Geçtiğimiz günlerde Rize İsmail Kahraman Kültür Merkezi’nde “Bir Dava Ve Fikir Adamı Olarak Mehmet Akif Ersoy” başlıklı konferans düzenlendi. Konferansa konuşmacı olarak Prof. Dr. İsmail Kara katıldı. Kara konuşmasına Mehmet Akif’in “Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma/Sessiz yaşadım, kim, beni, nerden bilecek?” beytiyle başladı. Konuşmasının ilk yarısında Akif’in dava yönünü üç bölümde ele alan Kara, konuşmasının diğer yarısında Akif’in fikri yönüne vurgu yaptı. Konuşmasında sık sık Akif’ten beyitlerle örnek veren Kara’nın, klasik bir Akif biyografisi sunmaktan çok öte zihinlerde Akif hassasiyetini diriltecek etkili ve dikkat uyandıran bir anlatımı vardı. Konferansın sonunda Kara, Mehmet Akif fotoğraflarından oluşan bir slayt sundu. Bu konferanstan aldığımız notlar şöyle;
İsyan ruhu ve tevazu
Akif’in I.Mecliste hiç konuşmadığını biliyoruz, sadece bir tashihte bulunuyor. Onun bugün çağdaşlarından farklı olarak aramızda canlı ve dipdiri olmasının sebebi isyan ruhu ile beraber bu büyük tevazusudur.
Mehmet Akif de her fikir adamı gibi döneminin adamıdır. Onu tek başına bir yıldız gibi anlamamız mümkün değildir. Yaşadığı dönemi iyi bilmemiz gerekir. Akif portresini üç kare yani üç dönemde ele alabiliriz.
Öncelikle Akif, Arnavut baba tarafından vakar, dik duruş, inat, isyan ruhu; Buharalı ana tarafından ise sanatkarlık, tevazu, sessizlik, sabır gibi kendini kendi dışında her şeye adama özelliklerini almıştır.
Akif bir medreselinin evinde doğuyor. Babası bir alim, Fatih müderrisi. Fakat Akif babasından farklı bir mesleğe yöneliyor. Babasından dini ilimleri alsa bile modern eğitim kurumlarında okuyor; rüştiye, idadiye, baytar mektebi.
İlim ve itikad bir arada
Akif’in his ve inanç dünyası ile akıl ve bilim dünyası arasında gidip gelmesini sağlayan baytar mektebidir. Biz bugün bile bunu aşabilmiş değiliz. Bugün bu iki tarafta olanlar var, bu ikisinin birbirini beslediği bir durum yoktur. Akif’in pozitif ilimlerle ilmi yönü arasındaki uyumu bu gün bile göremediğimiz bir durumdur.
Akif medreseli değildir, medreseleri ciddi anlamda eleştirmiştir. Ama Arapça-Türkçe sözlük hazırlanması icab ettiğinde akla gelen ilk isimdir. O dönem medreseli büyük alimler varken Divan-ı Lügati’t Türk’ün tercümesi icab ettiğinde de akla gelen ilk isim yine Mehmet Akif’tir. Keza 1926’da Kuran-ı Kerim tercümesi için de akla gelen ilk isim O’dur. Bu Akif’in medresede yetişmemesine rağmen nasıl bir donanıma sahip olduğunu gösterir.
Abdülhamide bakışı
Akif portresini ortaya çıkaran ikinci kare Meşrutiyet dönemidir. Akif idareden, II. Abdulhamit’in yönetiminden memnun değildir . Bu onun gelenekçi tarafıyla birlikte yenilikçi bir yanı olduğuna işaret ediyor. Alimlerin, müderrislerin II. Abdulhamit’in yanında olduğuna dair bir kabul vardır muhafazakar milliyetçilerin arasında, oysa bu bize yansıtıldığından daha azdır.
Akif’in en bereketli, en önemli dönemi ikinci dönemi 1908-1923 yılları arasıdır. Bu dönem yakın dönem Türk tarihinin en sıkıntılı dönemdir. Siyasi, dini, edebi, iktisadi olarak…
Çanakkale Destanını ebedileştirebilen Akif’in yanına koyulabilecek ikinci bir isim yoktur. Akif bu eserini cephede değil Necid çöllerinde yazmıştır.
Neredeyse tüm İslam dünyasını omuzlarına alan bir dava adamı var karşımızda .
Akif 1908 - 1925 yılları arasında Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r Reşad yayınları ile basında yer alıyor.
Milli Mücadelede cami kürsülerinde
Teşkilat-ı Mahsusa’da görev alıyor. Bu sivil fakat Enver Paşa’nın başını çektiği bu günkü milli istihbarat türü bir organizasyon. Böyle bir organizasyonda neden görev almıştır? Bu organizasyon resmi olmadığı için bugüne kalabilmiş bir belgesi yoktur. Fakat Akif’in bu göreviyle kişiliğinin alakası yoktur. Ki o İttihat ve Terakki ile bağlantısı olduğu halde siyasi bir tehdit olmadıkça mesafeli kalan biridir.
