Türk kavramı bir ırka mensubiyeti ifade etmez
Şiar dergisi 16. sayısı ile çıktı okuyucularının karşısına. Ramazanı karşılayan, bayramı müjdeleyen bir sayı olmuş Mayıs-Haziran 2018 sayısı. Ömer Tuğrul İnançer ile yapılan bir söyleşi var dergide. Söyleşiyi Serap Kadıoğlu gerçekleştirmiş. İslam medeniyeti, tasavvuf, ramazan gibi konuları işliyor söyleşi.
Benim söyleşide dikkat çekmek istediğim nokta; İnançer’in “Türklük” kavramı üzerine düşüncelerini paylaştığı bölüm. Yer yer İsmet Özel’in bakış açısı ile örtüşen fikirler öne sürüyor İnançer: “Türk kavramı bir ırka mensubiyeti ifade etmez. Bir düşünceye, bir hayat görüşüne, bir yaşam tarzına, hülasa bir medeniyete sahip olmayı ifade eder. Türklük evvelen bir aidiyet meselesidir.”
Gönlümüzün değdiği, adı anıldığında içimizde kardeşlik duygularının kanatlandığı coğrafyaların da kulağını çınlatıyor İnançer:. “Türk Müslümanlığı deyince insanlar kızıyorlar. Niye? Türk Müslüman demek, İslam medeniyetinin en yüksek numunelerini ortaya koyan kavim demektir. Bu doğrudan ırkla alakalı değil. Bu kavme Boşnak da girer, Arnavut da girer, Arap da girer, Çerkes de girer… Ama Türk adı altında girer.”
Mimar Sinan şairlere de ilham olmuş
Sadece Osmanlının değil tüm dünya mimarisinin baş mimarı diyebileceğimiz Mimar Sinan,şairlere de ilham olmuştur. Emre Ayhan Şiar’da şairlerin Mimar Sinan’dan ilhamla yazdığı şiirlerden örnekler veriyor. Mimar Sinan’ın hayatı ile ilgili kaynak eserlerden bahsettikten sonra tezkirelerden yola çıkarak şiirleri açıklamaları ile birlikte veriyor Ayhan: “Sinan-ı Kayseri meşhur namı / Füzun mimarlıkta ihtimamı / Zimüşşan dinilürse yoludur / Muazzam üç şehinşahın kuludur / Ve ol üç ahd içinde çok imaret / Yapup buldu umurunda maharet” (Asari)
Mehmet Akif’in şiirine de konuk olur Mimar Sinan: “Sade sen gösteriver; işte budur kubbe, diye / İki ırgatla iner şimdi Süleymaniye’ye / Ama gel kaldıralım dendi mi heyhat, o zaman / Bir Süleyman daha lazım yeniden, bir de Sinan”
Son alıntı da Arif Nihat Asya’dan: “Natını Galip yazsın, Mevlid’ini Süleymanlar! / Sütunları, kemerleri, kubbeleriyle / Geri gelsin Sinan’lar!”
Şiar’ın şairleri
Şiar dergisi her sayı dergiye katılan isimleri ile zengin bir şiir içeriği sunuyor okuyucusuna. Süleyman Unutmaz, Güven Adıgüzel, Bahtiyar Aslan, İbrahim Eryiğit, Cemalettin Latiç, Tunay Özer ve daha birçok isim var dergide.
