I.
[Bugün (26.02.2020), belgeselci, kameraman, yönetmen, türkü temrinleri yazarı, saz ustası, şair, “Urfalı”, Mehmet Ragıp Karcı ağabeyin az önce hakkın rahmetine kavuştuğunu öğrendim.
Allah rahmet eylesin.]
Bu fotoğraftan sonra kendisiyle defalarca yüz yüze ve telefonla görüşerek hakkında bir yazı yazmıştım. Ankara'da mukim olduğundan ara ara hanım memleketi olan Isparta'ya geliyorlardı. Bir defa görüşmek için aradığımda Modernevler Mahallesi'nde bulunan evinin tadilat tamirat işleri olduğundan görüşememiştik. Bir başka defasında Atabey'de olduklarını söylemişti. Yine görüşememiştik. Bir kardeşi vefat ettiğinden beni arayarak bir iki hafta Ankara'da kalacaklarını söyledi. Bir müddet sonra Isparta Şehir Hastanesi'nde ameliyat olacağını söyledi. Ziyaretine hemen gidemedim. Kendiyle ilgili yazımın yayınladığı Şehir ve Kültür dergisini de alarak gideyim derken dersler, meşguliyetler münasebetiyle birkaç gün geciktim. Neyse bir gün hastaneye gittim, yattığı yeri buldum. Baktım odasında yoktu. Hemen aradım “Âdem hocam biz az önce Isparta'dan ayrıldık. Şu anda ambulansın içindeyim, Afyonkarahisar'ı geçtik. Bundan sonra tedavim Ankara'da devam edecek. Duanızı bekliyorum” dedi. Ben de “Güle güle gidin. Allah şifanızı versin” dedim. Biraz hüzünlenmiştim.
5-6 Ekim 2019 günü bir kongre vesilesiyle Ankara’da idim. Bir boşluk anında telefonla arayarak “Abi ben Ankara'dayım. İzniniz olursa ziyaretinize gelmek istiyorum” dedim. Kendileri de “Hocam doktorlar ziyarete müsaade etmiyorlar. Ama aramanıza çok sevindim. Allah razı olsun” dedi. Bundan sonra bir iki defa daha telefonla görüştük lakin vicahen görüşmek nasip olmadı.
Hoşsohbet bir insandı.
Bana göre kültürümüzün hamurunu yoğuran adamlarımızdan biriydi.
İyi bilirdim şahitlik ederim.
Melâli ebebiyen kalacak.
Mekânı cennet olsun).
Şimdi biraz eskilere gidelim.
II.
Mehmet Ragıp Karcı ağabey ile gıyaben tanışıyor olsak da vicahen tanışmıyorduk. Muarefemiz sosyal medya vesilesiyle idi. 09 Ağustos 2018 Perşembe gecesi Messenger'den telefonuma “Sn. Âdem hocam ben hanım kontenjanından Ispartalı sayılırım. Yarın Keçiborlu'ya geliyoruz. Sizinle yakinen tanışmak istiyorum” mealinde bir not düştü. Notta telefon numarası da yazılıydı. Ben de hemen kendisini arayarak “yarın cuma namazında Mimar Sinan Camii'nde buluşalım, tanışalım, çay içelim, muhabbet edelim” dedim. Ragıp abi de ince, yumuşak ve tatlı ses tonuyla “Keçiborlu'da birtakım resmi işlemleri olduğunu, bunları halletmek zorunda olduklarını hafta içi bir başka gün için görüşelim” dedi. “Hay hay” diyerek telefonu kapattım.
