Medyadaki şiddet içerikleri hakkında medyaların kuruluş tarihinden beri tartışmaktayız. Çünkü şiddet, sanal veya gerçek ortamda her zaman dikkat çekmektedir. Herhangi bir gazeteyi elinize aldığınızda veya bir televizyon kanalını açtığınızda muhakkak bir şiddet içeriğine tanık olursunuz. Sanki bundan kaçış yok gibidir. O zaman soralım: şiddetin böylesi yoğun olduğu dünyada şiddet içerikleri herkeste aynı etkiyi mi uyandırıyor? Şiddetin gösteriliş biçimi aynı mı? Bu soruların yanıtını şöyle verebiliriz: Şiddet herkeste aynı etkiyi uyandırmadığı gibi şiddeti gösterenlerin gösteriş biçimi de birbirinden farklıdır.
Şiddet olgusunun bu kadar geniş, kişi ve gruplar tarafından tartışılmasının sebebi nedir? Çünkü medyadaki şiddet olgusuna dair bölük pörçük açıklamalar giderek kafamızı karıştırmaktadır. Yapımcısından tüketicisine, uzmanından destek verenine, politikacıdan gazetecisine kadar medyadaki şiddet içerikleri hakkında sayısız görüş bulunmaktadır. İşte bu doğru, işte şu yanlış diyebileceğimiz ortak bir söylem bulunmamaktadır. Bu da David Trend’in de dediği gibi “medyada efsane haline gelmiş bir şiddet algısı”na sebep olmaktadır.
Medya ile etkileşim halinde olan kişi ve gruplara biraz daha yakından baktığımızda aslında şiddet olgusunu nereye oturtmamız gerektiğini kavrayabiliriz. Tüketiciler, medyadaki içeriklerle her gün temas eden “toplumu” ifade etmektedir. Medyadaki şiddete en çok maruz kalanlar da tüketicilerdir. Bir şeye çok miktarda maruz kalmak ise o şeyden etkilenmek anlamına gelmektedir. Fakat başta da dediğimiz gibi şiddet herkeste aynı etkiyi yaratmadığı gibi her şiddet gösterimi de aynı değildir. Diğer yandan medyadaki şiddet içeriklerine tanıklık eden tüketicilerin (yani toplumun) şiddeti fark etme eşiğinin arttığı ve şiddete tepki verme süresinin uzadığı görülmektedir. Şiddete dair yapılan açıklamalardan korkan toplumların, şiddeti önlemeye yönelik hazırlanan sert politikaları destekleme ihtimali de artmaktadır. Şiddete yoğun olarak maruz kalan ve korkutulan birey, “adalet yerine gelsin” derken sert uygulamaları talep etmiş olur ve böylece şiddetin adalet olduğu zannına kapılır.
Medyadaki şiddet içerikleri hakkında politikacılar, gazeteciler ve uzmanların yaptığı açıklamaları hangi kimlik, görüş ve amaç ile yaptığı önemli bir kriterdir. Medyada şiddet tartışmasının bu kadar karmaşık olmasındaki ana sebep ise her kafadan bir sesin çıkmasıdır. Eğer akademik yöntem ve çıktılar birbiriyle etkileşim halinde olursa medyadaki şiddetin ne anlama geldiği pek çok noktadan anlaşılabilecektir.
David Trend’e göre medyadaki şiddet içeriklerine dair yapılması gereken ilk şey; şiddet içeriklerini suçlamaktan çok neden bu yayınlara bu kadar talep olduğunu düşünmek olmalıdır. Araştırmalar gösteriyor ki medyadaki şiddet içeriklerinin bu kadar yoğun olmasının altında yatan sebep; toplumun şiddete olan talebidir. Diğer yandan medyanın da bunu körüklediğini söyleyebiliriz.
Medyadaki şiddetin tarihini çok daha geçmişe, özellikle matbaanın icadı sonrasına götürebiliriz. Halkın bilgiye daha kolay erişimi kolaylaşmış ve şiddet ile teması daha sık olmaya başlamıştır. Ardından fotoğraf ve filmlerle birlikte medyadaki şiddet unsurlarıyla olan yakınlığı sıklaşmış, televizyon ve internetin icadıyla da şiddet unsurlarını gören halkın ahlâki yozlaşmaya düşeceği endişeleri gün yüzüne çıkmıştır.
