Anadolu’dan öyküler

Yazarlarımızın Anadolu’yu ve Anadolu’nun farklı şehirlerini anlattıkları öykülerini; Sabahattin Ali’nin “Kağnı”, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Hikâyeler”, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Milli Savaş Hikâyeleri”, Sait Faik Abasıyanık’ın “Sarnıç” ve Halikarnas Balıkçısı’nın “Aganta Burina Burinata” eserleri üzerinden sizler için inceledik.

Anadolu’dan öyküler

Kağnı-Sabahattin Ali

Sabahattin Ali eserlerinde de toplumu, toplumu oluşturan farklı nitelikteki insanları, onların sorunlarını dile getirir. Gerçekçi bir sanat anlayışına sahip olduğundan hikâyelerine konu ettiği mekânları, genellikle herhangi bir vesile ile gidip gördüğü, yaşadığı yerlerden seçer. Anadolu köy, kasaba hayatından aldığı acıklı konuları gerçekçi bir yöntemle işledi. On üç hikâyeli kitaba adını veren ilk hikâyede oğlu öldürülmüş yaşlı bir ana, köylülerin cinayeti örtbas ettirmelerine göz yumarsa da, bir ay sonra bir ihbar sonucu, vilâyetten gelen iki jandarmanın zoruyla, mezarından çıkarılan kurtlanmış cesedi kağnıya yükleyip şehre götürecektir.

Jandarmalar, muhtarı, imamı ve katili birbirlerine bağlayarak önlerine katmış, önceden gitmişlerdir. Altmışlık kadın, gece yarısı yolda bitkin, acılı yere yuvarlanır kalır, kağnı ıssız yolda kendi bildiğine ilerlemektedir. Kuvvetli doğa tasvirleriyle örülü, çok sert çizgili bu hikâyelere çarpıcı bir tragedya niteliği kattı. Sabahattin Ali hikâyesinde Beyşehir’de yaşayan Arap Hayri adındaki bir boyacının hayatını anlatır. Arap Hayri, Beyşehirli bir boyacıdır, gezginci tiyatro kumpanyalarından birinde çalışan Adalet’e tutulur, gölde tombazlar üzerinde hazırlanmış bir saldaki gece eğlencesi sırasında, herkesler sarhoşken, sevdiğine yaklaşır, Adalet’le birlikte sulara gömülür.

“Gerçi, bozkırları altmış kilometre ile geçen trenin ara sıra durduğu tenha istasyonlardan veya tenezzüh otomobillerinin yarım saat için mola verdiği ağaçlı hükümet meydanlarından bu dünyayı görebilmek kolay, hatta mümkün değildir, fakat yirmi beş kişi yolcu taşıyan bir Şevrole kamyonla buralara gelip üç dört gece kıraathanenin üstündeki otel kılıklı yerde yahut avlusu çamur ve benzin kokan handa kalanlar, eğer gözleri kör değilse, hayatın akışına sessizce uyup giden, başlı başına bir dünya görürler. Fakat bu da görmek değildir. Oralarda uzun zaman oturmak, akışa kapılarak yaşamak lazımdır. Birkaç büyük şehrimizi dolduran ve dünyayı oradan ibaret sananlar bu kasabalara geldikleri zaman, ne kadar ayrı bir âlemin insanları olduklarını anlarlar. Kendileri için ehemmiyetli olan bir takım şeylerin buralarda adının bile anılmadığının, senelerin burada ancak birkaç resmi binada ve kahvenin mermer masasının üzerinde çay lekeleriyle yatan bir iki gazetede yürüdüğünü, yaylı arabanın yerini tutan otomobilin, küçük bir daire üzerinde dönen hayatta bir değişiklik yapmadığını fark edince şaşırır ve kaçmak isterler.”

Hikâyeler-Ahmet Hamdi Tanpınar

“Hikâyeler”, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın daha önce yayımlanmış olan “Yaz Yağmuru” ve “Abdullah Efendi’nin Rüyaları” isimli hikâye kitapları ile dergilerde yayımlanmış fakat kitaplarına girmemiş hikâyelerinden oluşmaktadır. Tanpınar, öykücülüğünde de romancılığında da şairlik tarafı ağır basan bir yazardır. Erzurumlu Tahsin’in hikâyesi hayali bir olay ve kişi üzerine kurgulanmış bir öykü değildir. Hikâyede yer alan kişi, mekân ve hikâyenin örgüsü, Erzurum’da geçer. Yazarın, 1923-1924 yıllarında Erzurum’da bulunduğu sıralarda yaşanan büyük depremin izlenimlerine dayanarak yazdığı “Erzurumlu Tahsin” gerçekçi çizgilerine rağmen, büyük felaketler karşısında dünya nimetlerinden vazgeçip bir meczup haline gelen Tahsin Efendi’yi anlatır.

