar yönetici olmuş, ellerinde sopalar
Bizse diplomalı sebze satıcısı
Niçin ölmeli kundaktaki bebeler, yavrular
Evimizi yurdumuzu terk ettik
Zalim devlet korkusuyla...
Bu ağıtta Arakanlıların, yaşadıklarını temsil etmesi anlamında “zulüm” (dor) kelimesinin sekiz defa tekrarlandığı görülür. Zulüm devletin sivil kanadından, asker kanadından yetmezmiş gibi, aynı ırka mensup Budist Maghların, bir başka adıyla Rakhinelerin kıyımıyla da ortaya çıkar. Zulüm ki, her çeşidiyle musallat olmuştur Arakanlılara... En temel insani değerlerden sayılan ne sosyal, ne dinî ne de ekonomik varlıklarına izin vardır ana vatanlarında.
Arakanlılar ağıtlarını yakarken geleneksel müziklerini de icra ederler
Bu ve benzeri şiirler yaşananlara bir itirazken, bir yandan da hayata tutunmanın, geleceğe umutla bakmanın aracı kılınırlar bellekleri yenileyerek. Kamp yaşamının belli zaman aralıklarında, özellikle dolunayda çadırlarının önünde küçük gruplar halinde bir araya gelen Arakanlılar ağıtlarını yakarken, geleneksel müzik enstrümanları olan juri ve toblayı da eksik etmezler. O enstrümanlar ki, ruhun en ince derinlikleriyle irtibatı kuran mucizevî araçlar…
Bir de çizimler var tarih yapan… Anayurtlarında maruz kaldıkları zulmü sergileyen. Dev sanat eserleri değil, zaten bundan da bahsetmiyoruz. Ancak kaybolmaya yüz tutmuş bir toplumun kendi tarihini yazışıdır bu resimler. Yemyeşil verimli topraklarda yaşam sürerken, baskına, ayrımcılığa maruz kalarak durağan yaşamlarından koparılıp, Pol-potları andıran barınaklara tıkılmaları öykülenir bu resimlerde... Askerlerin ve Rakhinelerin nasıl işkence ettikleri...
Not: Bu haberimize konu olan çalışmasını kullanmama izin verdiği için Farzana’ya teşekkür ediyorum.
Mehmet Özay Malezya'dan yazdı