(17 Ağustos 2018 Cuma) beni arayarak “Isparta'ya geleceğini, orada birtakım işlerini hallettikten sonra görüşebileceğimizi” söyledi. Ben de “işlerimi erken bitirirsem 16 sularında öğretmenevinde buluşabiliriz” dedim. Fakülteden ayrıldım ve 16'ya az bir vakit kala Isparta Öğretmenevi’ne vasıl oldum. Köşede oturmakta olan Ragıp abi ile kucaklaşarak kısa bir hal ve hatır sorularından sonra muhabbete başladık. Bu yazıyı yazmama bu çay eşliğinde muhabbet vesile oldu. M. Ragıp Karcı ağabeyle bu muhabbeti anlattığım yazıyı, hep yaptığım gibi ilkin, sosyal medyadaki hesabımdan paylaştım. Akşamı Ragıp ağabey yazıyı görmüş, okumuş hemen beni arada birtakım yeni şeyler söyledi, bunları ilave ettim. İlerleyen günlerde telefon aracılığıyla yeni soru cevaplarla yazı gelişti. En sonunda kendilerine dört veya beş soru gönderdim bunları cevaplayarak bana dönüş yaptı ben de bunları bir araya getirdim ve böylelikle M. Ragıp Karcı hakkında elinizdeki bu yazı ortaya çıkmış oldu.
Kameraman, belgesel yönetmeni ve şair
“M. Ragıp Karcı ağabeyi üç kelime ile tanımla deseler hemen kameraman, belgesel yönetmeni ve şairdir” derim. Bu tanımlamayı öğretmenevindeki derin muhabbetten sonra yaptığımı belirtmem gerekiyor. Çayların biri boşalmadan diğerinin geldiği çay ortamda sanat, edebiyat ve kültür çevresinden birçok isim ve konuyu tartıştık ve haliyle kendisinden birçok yeni şeyler öğrendim. Yumuşacık sesiyle, samimi tavır ve davranışlarıyla, biraz derinden bakan küçük ışıl ışıl gözleriyle sıcak ve karizmatik bir görünüşü var.
M. Ragıp ağabey uzun bir hikâyesi olan bir kişi. Hatta hikâyeyi aşıp romanı olan bir şahsiyet. İki saate yaklaşan sohbetimizden, muhabbetimizden ben bunu anladım veya güncel deyişle çıkarsadım
Karcı ağabey, 14 Haziran 1945 tarihinde Şanlıurfa'nın Siverek ilçesinde dünyaya gelir. İlk ve ortaokulu Siverek'te tamamlar. Ortaokuldan sonra Erzincan Askeri Lisesi'ne kayıt yaptırır. Artık gurbettedir. Erzincan'da Halk Musikisi ve Oyunları Derneği’ne gidip gelmeye başlar. Uzun bir süre derneğin korosu eşliğinde cumartesi günleri belediyenin hoparlöründen yayınlanan konserlerinde türküler okur. Davut Sülari, İsmail Dâimi, Terzi Fehmi gibi ustalardan saz ve türkü söylemeyi geliştirir. Edebiyatla tanışması da bu sıralardır. Gurbete düşen her genç gibi şiirler yazmaya başlar. Yine o sıralarda sesini dinleyenlerin “nerelisin?” sorularına “Urfalıyım” deyince “Urfalıların sesi güzel olur” diye takdir cevabı duyar. “Türküleri benim başıma dert eden bu hadiselerdir.” der. Türkülerle ünsiyyeti sebebiyle bir arkadaşı tarafından Bektaşilikle suçlanır. “Sanki Bektaşilik kötü bir şeymiş gibi (Türkü Dinleme Temrinleri, s. 53.) Askeri lisede iki sene üst üste sınıfta kalınca, askeri dilde “alaya çıkmak” diye tesmiye edilen, belgeyi alır ve memleketine döner, iki üç yıl burada kalır. O yıl bir üzüm bağı kiralarlar. Sabahın karanlığında annesiyle beraber bağa giderken kocaman radyoyu eşeğin sırtına yükleyip bağda ve bahçede türkü dinlemeyi itiyat edinir. Sonra güzel bir sebeple yazmayı bırakıp okumaya yönelir. Osmanlıca ve türkülerle tanışması o sıralara rastlar. Lise tahsilini ikmal için Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi'ne kayıt yaptırır ve kendi ifadesiyle liseyi zor bela bitirir. Üniversite sınavlarına girip şansını dener ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Klasik Şark Dilleri Bölümü’ne girebilecek puanı tutturur. Bu fakülte onun birçok değerli insanla tanışıp feyzyâb olmasına vesile olmuştur.