Süleyman Unutmaz şiiri ile bir dergide karşılaşmak heyecan verici. “Beklenen” şiiri de aynı heyecanı yaşatan bir şiir. Anneye yaslı edebiyatımız canlılığını korumaya devam ederken babalar için yazılan şiirlerin içindeki mahzunluğu her zaman içli bir türküye benzetirim. Şiirlerde babalar güçlü yönleriyle değil de kırgın yürekleriyle yer alırlar genelde. “Beklenen” şiirinde olduğu gibi: “Babamı yolladım çocukluğuma / Islak pencerelerle dolu gecede / Yas tutsun varlığım yokluğuma / Babamdan dökülen kırgın şiirde”
Şiar’dan son paylaşım da Tunay Özer’den. “Van Gogh’un Kulağı” şiiri yer alıyor dergide: “korkma boşluktan / hakikatin yapı taşıdır o / umuda ilişkin / görüntüye yaklaştırır zamanı / ve parça, bütüne çalışır orada”
Dümen kırmayı unutan kaptan
Mahfel dergisi 3. sayısına ulaştı. Derginin kemik kadrosu da oturmaya başladı. Bu iyiye işaret. Bir dergi dışarıya bağımlı olmadan çıkmayı başarabiliyorsa ayakları üzerinde duruyor demektir. Dışarıdan gelecek yazıdır, şiirdir, vs. onlar derginin süsü olsun ama öncelikle bir kadro ile çıkmayı başarmalı dergi. Mahfel bunu başaracak görünüyor.
Ahmet Menteş, bir şiiri ile Mahfel’de: “Dümen Kırmayı Unutan Kaptan.” Dergilerle münasebeti güçlü şairlerden olan Menteş, şiirle arasını hep sıcak tutuyor. Bu şiirsel yoğunluğu ilk kitabı ile de taçlandırdı.
Mahfel’de yer alan şiiri de şairini temsil gücü anlamında güçlü bir şiir. Yer yer direnişi bileyen, yüksek bir sesi olan şiirden bir bölüm paylaşıyorum: “… yarının sahte telaşına kısır bir hevesle koş / kara mermerden aynanın çatlaklarından sız / yemin tut, sır dağıt, kaş yap, göz çıkar / kara karganın saatidir bu geniş zamanlar / kralımız karga önünde el bağla, diz kır / aman dile / tapındığın tapınakta topal putlarını topla / yakınlığından yakındığın ölümü sözlerinle oyala / yaşama ilişkin her şeyi budayabildiğin kadar buda”
Divan şiirinde sosyal yaşam izleri
Mustafa Söğüt geçen ay ilkini yayınladığı yazının ikincisine devam ediyor bu sayıda da. Divan şiirine dair genel bir değerlendirme yapıyor yazısının başında Söğüt. Özellikle dil-anlam ilişkisi üzerinde durarak Divan şiirinden neden uzak kalındığının tespitlerini yapıyor, şiirlerin anlaşılmamasını bahane göstererek Divan şiirini anlamsızlıkla itham edenlere cevap veriyor Mustafa Söğüt: “Bu dönem anlam kapalılığı ve bünyesinde bulundurduğu tamlamalar sebebiyle yeterince anlaşılamamış ve çağımızda ağır eleştirilmiştir. Yazılan eserlerin ağır anlatım içerisinde olması dönemine göre bakıldığı zaman sanıldığının aksine toplumdan kopuk değildir.”
Divan şiirinin tam olarak anlaşılamamasının bir etkisi olarak bu dönem şiirinin sosyal hayattan kopuk olduğuna dair ortaya atılan eleştirilere açıklık getirmek istiyor Söğüt. Yazının temelinde de bu düşünce var. Konuya açıklık getirmek için dönemin sosyal olaylarını en yoğun olarak işleyen surnamelerden ve özellikle Nabi’nin Surname adlı eserinden örnek beyitler veriyor yazısında: “Cem olup nas açılınca meydan / Sünnet oldu iki yüz sıbyan”, “Sonra bir yeniçeri şehbâzı / Eyledi zirvesine pervâzı”, Böyle böyle görülüp zevk u sürûr / İtti ol gice sürûr ile mürûr”
Hayallerin sınırı olmaz
Emine Gündüz Menteş “Âlim Mehmed Efendi” adlı hikâyesi ile Mahfil’de yer alıyor. Bir hayalin hikâyesi bu. Gerçekleşen bir hayal. Her şeye rağmen hayallerinin peşini bırakmayan Mehmed Efendi’nin hikâyesi. Bir kahvehane açıp orayı hayallerinin mekânına dönüştüren, daha sonra hayalleri kül olan ama azminden bir şey kaybetmeyen Mehmed Efendi’nin hikâyesi. Kısa, bir solukta okunan ve içimize geçmiş zaman esintisi yayan bir üslupla anlatmış hikâyesini Emine Gündüz Menteş.
