Herkes için aynı değildir belki ama bende Kurban bayramının sıkıntısı erken başlar. En az bir hafta öncesinden üzerime değişik bir hal gelir. Bunun sebebi nedir bilmiyorum. Belki de kuruntu yapıyorumdur ya da o kasvetli anlarımdan birini yaşıyorumdur, bilemem. Bilseydim zaten bu denemeyi yazıyor olmazdım. Şu şudur bu da budur der, Kurban Bayramıyla ilgili herkesin istifade edebileceği bir deneme yazardım.
Neden her Kurban bayramında aynı sıkıntıyı yaşıyorum? Bu sıkıntının adı nedir?
Önceleri çocukluğumda yaşadığım bazı acı hatıralardan dolayı Kurban Bayramı henüz gelmeden sıkıntıya düştüğümü düşünürdüm. Hani taşrada yaşayan çoğu kimsenin hatıralarında vardır. Babaları bayramın birkaç ay öncesinden küçük bir kuzu veya keçi getirir eve. Onu bahçeye bağlarsınız. Aylarca onunla bir dostluk kurar çocuk. Onu besler, suyunu verir, gezmeye çıkarır, kendi topladığı otları çalıları önüne yığar, onun yemesini izler, yediğiyle sevinir, yemediğiyle üzülür, eğer koyun usluysa, inatçı değilse yani, götürülen otlakta halim selim yayılır, değilse epey uğraştırır, hatta çocuğu boynuzladığı olur, teper… bunlar gibi bir sürü hatıra.
Elinden koyunu kaçıran çocuklar da olur. Telaş, korku ve gözyaşlarıyla onun peşinden koşar ama yetişemez. Bir yetişkin koyunu tutar, kiminmiş bu diye çevreye bakınırken, ağlayan çocuk koşarak gelir. Çocuğun kalbine ferahlık ulaşır, gözleri güler. Daha da bunlar gibi bir sürü hatıra çocukla koyun arasında sevginin doğmasına sebep olur. Mesela çocuk geldiğinde koyun hareketlenir, ne belli, belki de çocuğu kokusundan tanır. Çocuk bunu anlar. Herkesin elinde huysuzlanırken, bakarsın çocuğun elinde uslu uslu durur. Koyun için de çocuk aynı sevgiyi duyar. Sabah uyandığında ilk aklına koyun gelir. Ona bir isim de bulmuştur. Kınalı der mesela. Sabah uyandığında ilk iş, Kınalı’yı görmeye gitmektir. Kahvaltısını bile yapmamıştır henüz oysa.
“Kurban”ın anlamına dair edindiğim ilk ders
Sonra bayram günü Kınalı kurban edilir. Ayrılık, çocuk için dayanılması güç bir acıdır. Böyle bir şey mi yaşadım acaba? Yaşadığımı hatırlıyorum. Kuzuyken evimize getirilen, sonra bizim bahçemizde büyüyen bir koyunun kurban edildiği gün annem bile gözyaşlarını tutamamıştı. Annem bile diyorum çünkü annem gözyaşlarını herkese göstermez, biz çocuklarına çok enderdir gösterdiği, gizli gizli veya kimsenin görmediği bir yerde döker gözyaşlarını. O bayram annem, ablam, ağabeyim ve ben çok duygulanmış, yapılan kebaba bile yan gözle bakmıştık. Hatta annem, “Memet, bir daha kurbanlığı yavruyken getirme eve, çabuk alışıyoruz, kurban edilince dayanamıyoruz” demişti. Aslında bu, “kurban”ın anlamına dair edindiğim ilk dersti. Allah için kurban etmenin anlamı zaten buydu. Allah’ı her şeyden ve herkesten daha çok sevdiğimizi göstermek, ispat etmek. Bu yüzden onun rızasını kazanmak için, gerektiğinde sevdiklerimizden vazgeçeriz.
Bir de tabii Kurban Bayramlarında babam çok sinirli olurdu. Kurban kesilecek, yüzülecek, içi temizlenecek, etleri ayrılacak… Bütün aile babamın çevresinde pervane gibi dönerdik. Yine de babamın azarından kurtulmak mümkün olmazdı. Ağabeyim uyanıklık yapıp kaçardı çoğu zaman. Ben çocukluğumdan beri uyanıklık nedir, işten kaytarmak nasıl olur bilmediğim için, babamın dizi dibinde kalırdım. Babam da şurayı tut, şu bıçağı ver, leğeni yetiştir, ipi sıkı bağla, su getir, kaldır orayı kaldır diyerek emirler yağdırırdı. Elime bıçak alıp ona yardım etmek, çocukluk günlerimde imkansızdı. Birkaç defa denediğimde deriyi delmiştim ve güzel bir azar yemiştim. Ama babamın çevresinde dönmek, durmak bilmez emirlerine dayanmak zordu. Fakat bir yandan da çalışmanın verdiği ferahlık vardı. O yorgunluk tarif edilemez bir şeydi. Zor alışırdım, çalışmaya başlamak benim için her zaman güç olmuştur, ama bir tadına vardığımda, alıştığımda yani, benden iyi çalışan bulunmaz. O zaman da durmam zordur. Her işe koşturur, her şeyden anlar gibi yapmaya çalışırım. Enerjim tükenene kadar.