Milli mücadele döneminde daha önce örneğine raslamadığımız bir şekilde cami kürsülerini siyasi kürsüler haline getiriyor. Milli mücadele döneminde Akif’in dava adamlığı istisna bir hal alıyor. Daha önceden Süleymaniye kürsüsünde, Fatih kürsüsünde eseleri var fakat bu dönemle cami kürsülerini milli, dini, siyasi konuşmalar ve vaazlar için kullanıyor.
Cumhuriyet dönemi I. Meclis’te yer alıyor. I. Meclisin bitişi Akif’in hayatında 3. ve son dönemine işaret ediyor. Kırgın ve içine kapanık bir şekilde İstanbul’a dönüyor. Lozan antlaşması ile gelen şartların ağır şartlar olduğu, milli mücadelenin bunun için yapılmadığı fikrindedir. Daha sonra kendisini gönüllü olarak sürgün etmiştir.
Niçin Mısır’a gidiyor? Bu konuda ağzından çıkmış bir açıklama yok. Yaygın olan görüş inkılaplara karşı pasif bir tepki olarak Mısır’a gittiğidir. Diğer bir görüşe göre I. Meclis’in kapanması ile haksızlığa, takibe uğradı ve dostlarının daveti ile Mısır’a gitti. Bence her ikisi de etkilidir. Çünkü, I. Meclis feshedileli çok olmuş, dini alanla ilgili büyük değişiklikler yapılalı çok olmuşken 1926 yılında Kuran-ı Kerim meali yapmayı kabul eden Akif’in gidişiyle ilgili bu soruyu tek taraflı cevaplamak O’nun davranışlarının künhüne varmamıza engel olur.
Akif vefatından 6 ay önce İstanbul’a dönüyor. İstiklal Marşı’nı yazmış bir şair olarak fakat bilinmeyen biri olarak geliyor. Çok ağır hasta olmasına rağmen ziyaretine gelen binlerce insan onu canlandırıyor.
Akif’in Fikri Yönü
Akif bir taraftan pozitif, bir taraftan dini ilimler almış biri olarak, hem bilim ile akıl hem his ile itikad arasında kolaylıkla gidip gelen ve birini diğerine feda etmeyen biridir. Yüksek bir hissiyat fakat çok realist çok sert eleştiriler vardır eserlerinde. Modern ilimlerle din arasında gerilim görmeyen bir yapısı vardır. Bu felsefi olarak normal değildir. Zira felsefi olarak modern bilim din karşıtıdır.
ikinci olarak zikredilmesi gereken O’nun büyük bir ahlak arayışı ve isyankar ruhu. Akif’in ahlak arayışı hem bir yeniden İslam ahlakı yorumu hem de bir isyan, başkaldırmadır. Diyebiliriz ki; ahlakçılar Safahat’ı ahlak kitabı olarak okur. Akif hem ahlakı hem de isyanı kuvvetlendirmek istiyor. Akif’te tasavvufa karşı bir tenkid bir istihfaf vardır. Hatta klasik İslam ahlak anlayışına karşı ağır tenkidleri vardır. Klasik ahlak ve tasavvuf anlayışının ahlakı yüceltmenin yanında isyan ruhunu gerilettiğini söyler Akif. Akif musibetlere karşı sabrı neredeyse kitaptan silmek istiyor, çünkü bunun ruhun isyan tarafını zayıflattığını düşünüyor.
Akif’te isyan!
Bu ahlaka yeni İslam ahlakı da diyebiliriz. Bu ahlak ve isyan anlayışı ile aileden dindar, mümin olan biri olarak Akif , bizim Allah’a karşı isyankar diyebileceğimiz bir tavrı dahi kullanıyor. Bu cümlelerde siyak sibak dikkate alınmadığı zaman Akif’in isyanı doruklara ulaşıyor gibi geliyor. İsyan ahlakı kavramı için biz Nurettin Topçu’yu bekleyeceğiz. Çünkü bu tabiri Akif kullanmamıştır. Fakat içinden geçtiği süreç O’na bunları söyletiyor.
Burada “Akif gelenekçi bir müellif mi yoksa modern mi ?” sorusu akla geliyor. Türkiye’deki genel intiba Akif’in gelenekçi olduğudur. Ama onun kuvvetli bir yüzü modern diğer yüzü gelenekçidir.
Akif bu noktda kendi dönemine kadar gelen din anlayışını devam ettirerek sürdürmenin mümkün olmayacağını düşünür. Bu açıdan geleneksel hayata dönük ciddi tenkidlerini görüyoruz. Ben bu tenkidlerin bazılarına katılmıyorum. Mesela medrese tenkidlerine…
Akif’in hayatı Osmanlı modernleşme süreçlerini ve yine cumhuriyet modernleşme süreçlerini desteklediğini gösteriyor. Bu onun siyasi yönüne de ışık tutuyor. Onun gerek din ile bilim, his ile akıl gerek ahlak ile isyan arasında gidip gelebilmesinin bizim üzerinde durmadığımız ciddi zeminleri var.
Bu topraklar düşman tarafından çiğnendiğinde din, şeriat çiğnendi demekdir. Akif’in mısralarında İslam toprakları ile İslam şeriatının çiğnenmesi denktir.
Hayatını mücadeleye adamış bir dava adamı “Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;
inler 'Safahat'ımdaki hüsran bile sessiz!” diyerek hayata veda etmiştir.
Fatma Bakır haber verdi