“Mehmet Efendi’nin o güzel kahvesi yandı gitti. Hilmi için zor olmadı bu güzelliği yıkmak. Ama kötülük çaba kadar güçlü değildir. İstanbul’da herkesin yerini bildiği, sohbetin tadından yenmediği kahvesi artık olmayan Mehmet Efendi esnafla konuşurken; ‘Kahve açacağım, sizin hiç bilmediğiniz hiç görmediğiniz bir şey…’ diye söze başladı yine. Bu sefer inandılar, gülmediler. Yapardı, yapacaktı…”
Mahfel dergisi yeni kaybettiğimiz iki ustayı da şiirleriyle anıyor sayfalarında. Derginin ilk şiiri Cemal Safi’ye ait. Arka kapakta da Ülkü Tamer’in bir şiir var.
Kelimesini yitiren nesil
Dil ve Edebiyat dergisi 113. sayısına derginin çıkış amacına uygun bir kapak ve yazı ile giriş yapıyor. Üzeyir İlbak, “Kelimesini Yitiren Nesil” yazısı ile yitip giden kelimelerimize bir ağıt yakıyor adeta. Hem dergi olarak hem de dernek olarak Dil ve Edebiyat; Türkçemiz üzerine kafa yoran, dilimizin kimliğimiz olduğunu her fırsatta vurgulayan bir oluşum. Bu hassas noktaya dikkat etmek gerek. Dili hafife almaya başladığımızda aslında tutunduğumuz dalların tek tek elimizden kaydığına da ister istemez şahit olacağız.
İlbak yazısına nasıl olup da gençlerin kelimelerden bu denli uzak düştüğüne dikkat çekerek başlıyor: “Bilgisayar ve akıllı telefonlar hayatımızı kolaylaştırıp kültürel duyarlılığımızı artırdı mı? Son yıllarda ‘çok sorulanlar’ kategorisinden bir soru! Bu cihazlar kullanıma girdiğinden beri dilimizde, mahremimizde, dostluklarımızda… Gözle görülür bir bozulma, üslupsuzluk, nezaketsizlik, kelimesizlik ve kültürel alanda bir çoraklaşma-fakirleşme meydana geldi.”
Özellikle Osmanlı sonrasında Batıdan etkilenmenin sonucunda ortaya çıkan sonuçlara değiniyor İlbak. Kelimelere de yansıyan olumsuz sonuçlara örnekler var yazıda; “İMeFe, AyEmEf, tower, house, rezidans” derken değişiverdi hayatımızla birlikte kelimeler de.
Sorunları sıralandıktan sonra çözümleri de anlatıyor İlbak yazısında. “Düştüğü yerden kaldırmak” ve “yeniden başlamak” başlıklarındaki tespitler dilimizin tuzu biberi olacak ip uçları sunuyor okuyucuya. Devamı Dil ve Edebiyat dergisinin 113.sayısında.
Türk romanının macerası
Emir Ali Çevirme edebiyat tarihimizde roman türüne gelene kadarki evreyi işliyor yazısında. Değişimler, etkilenmeler çerçevesinde bir yolculuğa çıkıyoruz. Geleceğimiz adres; edebiyatımızda roman. Destan ve mesnevi ile uzun anlatımlı yazı türüne aşina olan milletimizin roman türü ile yakınlaşması çok da zor olmasa gerek. Bu geçiş dönemini de anlattıktan sonra Tanzimat’la birlikte romanlarımıza geliyor söz. İlk örnekler, eksik yanları, özgün yönleri yazıda ele alınan noktalar.
“…Şemsettin Sami Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı romanıyla Türk edebiyatında roman türünün ilk örneğini ortaya koymuştur. Telif roman türünde ilk deneme olmasının gerektirdiği bazı acemiliklerle birlikte kadın-erkek ilişkilerini farklı bir bakış açısıyla ele alması, anne-babanın zorlamasıyla gerçekleşen bir kısım evliliklerin faciayla sonuçlanması yüzünden görücü usulü evliliğin tenkidi ve toplumda kadına değer verilmemesi gibi meseleler üzerinde durması bakımından aynı konu etrafında daha sonra yazılacak eserler için örnek teşkil etmiştir.”
