Susmak da bir sanattır
Yaşanan bunca gürültünün ortasında hayatta olmak bir mükâfat mıdır yoksa bir acıyı sürükleyip mi duruyoruz ardımız sıra. Bunu düşünmek bile bir ağırlık olarak çökerken üstümüze, gürültünün yanında susmak da biraz olsun soylu eylem olarak duruyor başucumuzda.
İtibar dergisinin Mayıs 2018 sayısında Cahit Koytak “Susma Sanatı” adlı şiirinde bütün insanlığı biraz olsun sessizliğe davet ediyor. Bilge bir şairden gelen bu istek şiirin dizelerinde de sessizce ilerliyor: “Önce üç gün, sonra üç ay / sonra belki üç sene / Tanrı’dan başka / kimseyle konuşmamayı dene”
Susanlara bir de müjdesi var şairin: “bir de bunu dene, bakalım / bir de bunu dene / ve O’nun kayrasını bekle!”
Bordo puantiyeli bej bere
Edebiyat dünyamızda tartışmalar hiç bitmez. Bunu bir zenginlik olarak görüyorum ben. Son zamanlarda birçok dergide rastladığım bir konu idi “kısa öykü” tartışması. Uzunluk, kısalık, içerik, tema uyumu derken öykü kuramı konusunda neler söylendi neler. Hem de birkaç öykü ile dergilerde görünerek bir anda usta öykücü olma derdine düşenlerdi söz sahiplerinin çoğu da. Sosyal medya ne yazık ki yoğun bir sosyallik içerdiğinden bir anda olabiliyor her şey.
Mevzu elbette yeni değil. Eski bir hikâye olarak yoklayıp duruyor gündemi. Çok söz söylendi bu konuda. Ben Necip Tosun’un “Hayat ve Öykü” kitabındaki tespitlerini çok değerli bulurum. Ne diyor Necip Tosun: “Öyküdeki kısalık bir güdüklüğe, tıkanıklığa, soluksuzluğa tekabül etmiyor; öykünün yapısal özelliğinin gerektirdiği doğal bir seçim olarak ortaya çıkıyor.”
Handar Acar Yıldız’ın “Bere” adlı öyküsünü okuyunca İtibar dergisinde, aklıma geldi bütün bunlar. Kısacık bir öykü. Okunan her cümlede Yıldız’ın gölgesinin hissedildiği bir üsluba ve inceliğe sahip olan bu öykü, okuyucuya da içtenliğini hissettiriyor.
Bir ânın öyküsünü yazıyor Yıldız. Deklanşöre basılıyor ve yakalanan görüntü var cümlelerin içinde: “Yaşlı bir adamın aç olduğunu tahmin etmek için onunla aynı dili konuşmaya gerek yoktu demek ki. Başını gururla sağa sola salladı. Neredeyse borda puantiyeli bej beresi başından düşecekti…” Yıldız öyle bir zamana götürüyor ki bizi, işte tam da o anda anlıyoruz uzunluk ve kısalık meselesinin kuru bir gürültüden ibaret olduğunu. Hatta şunu da gönül rahatlığı ile söyleyebilirim: Kısa öykü yazmak her öykücünün kârı değil.
Handan Acar Yıldız’ın Bere öyküsünün sonunu merak edenler için adres belli; İtibar dergisi Mayıs 2018 sayısı.
Naz kahvesi alır mısınız?
“Kalbi, bir naz kahvesine sığıyor. Tutulmamış bir söz olarak…” Merve Koçak Kurt’un İtibar’da yayınlanan ilk öyküsü “Naz Kahvesi” böyle bitiyor. Öykünün başında sağnak sağnak yağan yağmur ve yağmurun yerini bıraktığı kardan sonra içimizin ürpermesini dindirebilecek bir kahvenin sıcaklığı öykünün içine adeta sindirilmiş. Tabiatı dinlemesini bilen bir yazarla karşı karşıyayız.