Aynı bölümde olmamakla birlikte müşterek dersleri olan Farsçaya devamından dolayı değerli insan Erdem Bayazıt (1939-2008) bu maceranın ilk feyz ve dostluk hazinesi olur. Ardından Necip Fazıl Kısakürek (1904-1983), Sezâi Karakoç gibi birçok isimle tanışma fırsatı bulur. Anlaşıldığı kadarıyla o zamanki Türkiye’nin önde gelen yazar ve şairleriyle yakından tanışan Karcı, maddi imkânsızlıkları sebebiyle çok istemesine rağmen bu çevrede sık bulunamaz. Buna karşın o zamanlar fikir ve aksiyon merkezi sayılan Türk Ocakları'nın yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazan Prof. Dr. Osman Turan, Halide Nusret Zorlutuna ve Prof. Dr. Ziyâeddin Fahri Fındıkoğlu gibi önemli isimlerin dergiye gönderdikleri eski harflerle yazılmış yazıları okuyabilecek kimse olmaması sebebiyle Türk Ocakları’nda bu çeviri işiyle görevli daktilo memuru olarak işe başlar. Bu işi vesilesiyle Türk Ocakları’na yakın bir mekânda ikamet eden Osman Yüksel Serdengeçti’yle (1917-1983) tanışır. Serdengeçti’nin ikamet ettiği “in” diye tabir edilen deposunda Serdengeçti'nin sohbetlerini dinler. Bir başka şair İsmet Özel'le özel görüşmeleri olur. Özel, Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü kazandığında İstanbul'da Sezâi Karakoç’a “Ben Ankara'da kiminle tanışayım?”, “Kimi tavsiye edersiniz?” diye sorduğunda “Urfalı Mehmet Ragıp var. Git onu ara, bul” derler. Bu insanların hepsi ona göre “güzel insanlardı, gelip geçtiler. İyi işler yaptılar. En azından bize ülkemiz ve insanımızı sevmemiz gerektiğini” öğrettiler.
Fethi Gemuhluoğlu (1922-1977) ile tanışmasına vesile yine Türk Ocakları olur. Fakültedeki derslerinde ve eski yazı ile ilgili olarak başka bölümlerden arkadaşlarına yaptığı yardımlar sebebiyle tanınır. Türk Ocakları'nın o zamanki idare müdürü olan M. Akif İnan (1940-2000), Erdem Bayazıt ondan Fethi ağabeye söz ederler. Türk Ocakları Merkez Binası’nda Fethi ağabeyin huzuruna çıkar ve epeyce (hak etmediğini söylediği iltifatlar görür). Bu ziyaretlerin arkası gelince ‘dost ehli’, ‘gönül adamı’, rahmetli Cahit Zarifoğlu (1940-1987)’nun deyişiyle, ‘Tek başına âdeta bir okul’ olarak vasfedilen Gemuhluoğlu’yla dostluğu geliştirir. Necip Fazıl, ölümüne yakın “Bana Urfalı o çocuğu, Mehmed'i bulun, bir sırrım var, ancak ona emanet edebilirim.” diye ortalıkta dolaşan yanlışa işaret ederek şöyle söyledi: Bu meseleyi ben TVNET kanalında, 26.06.2016 tarihindeki “Harita Metod” programında, sorulan soruyla açıklık getirdim. Aramızda böyle bir hadise geçti ama üstadla tanışalı iki veya üç yıl olmuş ya da olmamıştı. Bu sır bir hizmetle ilgilidir. Özel bir hizmetin görülmesi gerekiyordu. O sırada başka bir odada birçok arkadaşımız vardı. Attila Koç, Beşir Atalay, Osman Nuri Ersen, müteveffa Mehmet Soyak, Mehmet Akif İnan. Belki de alavere dalavere “Kürt Mehmet nöbete” darbı fehvasınca; belki de daha cevval oluşumla ilgili olarak üstad görevi doğrudan bana verdi. Diğerlerinin hadiseden sadece Mehmet Soyak’ın haberi vardı ve o da şimdi hayatta değil.”