Gerçek bir hayattan alınan ve yaşanmış realist bir hikâye... Görevle iki kez Erzurum’da bulunan Tanpınar’ın, anlattığı bizzat görüp tanıdığı ve kendisiyle sohbet etme imkânı bulduğu bir adamın hikâyesidir. Erzurumlu Tahsin’in hayatının hikâyesidir. Hikâyenin kahramanı, herkesin meczup, deli dediği Tahsin Efendi’dir. Aslında, hayata bakışı, söz ve söylemleriyle, o bir deli ve meczup olmanın ötesinde, dünyayı umursamayan, kayıtsız yaşayan ve farklı şeyler söyleyen bir halk filozofudur.

“Ertesi gece şehrin her meydanı acayip bir panayıra dönmüştü. Çadırlar, tahtadan ve gaz sandıklarından yapılmış kulübeler, dört direk arasına ve üstüne gerilmiş kilim ve seccadeden yapılma acayip meskenler, hatta sadece önleri örtülü arabalar… Ve bunların arasında alçak sesle konuşan ihtiyarlar, kadınlar, ağlayan küçük çocuklar, gidip gelen siyahlı beyazlı hayaletler. Bu hakiki bir göç manzarası idi.”

Milli Savaş Hikâyeleri-Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Türk, romancı ve yazar Yakup Kadri Karaosmanoğlu, romanlarında Türk toplumunun Tanzimat’tan bu yana çeşitli dönemlerdeki toplumsal gerçekliğini sergilemiştir. “Milli Savaş Hikâyeleri”  kısa kısa hikâyelerden oluşmaktadır. Kitap ülkemizin düşman işgali altındaki savaş yıllarını ve düşman mezalimini çarpıcı hikâyelerle anlatmaktadır. Kurtuluş Savaşı sırasında düşman askerlerinin köylerde, kasabalarda yaptığı zulüm, işkence, tecavüzün yöre halkı üzerindeki etkisini anlatır. Aynı zamanda cepheyi gezmesi, olaylara yakından şahit olmuş bir gerçekçilikle hikâyelerini oluşturmasında etkili olmuş, gerçekçi yalın bir anlatımla hikâyelerini dile getirmiştir.

Yakup Kadri’nin farklı bir bakış açısıyla okuyucusuna sunduğu küçük hikâyelerden oluşan bir eser. Savaşın bilinen yanlarının yanı sıra çok da göz önünde bulunmayan yönlerinin ele alındığı hikâyelerde o döneme ait yaşanmışlıklar bütün ayrıntılarıyla gözler önüne seriliyor. Hikâyeler, genelde Ege Bölgesi’nde meydana gelen olayları ele alıyor. Türk halkının vermiş olduğu kurtuluş mücadelesinde çekmiş olduğu tüm eziyetlere rağmen vatanseverliğinden, namusundan ve onurundan bir nebze de olsa ödün vermemiş bu insanların çileleri, hasretleri, özlemleri ve acıları bu eserde en çarpıcı örneklerle yansıtılıyor.

“Ücra dağ başlarında, ormanlarda ve in kovuklarında o derece müthiş olmayan sessizlik, burada, bu yanmış köyde bu kadar korkunç, vahşi ve istilacı… Burası âdeta, ıssızlığın kaynağı gibidir; bütün Anadolu’yu; mahzun, dalgalı Gediz çayından hummalı Kızılırmak’a hummalı Kızılırmak’tan ölmüş koyungözü renkli Van gölüne kadar, bütün o sarp dağları, o çetin taşları, o çıplak tepeleri, o sarı yaylaları, o karanlık vadileri âdemin gölgesi gibi kaplayan ıssızlık hep buradan çıkıyor!”