Kendime şiir kadar yakın hissettiğim bir türdür öykü. Geçmişten günümüze kadar öykünün seyrini büyük bir keyifle takip ederim ama günümüz öyküsünün de sıkı bir takipçisiyim. Merve Koçak Kurt öykülerine önce dergilerden, daha sonra da yazarın kitaplarından aşinalığım var. Merve Koçak Kurt öyküsü okuduğunuzda öykü okuduğunuzu bütün köşeleriyle hissedersiniz. Bir solukta bitince öykü, tabiatın sesleri de yayılır içinize. Önce yağmurun sesi, sonra kar, bakır cezvede usulca köpürtülen kahve…
Bir ayrıma gitmeye fırsat vermeyen olay akışı var Naz Kahvesi’nde. İçselleşen bir anlatımda kendinizi durum öyküsünün sakinliğine bırakacağınız anda lirik bir serzenişle kendinize gelirsiniz. Merve Koçak Kurt, öykülerinde şiirin kapısını en sık yoklayan öykücülerimizden. Bu da onun öyküsüne gayet yakışıyor. Naz Kahvesi ritimli ve huzurlu bir öykü. Günün yorgunluğunu alan bir kahve gibi: “Her şeyin sonunda ‘Ben doğru olanı yaptım!” dediği bir şeyler yaşayacağını bilmeden çıkmıştı yola. ‘Yol’ dediği nedir ki bir kalbe çıkmadıktan sonra?”
Mustafa Ruhi Şirin’den TRT hatıraları
Mustafa Ruhi Şirin’in ilkini geçen ay okuduğumuz “TRT Gemisinde Tahterevalli” günlüklerinin ikincisi yer alıyor bu sayıda da. 2003 yılından başlayarak 2018 yılına kadar yaşanmışlıklar var bu kez. 2003’te TRT Genel Müdürlüğü için adaylık süreci ve yaşananları tüm içtenliği ile yazmış Şirin. Çok orijinal tespitler var. Geçmiş zamanın bildik ayak oyunlarını hatırlıyoruz bir kez daha. Adaylığı sürecinde siyasi bağlantısı olduğuna dair ortaya atılan söylentilere, yalan haberlere karşı Mustafa Ruhi Şirin’in tavrı çok net: “Evet ben bir partiye üyeyim: Çocuk Partisi’ne oy verdiğim ise biyografimde yer alıyor.”
Bir alıntı da 2018’den: “Bu günlükleri ve hatıraları okuyacak muhatap kaldı mı? Memleket meselesi ideali olanlar hep olacaktır. Yeter ki meydan ortaya çıkana kadar umudumuzu korumayı bilelim…”
Bir takım ciddi meseleler var, Muhayyel gibi
En hazzetmediğim muhabbetlerin başında gelir günümüz edebiyatına dair olumsuz ve mesnetsiz düşüncelerin sıralanması. Akla gelen ve içi boş bu sözlere düşünce denir mi o da ayrı mesele. “Şiir yok, öyküler öykü olmaktan uzaklaştı, bireysellik en had safhaya çıktı yazılan her şeyde…” gibi sıralanan sözleri ritmik papağan hezeyanlarına benzetirim. Günümüzde şiir de öykü de var. Hem de üzerinde ciddi ciddi çalışılmış metinler okuyoruz dergilerde.
Bir de dergi meselesi var. Dergilerinin sayılarının çokluğundan tutun da ele dile gelmez sözlerle dergileri yok sayma gayreti içinde olanlara bir sorun, günümüz dergilerinden kaç tanesini takip ediyor acaba, kaç tanesinin sayfasını çevirmiş. Büyük bir ihtimalle cevap “hiç” olacaktır. Günümüzün hastalıklı tiplerinin kısır döngüsünden öte bir bakış açısı değil bu.
Yeni çıkan her dergi yakılmış bir ateş, parlayan bir kıvılcım, uyuşuk dimağlara bir işaret fişeğidir benim nazarımda; Muhayyel gibi.
“Yıl 1, sayı 1” görünce bir derginin üstünde, ilk sayılar arşivim için yeni bir derginin gelmesi beni ziyadesiyle mutlu eder. Muhayyel’in birinci sayısı çıktı Mayıs 2018’de.
Güray Süngü ve Cemal Şakar’ın kaptan koltuğunda olduğu dergi İz Yayınları bünyesinde çıkmış. Bu isimlerin varlığının verdiği ipucu, derginin sayfaları açıldıkça bizi şaşırtmıyor. Öykü ağırlıklı bir dergi Muhayyel. Selamlama yazısında Güray Süngü okuyucuya içten bir selam gönderiyor: “Niyetimiz halis, sözümüz ve adımız ve adımımız uğurlu olsun. Bismillah diyelim şu mübarek ayın şerefine ki inşallah hoş geldin sefalar getirdin diyenimiz çok olsun.”