Sistem kendi muarız veya muhaliflerini parçalara ayırıyor
Bundan başka internet ortamında daha bir sürü yalan yanlış bilgiler olduğunu da açıkladı, Ragıp ağabey. Sonrası biraz da kendisinden dinleyelim: “Okul hayatımın çok zorlu günleri de oldu olmasına, ama bazı kolaylıklar da beraberinde geldi. Türk Ocağı'ndan ayrıldıktan sonra bir müddet işsiz kaldım. Çeşitli işlere bulaştım. O ara saatçi Musa ağabeyin aracılığıyla Azot Sanayii’nde çalışmaya başladım. Okulun gece bölümünde okuduğum için uzun süre rahat ettim. O aralar edebiyat çevresiyle ilişkim biraz ilerledi. Fakat yaratılışım ihata edilmeye müsait olmadığı için bir grubun ferdi olamadım. Düşünce sahasında garabete bakmalı ki: meselâ roman okuyanlar bilmem neci, üstad okuyanlar daha bilmem neci gibi vasıflarla anılırdı. Kimse farkında değildi: Sistem kendi muarız veya muhaliflerini içlerinde parçalara ayırıyor, birbirlerine düşman yapamasa bile aralarındaki muhtemel muhabbeti kontrol edebiliyordu. Ayrıca arkadaşlık yaptığım gruplar genellikle hemşehrilik hassasiyeti üzerine kurulmuş ilişkilerle bağlı oldukları için ahlaken tab’an bey sıfatını hakikaten üzerinde taşıyan Erdem Bayazıt ağabeyden başka bu manada benim gibi bir iki arkadaş dışında aynıyla söylemeliyim “adamlık” görmedim. Bu alakanın temelinde ırkî âidiyetler, içtimâî hata mâlî ve maddî unsurların müessir olduğunu düşünenlerdenim.”
Karcı ağabey askerlik yapmamıştır. Bunu şöyle anlatır: “Ben askerlik yapmadım. Askerî okuldan ayrıldıktan sonra (atıldıktan sonra mı demeliyim. Çünkü iki sene sınıfta kalınca atılıyorlar) Talat Aydemir'in 1963 yılında darbe teşebbüsü sonunda okuldan atılanlar için çıkarılan 1803 sayılı askerlik hizmetinden muaflık veya men kanunundan yararlanacaklar listesine bizim kuşağı da dâhil etmeleri dolayısı ile biz de bu haktan yararlandık. Bu sebeple askerlik hatıram olmadığı için sohbetlerde sözümün olmamasına bazen içerlerim.
Çayların devamı gelince konu biraz daha derinleşti ve şu mecraya doğru akmaya başladı: “Ben şimdi şanlı olan oysa tarihin hiç bir devrinde şanlı gibi bir sıfata ihtiyacı olmamış Urfa'nın Siverek kazasındanım. Ailem Hop köyündendir. Siverek merkezine yerleşmeleri 1980 darbesinden sonradır. Yâni Zaza ırkındanım. Burada dâhil olduğum günden beri kimseye tam manası ile anlatamadığım aidiyetlerin ferdi, sonra milleti binâ eden hususiyetlerden söz etmek ihtiyacındayım. Ben ırkî âidiyetimle kibirlenmem, hoşlanırım; ama bu topraklarda yaşayan bütün kavimlerin bir araya getirdiği millî aidiyetimle hem övünürüm hem de böyle bir milletin ferdi olarak beni yarattığı için Allah'ıma şükrederim. Bu âidiyetin idrâki benim için çok önemlidir. Yukarıda anlattığım bütün hayatımın hikâyesi bu meseleyle uğraşmakla geçti. Ülkemizin okuryazar takımının “takiyyeci” hali bu idrâkin gelişmesine engel olmasa da geciktirmektedir. FETÖ elebaşısının, Bediüzzaman’la ilgili söylediği bir şey vardır: Ben risaleleri okumam. Bu ilmi benim ırkımdan olmayan biri iktisap ettiği için kıskandım ve okumadım. Bu itiraf aslında İslamcı geçinen bütün Türk okuryazarında vardır. Kürdü başını okşayıp “ulan Kürdoğlu” diyerek sevgi gösterisinde bulunurken bilirler. O Kürt ben kürdüm dediğinde o hâinle aynı safta birleştiklerine gözlerimle de kalbimle de şahit oldum. Özellikle İslamcı aydınların çoğunun içlerinin karanlık bir yerlerinde Kemalizm fidanını suladıklarını biliyorum. Şimdilerde adına demokrasi, evrensellik vs. diyerek o fidanlarına düşmanız dedikleri yerlerin gübresini döküyorlar. Sistemin yıllardır beyinlere yerleştirmeye çalıştığı “kifâyet” duygusunun eseridir bu. Her yıl İstanbul'un fethini kutlamak, ey Müslüman Türk milleti size İstanbul yeter, binlerce şehit vererek insanlığa açtığınız o toprakları unutun, şehitleri de boş verin. Zaten ne olduysa tarihinizdeki devletinizden oldu” demektir.
