Kays’tan Mecnun’a aşkın yolunda

Bûtimar dergisi, Bahar 2018 ile 7. sayısına ulaştı. Her mevsim ayrı bir renk sunuyor dergi okuyucularına bestesi dinmeyen içli bir şarkı gibi. Seviyorum ben bu şarkıyı. Ayrı bir havası ve duruşu oluştu Bûtimar’ın.

Dilanur Demir’in “Kays Leylâ’nın Nesi Olur yahut Kays’a Neden Mecnun Denmiştir” yazısı, aşkın çöllere düşüren ve Kays’ı Mecnun eden hallerinden bahsediyor. Bilinen bir hikâye olmasına rağmen Dilanur Demir, önce aşkın hallerinden bahsederek girdiği yazısını Mecnun’a bağlıyor aşk ile buluşturarak; “Âşık ile mecnûnun müşterek tavırları olarak şunlar sıralanabilir: Korku, insandan kaçma, yalnızlığı sevme, daima kederli olma, sayıklamalar, karışık düşünceler ve hayaller, iradeyi yitirip bilinci kaybetme, somut olanla bağların kopuş noktasına gelmesi, görünümün perişanlığı ve aklın ürünü olan hiç bir kuralı tanımama…

Daha sonra Mecnun’dan Leyla’ya geçişin hikâyesini anlatıyor Demir: “Mecnûn; Bir gün sokakta bir kelb (köpek) görür. Bir miktar etrafı dinler ve sonra büyük bir iştiyakla kelbi sevmeye başlar hatta kendini tutamaz, gözlerinden öper. Etrafındakiler “Ne yapıyorsun?” der. “Yahu sen ne edebsiz bir adamsın, hiç bunun gözleri öpülür mü? Bırak şunu, iğrençtir.” derler. Mecnûn tebessüm eder. “Susun, susun! Az önce siz söylemiyor muydunuz? Bu kelb Leylâ’mın bulunduğu mahalleden geçmiş. Ola ki Leylâ’mın oturduğu evin kapısı açıktı ve ola ki bu kelbin gözleri Leylâ’ma değdi. Öpmeyeyim de ne yapayım?” diyerek cevap verir. Görüldüğü üzre seven sevdiğinin sevdiklerini de sever. Bu bakımdan “Mecnûn” tabiri, aşkından deliye dönen Kays’ı pek güzel tarif etmektedir.”

Mutluhüzün bir kederdir

Zeki Altın,lirik şiirler yazıyor yaşadığımızın çağın bütün gürültüsünün ortasında. Şiirinin gür sesinin yanında içli bir söyleyişi var. Bûtimar’da Mutluhüzün” adlı tezatların buluştuğu şiiriyle yer alıyor. Kendine özgü imgeleriyle şiirini diri tutuyor Altın.  bakışlarıyla örtmeye çalışan / hep geç kalmış bu fukara gülüşümü / üzerime giymekten hep yorgunum

Dizeler arasında ritim ve akışın güçlü olduğu bir şiir bu. Temasını dizelerin birbiriyle olan iletişiminde görmek mümkün: “arzu ettiğim hüzün değildir demiştim; /ama yol bu: kader ve zamanla geçilecek /mutluhüzün bir kederdir /oturmuş hep gözlerimize ince bir tül gibi /önce sevinir, sonra üzülür gibi değil/ daha fazlası belki de /gölgesi ucuna dağılan kör bir kuyunun /bıraktığı şarkısıdır dost rüyasının

Evlad-ı Fatihan’dan bir haminne

Kamil Büyüker, derginin “Veda Edenler” bölümünde Münevver Ayaşlı’yı anlatıyor. Çocukluk yıllarından başlayarak Ayaşlı’nın İstanbul’u var yazıda. Yaşadığı ortamlar özellikle edebiyat bağlamında ele alınmış yazıda. Yazının merkezinde Haminne’nin Suret Aynası kitabı var Ayaşlı’nın. Bu kitapta tarihte yer tutmuş birçok isim çıkıyor karşımıza. Büyüker bir kitap tahlilinden daha çok Ayaşlı’nın gözüyle tarihe doğru bir yolculuk sunuyor bizlere: “Eserde ilk isim Ertuğrul Gazi’dir. Yine Osmanlı’yı Osmanlı yapan Fatih Sultan Mehmet, II. Selim ve II. Abdülhamid’in yanında Sultan Mehmet Reşad ve son Osmanlılardan Sabiha Sultan, Rukiye Sultan gibi isimleri, bizzat tarihin içine girerek, yazarının, bir tarih hocası edasıyla anlatışlarını zihninize nakşediyorsunuz. Münevver Hanım’ın dinlediği bahislerin dışında bizzat görüştüğü, tanıştığı, konuştuğu, edebiyat, tarih ve sanat çevrelerinden de epey bir isim yer alıyor kitapta. Abdülhak Hamid Tarhan, Falih Rıfkı Atay, Yahya Kemal, Eşref Edib, Refik Halit Karay, İsmail Hami Danişmend, Ali Fuat Başgil, Müfide Ferit Tek vs... Yakın tarihimizin bu önemli simaları Münevver Hanım’ın bu eserinde çok farklı mizaç ve özellikleriyle yer alınmış.”

Münevver Ayaşlı’yı mutlaka okumak, tanımak gerek. Onun anlatımındaki samimiyet ve sahicilik bize en çok lazım olan iki haslet. Kamil Büyüker’in çizdiği portre de bu anlamda iyi bir örnek yazı olmuş.