Günümüze geldiğimizde şiddet gösteriminden çok, şiddete karşı kendimizi koruma içgüdüsünün körüklendiğini söyleyebiliriz. Bu körükleme sonucunda insanlık şiddet olmadan şiddet tehlikesine karşı kendisini korumaya çalışmaktadır. Her şeye karşı sanki bir bombaymış gibi tutunduğumuz bu hayat içerisinde, kendimizi bir çember etrafına alırız.
George Gerbner’in “acımasız dünya” sendromunda ileri sürdüğü fikre göre dünyada iyi ve kötü güçlerin sürekli çatışma halinde olduğu, filmlerdeki kahramanların ve kötü adamların gerçekten yaşadığı ve süregelen refahımızın devamını sağlamak için şiddetin gerekli olduğu, çünkü dünyanın giderek daha tehlikeli bir yer haline geldiği söylenmektedir. Günümüz insanı geçtiğimiz yüzyıldan bu yana var olmak, özgüvenli bir birey haline gelmek gibi temalarla güdülenen, maddi unsurlara yanaşan; reklam, film, dizi gibi her türlü görsel araçla başarının buradan geçtiğini ısrarla gösteren medya algısıyla dolu bir hayat yaşamaktadır. Şiddet ve medyanın insana sunduğu bu hayat algısı sanaldaki gerçeklik etkisidir. Fakat medyadaki şiddet algısının tamamen veya çok yüksek bir oranda şiddet eğilimine döndüğünü iddia edemeyiz.
Medyanın en büyük handikabı maddi kazancını korumak ve daha yükseğine gözlerini dikme içgüdüsüdür. Ekranda gösterilen ürün veya olayların gönderdiği mesaj: “Bu ürün/olay sizi başarıya taşır, bunu kullanmalısın/yapmalısın” veya “Bak dünya artık böyle bir yer, insanlar birbirini öldürüyor, kıyıyor, canice katlediyor” şeklindedir. “O yüzden bizim verdiğimiz reçetelere güvenmelisin” diyor. “Bu güven ile ülken, şehrin, evin, ailen ve tüm yatırımların korunacaktır” sözleriyle toplumu içine çekiyor. Kısacası medya, şiddet olaylarının görünürlüğünü artırarak halka şiddeti orantısız bir şekilde göstermektedir. Ülkemizdeki gündüz kuşağındaki programlardaki içerikler bunun açık bir göstergesidir. Kitapta da Amerika’daki prime time saatlerinde en çok izlenen on programdan altısının şiddet programları olduğu bilgisi, televizyondaki en kârlı işin bu tür içerikler hazırlamak olduğunu gözler önüne sermektedir. Herkesin bir katili aradığı programlarda şiddeti en dibine kadar öğrenmiş oluyoruz. Ve daha da kötüsü şiddeti kanıksayarak vurdumduymaz bir havaya bürünebiliyoruz.
David Trend’in de belirttiği gibi dünyamızdaki şiddet hiçbir zaman bitmemiş aksine kültürümüze işleyen bir unsur olarak her dâim var olmuştur. O yüzden şiddeti tamamen yok edebilme anlayışından çok, asgari seviyeye indirme fikrinin daha uygun olacağı kanaatindeyim.
Medyadaki şiddetin kitap boyunca bir şehir efsanesi olduğunu açıklayan David Trend, tüketicilerin medyadaki şiddet içeriklerine verdikleri tepkilerinin değişkenliğini; politikacıların çıkarcı tutumlara bürünebildiğini; uzmanların görüşlerini bilimsellikten ziyade kanaat bazlı olarak aktarabildiğini; destekçilerin de benzer hatalara düşebildiğini; gazetecilerin maddi kaygılarla abartı ve çarpıtmaya gidebildiğini; yapımcıların da kâr yapma isteğiyle hareket ederek medyadaki şiddet unsurlarının toplumsal zararını çok düşünmediklerini çekici örneklerle anlatmıştır.
Yakuphan Güleç