Şu anda Halep, Şam, Kerkük, bütün Kuzey Afrika, Mısır, Selanik, Bosna'nın kimsesizliğinin devamını muhtemel Müslüman milletin idrak uyanmasına engel olmayı sağlamaktır. Bu okuryazar takımı kendi milletinin kadim diline medeniyetine hatta müziğine uzak durmayı bırakın düşmanlık yapmayı evrensellik adına içine sindiriyor. Bir zamanlar Eurovizyon yarışmasının sonunda İngilizce şarkıyla yarışmayı kazanmayı içlerine sindirenlerin Ahmet Kaya'nın Kürtçe klip yapacağım niyetine neler yaptıkları daha yenidir. Yerlilik iddiasında bulunan İslamcılar bu hadisede tarafsız kaldılar. Sebebi Ahmet Kaya'nın Kürt ve bir de Alevî olması idi. Şimdi bakın sistem okullarımızda bu millî aidiyeti ve ruhu bertaraf edecek bir yanlışı daha müfredatımıza sokuyor: Tarih dersleri okullarda tercihli olacak. Yâni yeni yetişen nesil geçmişinden geçmişin ve geleceğin kendisine yüklediği mesuliyetlerden habersiz olacak: Alın size “ebter” bir nesil.
Lafı uzattım helal edin hakkınızı. Ben Siverekliyim dedim. Babam terziydi. O zamanlar ilkokul çağındaki çocuklar tatil zamanlarında esnaftan bir usta yanına çırak verilirdi. Benim babamın yanında bir iki arkadaşım çırak olduğu için beni marangoz yanına verdiler. İlk zamanlar akşamları dükkan kapanmadan süpürge işi bana verildi. Yıllarca yaptım ve sonunda sonradan lise çağlarında da devam edince hiç olmazsa kendime yarar işi kendim yapabilir hale geldim. Sonradan süpürme işinde maharetim görünce aklıma o günler gelir.
Okul sıralarındaki sıkıntım sonradan babamın durumun bozulması ile kardeşlerimi Ankara'ya göndermesiyle başladı. O arada sınıf arkadaşım ve şimdiki eşimle evlenmemizi geciktirdi. Uzun ve belalı yıllardır bahs-i diger.”
Necip Fazıl Kısakürek ile tanışması
Üstadla ilgili birçok hatırası olan Karcı ağabey bu bağlamda şunları söyledi: “Onunla tanışmamız ayrı bir mevzudur. Fakat benim üzerimdeki hakkı yıllarca iktisab ettiğim bilgi, düşünce ve sonunda vardığım idrâkin karşılığını Büyük Doğu dergilerinde bulmam olmuştur. Bu arada sadece Üstad'dan söz etmek haksızlık olur. Kemal Tahir'i Sabahattin Âli'yi, Nureddin Topçu (1909-1975) gibi milletimin yüz aklarını da saymadan geçmemeliyim. Çok içim yandığında bürosuna gider türkünün aslında bir müzik meselesi olmadığını tek anladığına şahit olduğum Nevzat Kösoğlu (1941-2013) ağabeyi ve bir de çelebilik libasını hakkıyla taşıyan Galip Erdem’i (1930-1997) de unutursam ayıp olur.”