Namık Kemal ve romanları hakkında da derinlemesine tespitleri var Ali Emir Çevirme’nin: “Türk romanına ciddi bir giriş yapan Namık Kemal, ilerleyen yıllarda mükemmeliyete varacak olan Türk romanının romancılarına, iyi bir örnek teşkil eder.”
Fahrettin Paşa’yı anmak ve anlamak
Dil ve Edebiyat’tan son paylaşımım Hayrettin Durmuş’un Fahrettin Paşa’yı anlattığı yazısından olacak. Çöl Kaplanı Fahrettin Paşa’yı anlatıyor yazısında Durmuş. Dikkate değer bir tespitle başlıyor yazısına: “1299 yılının ocak ayında Selçukludan bayrağı devralan Osmanlı; mazlumlara sevinç, zalimlere korkuydu. Tarihin cilvesine bakın ki yine bir ocak ayında Medine’yi terk etmeye mecbur kalmıştık.”
Fahrettin Paşa’yı Medine Müdafaası’ndaki dillere destan mücadelesi ve yaşanmış olaylardan kesitlerle anlatıyor Hayrettin Durmuş. Ne yazık ki hakkıyla tanınmayan isimlerdendir paşa. Onun peygamber sevgisini, vatan sevgisini her fırsatta anlatmak söz sahibi olan herkesin borcu olmalı.
Medine Müdafaası’ndan başlayarak paşanın esirlik hayatı, Türkiye’ye döndükten sonra aldığı görevler anlatılıyor yazıda. Paşa’nın peygamber sevgisi de ayrıca ele alınmayı gerektiren bir samimiyete sahip. Peygamber Efendimizin kabrini ziyaret ettikten sonra yakarışını buraya almak istiyorum: “Efendimiz… Ümmetiniz size karşı mahcuptur. Huzurunuzda söz vermişti. Bilmenizi isterim ki Efendim ben sizi asla bırakmayacağım. Burada türbenize vuran geceye dahi kızmaktayım. Ben ki titreyen bir mum gibi ışık olur, kabrinizin üstüne düşme cüretkârlığını gösteren karanlığı dağıtırım. Ben ki bir çınar gibi ayakucunuzda, gözümü kırpmadan beklerim Efendim.”
Dağa akan nehir, Akif Emre
Şehir dergisi Mayıs 2018 sayısında yine Kayseri’den başlayarak kültür-sanat gündeminin nabzını yoklamaya devam ediyor. Hayrettin Oğuz,ölümünün birinci yıldönümünde Akif Emre hakkında yazmış. Şehir dergisine yakışan bir yazı olmuş bu. Akif Emre memleketine sevdalı bir Kayserili idi. Hem yazı hem de fotoğraflar bir Akif Emre portresi sunuyor bizlere. Akif Emre’nin Kayseri’si var yazıda: “Akif Emre bu toprakların çocuğu. Bu ırmağın delikanlısıve bu dağın insanı… Bir mekâna, bir dağa, bir insana nasıl bakılacağını ondan öğrendim dersem abartmış olmam.”
Böyle diyor Hayrettin Oğuz. İyi bir dostu hüzünle anlatmanın kırıklığı var satırlarda. Kayseri’de birlikte yaptıkları gezilerden, Akif Emre’nin gözünden Kayseri’nin, köylerinin halinden bahsediyor. Bu yazıya biyografi diyebiliriz ama içinde anıların da yer alması yazıyı daha sıcak bir hale büründürmüş. Akif Emre’nin düşünce dünyasına da yolculuk yapan bir yazı bu. Kayseri’den aldığı ilhamı yazılarına nasıl yansıttığının şahidi oluyoruz biz de: “Bir veli türbesine gittiğimizde, bir köy mezarlığını gezdiğimizde, bir dağ yamacındaki tekkeyi veya türbeyi dolaşırken yaşadığı varoluşsal boyutun defalarca şahitliğini yaptım. Onun tek ve tenhalığı gezdiği yerlerin de tek ve tenhalığıydı aslında. Neyi kaybettiğimizi çok iyi biliyordu. Belki de bu tavrıyla bana mekânı öğretiyordu.”