Edebiyatın bahar bahçesi
Dergilerden bahsettikten sonra Necip Tosun’un dergileri derinlemesine incelediği yazısı dikkat çekici bir çalışma. Dergiler, kalıcılık, ideoloji, yazarlar, editörler gibi birçok açıdan dergileri konu edinen bir yazı bu. Edebiyatın yol haritasını çıkarıyor Necip Tosun. Bu haritada olmazsa olmazların başında gelen dergilerin işlevini daha net anlamak için bu yazıdaki tespitleri bir köşeye not etmekte fayda var. Bu yazı okunduğunda çıkan her yeni dergiden sonra “Bu kadar dergi varken ne gerek vardı yeni bir dergiye?” serzenişinin beyhude olduğu daha iyi anlaşılacaktır: “Çıkış nedenleri ne kadar temelliyse kalıcılığı ve ömürleri de o kadar uzun olmuş, çıkış nedenleri ne kadar temelsiz ise etkileri ve ömürleri de o kadar kısa olmuştur.”
Yazının “İyi dergi kötü dergi” bölümü bugün tartışılan birçok meseleye sahadan bir ismin getirdiği açıklık olarak görülebilir. Edebiyatla uzaktan yakından ilgili birkaç kişinin bir araya geldiğinde dillendirdiği mevzuları Necip Tosun Muhayyel’de yüksek sesle dile getiriyor: “Dergiler iyi ya da kötü olmazlar. Nitelikli yazarların yoğunlaştığı, iyi yönetilen, iyi dağıtılan dergiler vardır. İyi yazarlar bir dergide toplanırsa o dergi iyi dergi olur. Bunu yapacak olan da para parayı çeker örneğinde olduğu gibi editörlerdir.”
Tanzimat Dönemi eleştirisine Mehmet Narlı bakışı
Mehmet Narlı,Tanzimat’la birlikte edebiyat dünyamızda yer etmeye başlayan türlerden biri olan eleştiri üzerine yazmış Muhayyel’de. Narlı daha çok bir yeniliğin algılanış şekline örnekler üzerinden eğiliyor. Özellikle Fransız edebiyatı ile kurulan temasların eleştiri kültürünün yerleşmesindeki rolüne dikkat çekiliyor: “ Tanzimat dönemi edebî eleştirisi, büyük ölçüde Fransız edebiyatı ve eleştirisi ile kurulan temastan kaynaklanır. ‘Eskiyi yıkmak, yeniyi kurmak’ şeklinde iki ilkeye bağlı olarak gelişen eleştirinin o güne kadarki Osmanlı edebiyatının ve dilinin niteliklerine ve özelliklerine yönelmesi ve çok genel anlamda bu edebiyatı ve dili ‘gayr-i tabii’ bulması edebiyatın yenileşmesi bağlamında kronolojik bir haklılık ve doğallık içerir.”
Daha sonra Victor Hugo ile Namık Kemal’in benzer yönlerini, Tanzimat edebiyatı sanatçılarının eleştiriye getirdikleri yenilikleri örneklerle veriyor Narlı. Sadece üslup olarak değil terim konusunda da getirilmeye çalışılan yenilikler var yazıda. Örneğin “tenkid” kavramını yazarların kullanım şekilleri üzerinde duruluyor. Eleştiri sözcüğünün yazarlar arasındaki kullanımlarına gerekçeleriyle örnekler var. Muallim Naci ‘tenkid’, Namık Kemal önce ‘muhakeme’ daha sonra ‘muaheze’, Şemsettin Sami ‘intikad’ ve ‘temkad’ sözcüklerini tercih ediyorlar.
Kaynak olabilecek bir yazı kaleme almış Mehmet Narlı Hoca. Edebiyatımızda eleştiri türünün nasıl başladığını ve hangi aşamalardan geçtiğini merak edenler ve araştıranlar için bu yazı kaynak bir çalışma olarak arşivlenebilir.
Muhayyel’in ilk sayısında bu tarzda birçok çalışma var. Bir ilk sayı için oldukça yoğun bir sayı sunulmuş okuyucuya. İz Yayınları, Güray Süngü, Cemal Şakar, Dilek Kartal, Hüseyin Ahmet Çelik, Sema Aksoy Türköz, Senem Gezeroğlu adının bir derginin künyesinde birlikte bulunması hem beklentiyi yükseltiyor hem de her sayı dopdolu bir içerikle çıkmayı gerektiriyor. Muhayyel’e edebiyat yolculuğunda hayırlı ve bereketli sayılar diliyorum.