Karcı ağabey başından beri yazmaya meraklıdır. Özellikle kadim şiire ilgisi çok yüksektir. Bu durumu şöyle açıklıyor: “Ancak yaptığım işin geleceğiyle ilgisi olmadan şiirler topladım. Hususen kadim şiirimizden. Türküler zaten kendiliğinden insanın kalbine kalbine sokulur farkına bile varmazsınız.” Bir ara Defne adlı o zamanın kalburüstü erkânının kalem oynattığı dergiyi biz yayımlamaya niyet ederler. Ekibin çoğu öğrencidir. Kadrodan birkaç isim şunlardır: Atillâ Koç, Beşir Atalay, Osman Nuri Ersen ve Tahir Yücel. Bir iki arkadaşın hikâye ve çevirileri dışında bütün yük Karcı’nın üzerine kalır; dokuz ay dayanabilirler ve dergiyi kapatırlar.
1970 sonrası önemlidir onun için. Başta Nuri Pakdil olmak üzere birçok değerli ağabeyin yazdığı Edebiyat dergisinde iki şiiri ve iki hikâyesi yayınlanır. Kısa bir aradan sonra Nabi Avcı ve Ahmet Kot gibi dergi tecrübesi olanlarla Gelişme isimli bir derginin etrafında bir araya gelip bir şeyler yazıp çizmeye başlarlar. Karcı’nın ilk kitabına adını veren şiir de orada yayınlanır. “Yeni Bir Sevdâ Süleymanı”. Ardından Bir Başkasının Kitabı ve Yakarış Temrinleri simlerini taşıyan iki kitabı yayınlanır. Bu üç kitap iki yıl önce Tut Elimden Düşmeyelim adıyla yayınlanır ve o yıl Türkiye Yazarlar Birliği'nin yılın şiir ödülüne layık görülür. Mavera, Yönelişler, Seyir, Ay Vakti, Yedi İklim ve Hece gibi önemli dergilerde şiir, deneme, hikâye ve Farsçadan bazı tercümeleri yayınlanır. Bana göre Karcı ağabey az, öz yani hikmetli, kadim tarzda sözler söyleyen bir âşıktır.
Son zamanlarda kadim şiirimizle ilgili birikimlerini değerlendirmeyi dert edinir. Bu derdi aklına getiren Prof. Dr. Mustafa Balcı'dır. Balcı hoca bir toplantıda bu düşüncesini Hece Yayınları’nın sahibi Ömer Faruk Ergezen’e açınca, bugünkü deyişle, proje kabul görür ve Karcı ağabey büyük bir uğraşının içine girer. Dağınık olmaması için yüzyıl içinde değerlendirme gayretiyle 2018 yılında 17. yüz yılı toparlar. Tahminen 1400 sayfa falan olacakmış. Çünkü 17. yüz yıl şiir bakımından oldukça zengin şair ve şiir ihtiva ediyor(muş). 90 şaire ulaşır. Bu yüzyılda şöhret bulmuş ama yazdıkları nazmdan öteye varamamış olanları mecmuaya almamış. Bu arada şöyle bir cümle sarfetti Karcı ağabey, “Bu sebeple şiir ile nazm arasındaki farkın tartışılmasını umarak heyecanlandım lakin hiçbir ses seda duymadım şimdiye kadar. Şiir ilimsiz olmaz. Ağzına kadar dolu bilgileri de ilim saymamak gerekir. Uzun ve netameli bir mevzudur. Şiir ve nazm; ilimle bilgi. Bu yüzden kitabın başına bu kitap her hangi bir ilmî hususiyeti imâ veya ihtar etmez. İdrâk ve irfan ile kıraat edilmeli; vadisinde tahassüs ile seyran edilmelidir diye bir ihtar koydum. İlk önce Hece dergisinde başlayıp ardından çeşitli dergilerde Şâirler ve Şiirler başlığıyla yazdığım yazılar kitap haline geldi yayınlamayı, bekliyor. O yazılarda yaklaşık yirmi beş şairin şiirini kendimce değerlendirmeye çalıştım. Yine bir zaman türküler üzerine yaptığım konuşmaları da bir araya toplamaya çalışıyorum. Adı Türkü Dinleme Temrinleri olacak nasip ederse mevlâmız .” Nihayet 9 Nisan 2019 tarihinde odamda çalışırken bir posta geldi. İçinden de ismime imzalı Mehmet Ragıp Karcı ağabeyin bir önceki cümlede zikrettiği müstesna kitabı çıkınca çok sevindim. Hemen okumaya başladım ve bir solukta bitirdim.