Son cümleleri de bir özlemin dile gelişiydi: “Bunun içindir ki dağlara akan nehir olmak gerekiyordu. Çöllere yürüyen ağaç… Taşlara ekilen tohum…”
Şehir tarihi, insanın tarihidir
Şehir yazılarının okuyuculara sunduğu geçmiş zaman fotoğrafları, bir zamanlar yaşanmış olan hayatların cümleler aracılığı ile de olsa canlanmasına bir nebze katkı sağlıyor. “Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür.” sözünden hareketle sık sık şehirlerin geçmiş zamanda yaşayan ruhlarını yoklamakta fayda var. Şehir dergisinde Hüdaverdi Aydoğdu “Şehr-i Kayseri” adlı yazısında bir zamanların Kayseri’sini anlatıyor. Şehir, insan, mahalle, sokak, sesler birbirine karışır böyle yazılarda. Hepsinin içinde dinmek bilmez bir hüzün vardır. Şehirler önlenemez bir hızla modern olmak için yarışırken insanın içini yine de şehirlerin geçmişe bakan yüzleri rahatlatır.
Aydoğdu, mekânlardan ve şehrin bugün yitip giden hallerinden bahsediyor: “Şehir küçüktü. Gökyüzü de öyle. Bu küçüklüğün içinde sokaklar, evler de küçüktü. Tüm caddeler meydanda, insanlar ise ya cami avlularında ya da küçük şehir parkında buluşurlardı. Dünyaları, şehirleri, sokakları ancak evleri kadar genişti.”
Şehirlerle birlikte insanlar da değişiyor. Ayak uyduruyorlar birbirlerine. Her şeye nasıl da çabuk alışıyorsak buna da uyum sağlıyoruz. Kayseri’nin geçmiş zaman günlerini okuyunca bir huzur kaplasa da bugünün telaş içinde yaşayan insanı, yaşadığı anın tadını çıkarmaya devam ediyor. “Yılankavi sokaklarda faytonların nal seslerinden gönlünüze bir melodi düşerdi şıkır şıkır… Elinizdeki fileyi kapıverirdi mahallenin haylazları: balki beş on kuruş harçlık umuduyla…”
Osmanlı’yı fotoğraflayan Abdullah Biraderler
Fotoğraf sanatına ilgi duyanlar için de bir yazı var Şehir’de. Derginin görsel damarı çok güçlü. Yayınlanan fotoğraflar ve fotoğrafçılık üzerine yazılar derginin her sayısında dergide oldukça yer tutuyor.
Fehmi Gündüz Osmanlı’nın ilk fotoğrafçıları Abdullah Biraderler hakkında yazdığı yazıda fotoğrafın tarihinden başlayan bir yolculuğa çıkarıyor okuyucuyu. İlk fotoğraf örnekleri, yapılan çalışmalar yer alıyor yazıda. Abdullah Biraderler’in Osmanlı’ya fotoğrafı getirme süreçleri, çalışmaları ilginç ayrıntılarla yer alıyor yazıda. Yazıdan, ilk fotoğraf çektiren padişahın Sultan Abdulmecid olduğunu öğreniyoruz. Aslen Kayserili olan Abdullah Biraderler sadece Türkleri değil dönemin imparator, kral ve paşalarının da fotoğraflarını çekmiş, yabancı hükümdarlardan çok sayıda nişan ve madalya almıştır: “Sultan Aziz çekilen fotoğrafları çok beğenmiş olsa ki Abdullah Biraderler bundan sonra padişahın hususi fotoğrafçısı tayin edilmişlerdir. ( Ressam-ı Hazret-i Padişah) Saray halkının ve Bendegan’ın fotoğraflarını çekmişlerdir.”