Peyami Safa’ya göre I. Dünya Savaşı ve sonrası
Temmuz dergisi, Mayıs 2018 sayısında Mustafa Bostan, Peyami Safa’nın “Canan” romanından hareketle I. Dünya Savaşı’nın akislerini işlemiş. Romanlar, yaşanan dönemin sosyal olaylarına eğilen önemli yazı türleri. Gerçeklikle kurgu arasında kurulan sağlam bağlar neticesinde birçok yazarımızın romanlarında yaşanan dönem olaylarını net bir şekilde okumak mümkün.
I. Dünya Savaşı’nın özellikle sonrasını işlemiş romanında Peyami Safa. “Peyami Safa’nın ilk olarak 1925 yılında basılan Canan adlı romanı, I. Dünya Savaşı’nın arka planda yaşandığı ve savaşın etkilerinin hemen her yönden hissedildiği bir romandır.” diyor Mustafa Bostan. Kahramanların gözünden anlatılmış olsa da savaş sonrası yaşananlar, savaştan çıkmış bir ülke halinin usta bir romancının gözüyle anlatılması açısından dikkatle okunması gereken bir roman Canan.
“Ülkenin hastaneleri tamamen yaralı askerler için seferber olmuştur… ithalat ve ihracat durma noktasına gelmiştir… Öyle ki piyasada ud teli dahi bulunmamaktadır.”
“Biliyor musun Lami Bey, bu Rus meselesi borsaya hemen tesir etti. En ziyade gaz piyasası oynuyor, inip çıkıyor, dün akşam üç bin iki yüzde kaldı.”
“Ama biz Müslümanız diyebilmek”
Yavuz Balı,Temmuz’da hassasiyeti yüksek bir yazı ile yer alıyor. En çok ihmal ettiğimiz acıyan yanımız bu. En başta olması gereken, her işin başı ve olmazsa olmazı meselesi bu. Ne olursa olsun konuya Müslüman penceresinden bakabilmek.
Rasim Özdenören, Alaaddin Özdenören ve Cahit Zarifoğlu muhabbetin ardından merdivenlerden inerken Sezai Karakoç’a “Türk Sanatı” dergisinin kendilerine dergiyi çıkarmalarını teklif ettiğini söylerler. Karakoç’un cevabı nettir: “Ama biz Müslümanız.”
Yavuz Balı’nın yazısı bu minval üzere ilerliyor: “Ama biz Müslümanız diyebilmek ve orada durmak. Hakk’ın rızasının olmadığı alana girmemek. Bu çok mühim. Bu bilinçle daim bulunmak. Bu, bizi günlük yaşantılarımızdan başlayarak duruş sahibi yapar.”
Umut bitince dünyanın bir köşesinde…
Nesrin Aksoy, mesafe tanımayan bir ruh hali ve dirençle kıtalar arası mesafeleri hiçe sayan bir gönül elçisi. Ümmet nerede acı çekiyorsa soluğu orada alıyor. Gittiği yerlerde yaşananları herkes duysun diyerek de izlenimlerini kaleme alıyor. Dikkat çekmek istediği nokta insanlık açısından son derece yara almış duygular olduğu için, bu hassas duruşa hepimizin ihtiyacı var.
Arakan’da Moynarghona Kampı izlenimlerini paylaşmış Temmuz okurları ile “Burada Güneş Var, Umut Yok” adlı yazısında. Arakan hakkında da bilgiler veriyor, sosyal yaşantıya da eğiliyor, kamp yaşantısının zorluklarını da anlatıyor.
Nesrin Aksoy’un öyküye yaslı bir dili var. Bu tarz anlatımlara devam etmesinde fayda var. Acılara şahit olmak kadar bunu tüm insanlığa duyurarak kalplerde küçük bir kıpırtı oluşturmak da önemli: “Kaybolmak için çok uzaklara gitmenize gerek kalmazmış kimi zaman. Kendi içinde de kaybolurmuş insan… Arakanlı kardeşlerimizin hesabını, Allah’a nasıl vereceğimizi derin derin düşünerek utançla önüme eğiyorum başımı.”
“Aydos dergisine bir yazı yazdım”
Aydos dergisi, Hüseyin Akın’dan dergi için bir yazı isteyince ortaya çıkan yazı bu. Samimiyetini yazısına da yansıtıyor Akın. Yazmak, düşünmek, konu bulmak derken ilerliyor Aydos dergisinin 16. sayısında yayınlanan bu yazı. Bir ırmak gibi yatağını buluyor. Aydos dergisinin mekânı olan Sultanbeyli’ye gelince konu, yazı da yatağını buluyor. 28 Şubat, tanklar, savaş düzenini alan kelimeler derken bir direnişin ruhunu yaşatan cümleler dökülüyor Akın’dan.