“Yanmadıkça odun bile melül olmuyor”
Kitaptan birkaç paragraf alıntılamak istiyorum.
“Kitapta sözü edilen türküler, müzikle olan alakasından ziyade yakılmasına medâr olan mâşerî yürek yangınına dikkat çektiklerim ve mümkünse o yangının insanlarımızın yüreğindeki ateşine kendi tahassüsümün penceresinden nazar ettiklerimdir… “Türkü yakılır, yakıldığı için de yakmak için yürek arar. Bu yürek bir pervanenin kanadı, bir aşığın sevgilisinin saçlarına takılı kalmış gönlü, bir yerlerde kapanmış bir yara olabilir.” (s. 9).
“Türkü bir yerlerde kapanmış bir yarayı deşmiyor, bir gönülde yeni bir yara açmıyor ve en önemlisi bir yaraya merhem olmuyor ve daha önemlisi İsmail’in kurduğu gibi sırtlanıp Boztepe’ye çıkmayı hayal ettirmiyorsa neye yarar?” (s. 9).
“İnsanın dünyaya ayak basması sesledir.” (s. 20).
“Derler ki ney, kaval, zurna, tulum gibi üflemeli çalgıların üzerindeki delikleri matkapla çok hassas bir şekilde delseniz bile o delikleri ateşte kızdırılmış bir demirle dağlamadıkça istediğiniz hissi bulamazsınız. Yani yanmadıkça odun bile melül olmuyor.” (s. 27).
“Türküler biçim olarak şiir olmalarına rağmen şiir olarak ortaya atıldıklarında ilgi çekmeyebilirler… Aslına yakan hüznün de arkasından dolanarak bilgi üstü bir durumu imâ eder: Melâli… Âşıkların yanlarında taşıdıkları bir defterleri yoktur.” (s. 88).
(…)
Böyle bir güzel insanla, türkü adamıyla tanışma şerefine nâil olduğum için kendimi bahtiyar addediyorum.
(…)
Edebiyatın birçok dalında mahareti olan Karcı ağabeyin eserlerini de şöylece zikredebiliriz:
- Film
Yeni Bir Sevda Süleymanı (1986),
Bir Başkasının Kitabı (1996),
- Belgesel
Dört Mevsim Ilgaz (1995),
Ardanuç (1995),
Kaçkar (1996). Kendi ifadesiyle Kaçkar belgeselini National Geografik ekibinden önce çekmişler.
Yusufeli İçin Methiye (1998).
- Şiir
Bir Sevda Süleymanı (1981),
Bir Başkasının Kitabı (1996),
Yakarış Temrinleri (1996).
Bu üç kitap 2016 yılında Hece Yayınları tarafından Tut Elimden Düşmeyelim ismiyle yayınlanmıştır.
- Hikâye
Talan (1999). Gelişme dergisinde yayımlandı. Kitap olmadı.
- Deneme
Türkü Dinleme Temrinleri, Hece Yayınları, Ankara 2019.
Hamiş veyahut müjde: 30 Haziran 2019 Pazar: 14: 01 tarihli en son konuşmamızda Kadim Şiirimizden Seçmeler Mecmuası ve Bayburtlu Zihni Divanı isimli iki güzel çalışmasının yakında basılıp okuyucuyla buluşacağının müjdesini almıştım. Basılmış: Bayburtlu Zihni Divanı, Sonçağ Yay., Ankara 2029.
Kadim Şiirimizden Seçmeler Mecmuası isimli eseri basıldı mı bil(e)miyorum.
(Not: Bu yazının bir kısmı Şehir ve Kültür Dergisi, S. 60, Temmuz 2019, s. 72-75 arasında yayınlanmıştır. Buradaki yazı vefatından sonra güncellenmiştir).