Abdullah Biraderler çektikleri fotoğraflar ile sadece bir sanatı icra etmekle kalmamışlar, aynı zamanda Osmanlı’yı dünyaya da tanıtmışlardır: “Abdullah Biraderler, Osmanlı Devleti’nde fotoğraf sanatçılığının ilk isimleridir. Sadece portre ve aile fotoğrafları değil doğa, eser ve sanat fotoğrafları da çekmişlerdir. Sonraki nesillere yadigâr olmak üzere İstanbul ve çevresinde birçok tarihi eser ve manzara fotoğrafları çekmişlerdir. Çektikleri fotoğraflar zamanlarının şahidi olmuşlardır ve birçok kaynakta kanıt olarak gösterilmiştir.”
Kervan nasıl olsa yürür
Ayasofya dergisini ilk sayısından beri takip ederim. Gözlemlediğim şu; istikrarı olan bir dergi Ayasofya. Sözünü çoğaltmanın ve sesinin mesafesini uzatmanın derdinde. Her sayı dergi içeriğindeki zenginlikten bunu anlamak mümkün. Daha dikkat çekici olan; derginin son birkaç sayısı sanki daha bir serpildi, daha bir kendine geldi. “Her dem yenilenmek” denen şifayı dopdolu yaşıyor dergi.
23. sayısı da yine okuyucuların iki aylık sürede ellerinden bırakamayacakları bir yoğunluğa sahip. Samimiyetle yola düşmek, içtenliğini kaybetmemek önemli olan. Köksal Alver Hoca’nın dergide yer alan “İt ve Kervan” isimli yazısı çağrışımı doğru tespit edildiği üzere “İt ürür kervan yürür.” atasözünün açıklaması niteliğinde bir yazı.
Köksal Hoca’nın engin görüşlerine katılmamak mümkün değil. Günümüzde en sık kullanılacak atasözlerimizden birini sık sık terennüm etmek zorunda kalıyoruz. Sağdan, soldan, kıyıdan, köşeden o kadar ses geliyor ki bu seslere takılmadan yürümek bu çağda büyük maharet: “Kervan, gitmek, göçmek, sürekli yol almaktır. Kervan yolda olmak ve yoldan ayrılmamaktır. Gelecek saldırılara karşı tedbirli olmak, emniyeti sağlamak ama mutlak manada yürümek ve yol almaktır.”
“İt itliğini yapacak, ürüyecek, havlayacaktır. İtler hep olacaktır. Orada, burada, dağda, bayırda, boş arsalarda izbelerde itler gezinecektir. Ama it ürüyor diye, itler meydanda dolaşıyor diye kervan yoldan çıkmayacak; yolu, gayeyi ve mevziyi terk etmeyecek, emaneti düşmana kaptırmayacak.”
Şiir sinemaya uyarlanır mı?
Edebiyatla sinemanın birbiriyle sürekli etkileşimde olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Özellikle sinemanın edebiyattan beslendiği gibi bir gerçek de her vakit geçerliliğini koruyor. Edebiyattan uyarlama senaryolara defalarca şahit olduk. Özellikle hikâye ve romanların beyaz perdeye yansıyan yüzü ile karşılaşmaktayız. Bülent Özdaman, Ayasofya’da yer alan “Dramatik Yapı Bağlamında Şiir ve Sinema” adlı yazısında düşündükçe hoşumuza giden, hoşumuza gittikçe içimizi bir heyecan kaplayan bir meseleyi işliyor; “şiiri sinemaya uyarlamak.” Aslında yazısının bütününden çıkan niyeti ben böyle okudum. Şairlerin sinemadan etkilenerek şiirler yazdığından, yönetmenlerin şiirin imkânlarını kullanarak bizlere eşsiz sahneler sunduklarından bahsediyor Özdaman. Şiiri uyarlamanın zorluğunun da farkında olarak söylüyor tüm bunları: “Şiirin sinemaya uyarlanması, aktarılması elbette kolay değildir ki şiirler ardındaki hikâyeyi kolay kolay su yüzüne çıkarmadığı için de sinemacılar tarafından keşfedilmemek gibi bir talihsizlikle de karşı karşıya kalıyor, o sebeple şiir uyarlamaları diye bir konu öykü, roman uyarlamaları kadar gündem değil hatta gündeme gelmesi bile başlı başına gündem olsa yeridir.”