Sarnıç-Sait Faik Abasıyanık

 “Sarnıç”, Sait Faik Abasıyanık’ın 1939 yılında yayımladığı hikâye kitabıdır. Sade bir dille kaleme alınan eserde, hayatın içinden, abartısız, yalın, sıcak, samimi öyküler yer alıyor. Eserde farklı bir dünya, farklı bir bakış açısı ve çok farklı duygularla bakabileceğimiz sunuluyor. Sıradan insanların hayatlarını sade bir dille anlatan Sait Faik Abasıyanık insanı temel alarak yalnızlığı, yoksulluğu, hayalleri dile getiriyor. Kitaba adını veren ilk hikâyede “Dağın eteğine beyaz minareleriyle sarılmış bir şehrin” lisesini bitirmiş bir adam, çocukluğunu, gençliğini anlatır. Bir İstanbul kızıyla evlenmiş, karısını mesut edememiştir. Mahrumiyetlere katlanamayan Fitnat, bir gün, özlediğini söyleyerek baba ocağına döner; gidişinin üzerinden bir yıldır geçmiştir ama hâlâ geri gelmemiştir. Hikâye kahramanı, uzun boylu, ipince bu İstanbul kızını hatırlar; kurumuş hâtıralar sarnıcına gizli, bilinmez bir membadan akan şarıl şarıl su seslerini dinleyerek, bu son hâtıralarla avunmaya çalışır.

“Kumköy, Sakarya kenarında, hemen hemen yan yana denilecek kadar kasabaya yakın, kırk beş hanelik bir köydü. Kasabanın kenar mahallelerinden sonra bir mezarlık başlardı. Yer yer duvarları yıkılmış, baldıranla ısırganlar mezarları ve mezar taşlarını kaplamış bu, artık ölü gömülmeyen mezarlık geçildikten sonra Sakarya’nın tahta köprüsü gözükürdü. Daha köprüye varmadan sağ tarafta bir öküz arabası yolu, küçük bir tepeye doğru tırmanır, tam tepedeki kocaman çınarın dibine varılınca birbirinden birer ikişer dönümlü tarlalarla ayrılmış köyün evleri, ottan damları ile meydana çıkıverirdi. Yol, buradan itibaren kasaba yolları gibi Arnavut kaldırımı idi.”

Aganta Burina Burinata-Halikarnas Balıkçısı

Cevat Şakir Kabaağaçlı, uzun yıllar Bodrum’da yaşamış olması yakından gördüğü bu kenti ve coğrafyayı daha yakından tanıma olanağı sağlamış, bu nedenle öykülerinin konularını da Ege ve Akdeniz kıyılarından almıştır. Eserlerinde, coğrafyası, tarihi, kültürü, biyolojisi ile denizi anlatmış, geçimini denizden sağlayan deniz insanlarının yaşamlarını dile getirmiştir. Hikâyede yazar anlatıcının vapuru kaçırması üzerine Bodrum’u gezmeye karar vermesi ve bu gezi sırasında gördüklerini, izlenimlerini yaşadığı bir olayı yansıtmasını içerir.

Bir denizcilik terimi olan bu söz grubunda; “Aganta”, “tut, zaptet!” anlamına gelir; “burina ve burinata” sözü ise serenlerin üstündeki alt ve üst yelkenlerin adıdır. 1945 yılında yayınlanan roman Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerinin genel özelliklerini yansıtır. Romanda, deniz sevgisi, denizin çekiciliği, denizcilerin yaşadığı zorluklar, güzellikler genel olarak denizdeki yaşam bir kahraman vasıtasıyla anlatılmaktadır. Eserde, deniz bir başkahraman gibi işlenmiş, bu yüzden yayınlandığı zaman çok ilgi görmüştür.

“Hallaç pamuğu gibi savurmuş olduğum bahçenin ortasına bağdaş kurarak çevreme bakındım. Yamaç, küçük küçük toprak parçalarını çeviren derme çatma kuru duvarlarla kıyım kıyım kıyılmıştı. İşte hep, ‘Malımız, malımız, malımız!’ diye uğrunda yaşadıkları uyuz topraklar bunlardı. Bunların sahipleri, artık oralardan hiç kımıldamayacaktı. Köpeklerin boğazlarından tasma ile bir yere bağlı kaldıkları gibi, bunlar da barsaklarıyla boğazlarından topraklarına bağlı kalacak, hep yanlarındaki komşuların mallarına göz dikerek hırlayacak, hep malıma göz diktin diye komşularına havlayacak, malım var diye ölünceye kadar mallarının kulu kölesi olarak, evim var diye dört kuru duvarın içine mezara gömülmüş gibi gömülerek yaşayacaklardı. Buna yaşamak mı denir, uzun ölüm mü? Hey gidi deniz hey!”

Cemre Akbulut, “Başlık: Anadolu’dan Öyküler”, Kitabın Ortası dergisi Temmuz 2019, sayı 28.

YORUM EKLE