Dediğim gibi, yazıya büyük bir samimiyet hakim. Aynı zamanda coşkun bir ruh haline de şahit oluyoruz: “Şayet ben bu yazıyı bitirirsem sadece sözümü yerine getirmiş olmayacağım, aynı zamanda Aydos’tan aşağıya doğru seslenmemin yankılarını da devşireceğim. Bir kere öfke ve hiddet olmayacak yazdıklarımda.”
Yaşamak “gibi”
Suavi Kemal Yazgıç, Aydos’ta yer alan şiirinde ömür çizgisini koyultuyor. Yaşamak gibi, ölmek gibi, kıyamet gibi: “bugün gibi öldüğüm / gelecek bir şimdiki zamanda / ileride şimdiki zamanın hikâyesi / hatta mışlı geçmiş zaman olacak / şimdi yaşadığım ve öldüğüm/ geride kalacak bir hayattayım şimdi / ve ölüyorum gibi alıyorum / nefsime nefesimi”
“Matmavi” bir şiir
Ulaş Konuk’un “Matmavi” şiiri var Aydos’ta. Gür sesli bir şiir bu. Söyleyişteki ahenk, şiirin tümüne hakim. Şairliğine şahitliğimi diri tuttuğum şairlerdendir Ulaş Konuk. Özgün seslenişlerle ilerleyen şiirden bir bölüm almak istiyorum: “Yıkık duvarlardan sızan ışık/ Her harabe Biz Kulesi, ışıltılı zamanın ortasında/ Yağmalanmış insanların ve kentlerin/ Acımasız türküleri karşısında/ Eskiden de bu kadar cansız mıydık?/ Epik akbabaların kursağında oynayan çocuklar / Yine saklanıyorlar mıydı sırt çantalarına?”
“Toplumsal kârlılığı olmayan edebiyat, şiir düşünülemez”
Mehmet Mazak,Aydos’taki yazısındatam da kitabın ortasından bakış açısı ile sanat, siyaset ve devlet ilişkisine değinmiş. Kültür-sanat ortamının içinde yer alan bir isim Mehmet Mazak. Varlığı ile bulunduğu yere güç kattığını ortaya koyan çalışmaların sahibi Mazak’ın bu yazısı da kendi bakış açısını yansıtan ve söyledikleri ile yaptıkları birbiriyle örtüşen tespitler içeriyor.
Tarih içerisinde sanat-toplum-siyaset örnekleri ile zenginleştirilen yazıdan bir alıntı yapmak istiyorum: “Sanat sanat içindir anlayışı ile yapılan bir sinema filminin toplumsal karşılığı yoksa, o film kalıcı olamaz. Aynı şekilde seyircisi olmayan tiyatro, dinleyicisi olmayan musiki, okuru olmayan roman, toplumsal kârlılığı olmayan edebiyat, şiir düşünülemez, düşünmemeliyiz.”
Aydos’tan dizeler
Aydos dergisi şiire ağırlık veren bir dergi. İyi şiirler var dergide. Derginin kaptan koltuğunda Kadir Ünal adının varlığı bunun en önemli sebebi. Şairliği kadar duruşu ile de Aydos’a güç kattığı muhakkak. Birkaç dize paylaşmak istiyorum Aydos’tan.
“biriktirdiği sorular öldürür insanı / insan kendini sorularda öldürür / alıç ağaçlarının telaşı düşer içine / düşer içine kimsesizliğin / insan kendini öldürür” (Mustafa Karasoy)
“ey dağ! / dağ olmak nedir kalbime gir de gör / sen çekemezsin insan olmanın yükünü / hele şairsen çare nedir, ağlamak nedir, kanamak nedir/ kalbime gir de gör / deprem nedir?/ aşk nedir?” (Kadir Ünal )
“Sana öyle gelmiyor mu / kendimi ayırt edemiyorum / biliyorum / kendimle savaşmam gerek / seni kazanmam için / ama unutma / bana da haber ver / beraber geç kalalım” (Ahmet Şefik Vefa)
“Dilinde ölüm yüzdüren karanlıklar / Köklerine asi dallar gibi / Kafa tutmasın aydınlık sabahlarına / La havle çeken toprağa değdikçe dizlerin” ( Hatice Ermiş Özdemir)
Mustafa Uçurum