Yazının sonunda modern sinema için dikkate değer bir tavsiyesi var Özdaman’ın: “Sonuç olarak daha esnek bir yaklaşımla şiirin de sinema gibi tarihin çok eski dönemlerinden beri dramatik yapıyı öyle ya da böyle kullandığını ve imgeyle beraber belki de anlatının çok yüksek katmanlarına kanat çırptığını, modern sinemanın ise klasik anlatının sınırlarından sıyrılmak ve anlatısına derinlik ve mana katmak için şiirin bu imkânından ilham alması gerektiği açık bir durum tespitidir.”
Bu yazıyı şunu hayal ettim; keşke İsmet Özel’in Amentü’sü ya da Edip Cansever’in Mendilimde Kan Sesleri film olsa. Benden dilemesi, gerisi sinemacılara kalmış.
Tarık Buğra’nın Türk edebiyatına bakışı
2018 yılında Tarık Buğra yüz yaşına girdi. 2 Eylül 1918 doğumlu yazarla ilgili gönül isterdi ki yıl boyunca etkinlikler olsun, tarihimizi edebiyata taşıyan bu büyük ismin yüzüncü yaşı ismine yakışan programlarla taçlandırılsın. Mayıs ayındayız. Umut etmek için daha vaktimiz var diyeceğim de zaman çok hızlı ilerliyor. Hiç değilse dergiler bu yılki her sayılarında Tarık Buğra’nın ruhunu şad edecek yazılarla büyük ustayı ansınlar ki gençler de Tarık Buğra gibi bir isimle karşılaşma şansını yakalamış olsunlar.
Ayşen Yıldırım “Tarık Buğra’nın Türk Edebiyatına Bakışı” adlı yazısında Buğra’nın romancı kimliğinden daha çok yazarın edebiyat dünyamıza bakışı üzerinde duran tespitlerde bulunmuş. Roman dışındaki eserlerinden başlayarak, roman karakterlerine kadar uzanan bir yelpazede konu edinmiş Buğra’yı.
“Tarık Buğra’nın eserlerinde mutlaka kitap okumaya sevdalı kahramanlar görürüz, bu kahramanların tümüne bakacak olursak her birinin sergilediği karakterle örtüşen eserleri, yazarları ve şairleri okuduğunu/ bildiğini fark ederiz. Yunus Emre, Yahya Kemal, Cenap Şehabettin, Ahmet Haşim, Şeyh Galip, Abdulhak Hamid Tarhan, Mevlana, İmam Gazali ve daha nice yazar âlimimiz Tarık Buğra’nın eserlerinde bizimle konuşur.” Daha sonra romanlardan örnekler vererek romanlarda geçen edebiyat eserlerini sıralıyor Yıldırım. Bir de Tarık Buğra’nın Tercüman gazetesindeki köşe yazısından bir alıntı ile konuyu pekiştiriyor: “Gömdük klâsiklerimizi; sonunda da çoğumuz Türkçeyi yani ilim ve edebiyat imkânını kaybettik. Okumuyoruz onları… Mesela Yahya Kemal’i, mesela Yunus Emre’yi veya Ahmet Haşim’i, Şeyh Galib’i, Fuzuli’yi, Nedim’i ve benzerlerini.”
Dünyanın foyasını döken çocuklar
Ayasofya’dan son paylaşımım Aykağan Yüce’nin “Dünyanın Foyasını Döken Çocuklar” şiiri olacak: “Bütün sualleri kabul ediyorum cevapları verilmiş / Harekete geçmeli kolları kesik dünya / Sussa sussa ne olacak dişi kırılmış bir çocuk / Öfkesini bir toptan çıkarırcasına vursa / Hiç mi olmayacak ya da ölmeyecek dünya”
Mustafa Uçurum