Eziyet çekmeyeceksen, sıkıntı duymayacaksan, zorlanmayacaksan...
İş o, henüz işe kendimi kaptırmayıp, üşendiğim dakikalarda söylenir dururdum. Babam neden kasap tutmuyor, biz her bayram bu eziyeti çekmek zorunda mıyız, babamın eli çabuk değil, kasabın on beş dakikada bitirdiği işi sabahtan akşama kadar bitiremiyoruz, sürekli aynı hataları yapıyoruz, her işin bir ehli vardır, paramız mı yok sanki... diye daha akla gelmedik neler neler söylerdim. Tabii babamdan gizli olarak söylerdim bunları. Söylenmek diyoruz ya, kısık sesle yani. Genelde ağabeyim duyardı bunları. Bir bayram günü ben böyle söylenirken ağabeyim dedi ki: “Oğlum eziyet çekmeyeceksen, sıkıntı duymayacaksan, zorlanmayacaksan, nasıl sevap kazanmayı düşünüyorsun şu mübarek günde?”. Ağabeyimin sözü kafama çakılmıştı. Sanki yüksek bir yerden koca bir kaya üzerime yuvarlanmıştı ve ben altında kalmıştım.
Cevap verememiştim ağabeyime. Çünkü zımba gibi bir söz sarf etmişti. Her sağlam söz böyledir. Ona bir mazeret veya karşı geliş söz konusu olamaz. Hakikat bütün belirginliğiyle ortadadır, susmak ve idrak etmek gerekir. Ağabeyimin uyarısı da yerindeydi, kımıldatılacak, eğip bükülecek bir söz değildi. Böylelikle Kurban bayramının anlamına dair ikinci bir ders almıştım. Allah’ın rızasını kazanmak, onu her şeyden daha çok sevdiğimizi göstermek, güle oynaya yapılacak bir şey değildir. Çileli bir iştir. Sabırla o eziyete göğüs germek, hatta bunu seve seve yapmak gerekir.
Babam kurbanı kendisi kesmek isterdi. Bu sevaba talip olurdu. Kurbanı yavruyken eve getirmesinin sebebi de buydu. Ona özenle bakmak, onu sevmek, okşamak, beslemek isterdi. Bu da sevaptır. Çünkü o, Allah yolunda kurban edilecekti. Onu özenle, acıtmadan, eziyet etmeden kurban etmek gerekir. Bu bir ibadettir ve her anında ayrı bir sevap vardır. Buna biz çocuklarını da dahil ederdi. O yüzden olsa gerek babama yardım ederken ilk önce çok zorlansam ve yapmak istemesem de ilerleyen dakikalarda büyük tatlar alırdım, işimi zevkle yapardım. Kurban bayramında duyduğum ferahlık, o anlara hastı. Ondan sonrası yine sıkıntı, yine tarifi mümkün olmayan bir daralma hissi…
Allah rızası yolunda attığımız her adım, birliktedir, ümmetledir
Hani kurban etiyle kebap, kavurma yapılır, herkes iştahla yer, karnının doymasından ötürü mutludur, güler, ben onu da yaşayamam. Bir şiş, bilemedin iki şiş, doyurur beni. Normal zamanlarda üç kişilik kebabı yiyebilecek olan ama bir türlü bulamayan ben, bulduğumda yani Kurban bayramında tutulur kalırım, birkaç şişten öteye gidemem. Kebabın kokusu farklı gelir, kavurmaya zaten dayanamam. Evde sürekli bir çalışmadır sürer gider birkaç gün. Ona da dayanamam. Ev birkaç hafta et suyu kokar. Mübarek kurbandan kurtulmak mümkün değildir sanki. Oysa iş öyle değildir. Etler tanzim edilecek. Üçte biri ailene, üçte biri fakir fukaraya, üçte biri de dostlarına, komşularına ayrılacaktır.
Dostlarla, akrabalarla tüketmek çok nasip olmadı bize. Çünkü akrabalarımız uzaktaydı. Fakat fakir fukaraya bol bol dağıtılırdı. Bunların bazılarını dağıtmak da bana düşerdi. Onda da ayrı bir ferahlık duyardım. Tamam kurbanı Allah için kesersin ama yine kendi keyfin, oburluğun için değildir bu. O sevgiyi, ibadeti paylaşmak zorundasın. Bu da kurbana dair kafamda uyanan üçüncü anlamdı: Biz Muhammed ümmetindeniz, elhamdülillah. İbadetlerimiz, sevgimiz, Allah rızası yolunda attığımız her adım, birliktedir, ümmetledir.
Kurban bayramından önce her türlü sıkıntı gelip bulabilir beni. Hangi birini sayayım, Allah affetsin. Bundan kaçmanın anlamı yok. Buna karşı isyan etmek de çözüm olamaz. Derdimizi sevmek zorundayız. Kurban ibadeti, herkes için böyle değildir belki ama benim için derdini sevmek, acıyı sabırla ağırlamak, gerekenleri edeple, isyan etmeden, tam bir sadakatle, yani usulünce yapmaktır.
Ömer Yalçınova yazdı