Çok şairden az şiir okuyabiliyoruz

Yolcu, kendinden beklenen duruşuyla sürdürüyor yolculuğunu. Sesinden ve tavrından taviz vermeden 89. seferine çıkışını müjdeliyor kitaba, çaya, zeytineyeminle.

Çok şiir yazılıyor, az şiir okunuyor.”Bu sözü duyduğumuzda çarpılmıyoruz ifadenin gücü karşısında. Malumun ilamından başka bir şey değil. Bu sözü ömrünü kelimelerin gücüne adamış bir isimden duyuyoruz bu kez. Daha bir anlam kazanıyor o zaman bu sözler. Çünkü sahne dışından konuşan biri değil bu isim. Yolcu dergisinin 89. sayısında söyleşi yapılan isim Nurettin Durman. Yetmişli yaşlarının bereketini dopdolu yaşıyor Durman. Dergilerde yazıyor, dergi yayın kurullarında görev alıyor, ardı ardına kitaplar çıkarıyor. Selçuk Küpçük, Nurettin Durman ile şiir, edebiyat ve Özgürlük İçin Bir Şarkı kitabı üzerine bir söyleşi gerçekleştirmiş.

Durman’ın şiirimiz üzerine tespitleri dikkat çekici. Şiir dünyasının içinden bir ismin bunları ifade etmesi daha da önem arz ediyor:

Şair çağının tanığı olmalı diye düşünüyorum. En yakınındaki olumsuzluklardan en uzaktaki olumsuzluğa kadar bakmalı dünyaya.”

Şiir vadisinin kapıları açık duruyor. Şiiri, kendine çeken şiiri içinde barındıran çilekeş insan teki ne yapıp edip o kapıdan içeri girmek istiyor. Bir tutku hâlidir bırakmıyor başını, bağrını, aklını, fikrini; ille de o kapıdan girecek, o vadide sözcüklerin gönlünü alıp serazat bir nida koparacak. Bu ateşli, bu yangınlı hâllerin arasından kendine bir şiir âlemi kuracak. Orada oturacak, oradan ses verecek. Seslerin birbirlerine ulanıp semaya uçma vaktini terennüm edecek. Bir söz bir söze, bir mısra bir mısraa eşlik edecek ve meydana atacak kendini böylece şiir. Şiirin kendini ortaya koyuşunu, şiir vadisine doğru yol alışını biz edebiyat dergilerinde izlemiş oluyoruz. Yeni bir isim, yeni bir ses, yeni bir duruş sergileyen göze görünmüş oluyor böylece, kendini bu vesileyle ele vermiş oluyor.

Günümüz Türk şiiri kendini açığa vurmaya kıskanıyor gibi. Çok şiir yazılıyor, az şiir okunuyor. Çok seçmeli bir gözle dergilerde yayınlanan şiirlere baktığımızda çok şairin az şiirini okuyabiliriz. Dergilerin sayfaları arasında okumaya çalıştığımız şiirler arasından iyi şiir kendini hemen öne çıkarıyor ve okutuyor. Bir diğer husus ise söz kalabalığı içinde kendini var saymaya çabalıyor çoğu şiir yazanı, lakin kim kalır yarına kim dökülür ortalığa; geleceğin şiir tarihi buna müdahil olabilir ancak. Şimdilik kesin yargı yok, iyi şiirleri beklemek var. Dünya fani, ölüm hak, şiir bir zarurettir vesselam.”

Köyümüze dönmeyelim

Mustafa Everdi “Köyümüze Geri Dönelim Ütopyasının Çöküşü” isimli yazısında köy-kent, köylü- şehirli kavramlarının geçmişten günümüze uzanan süreçteki değişimini işlemiş. Bu işin çilesi de muhabbeti de bitmez. Köy varsa karşısında bir umut ışığı gibi şehir durur ve iki nokta arasındaki gel-gitler bir türlü sona ermez.

Köyün bir ütopya olarak şehirlinin aklında değilse bile kalbinde yaşadığı gerçeği küçük bir ihtimal de olsa kabul edilmekteydi. Everdi, yaşananlardan, siyasi süreçlerden bahsederek köyün nasıl olup da hayatımızdan çekildiğini anlatıyor. Hak vermemek elde değil: “Döneceğimiz bir köy kaldı mı bugün? Köye dönüş “emeklilerin” nostaljik özlemleri ile kendiliğinden mi olmalı yoksa genel bir politika olarak teşvik edilen yeni uygulamalarla mı sürmeli? Bugün tümüyle boşalan köyler, işi biten “emeklilerle” yeniden ihya olmaya çabalasa da gençlerin nüfusu çoğaltmadığı hangi mekân kendini sürdürebilir? Hani o kırlara, tabiata, köyümüze dönelim edebiyatı nerede? Bir sonuç doğurdu mu? Ütopya olarak kalmaya mahkum mu yoksa? Gönül huzuru ile söyleyebiliriz artık; orda bir köy var uzakta!”

Mustafa Everdi’nin bu yazısını gönül isterdi ki Ferdi Tayfur’un “Hadi gel köyümüze geri dönelim, Fadime’nin düğününde halay çekelim” eşliğinde okuyalım ama ne yazık ki kulağımda çınlayıp durdu Ali Kızıltuğ’dan “Asri gurbet harap etmiş köyümü/ Bülbül gitmiş baykuş konmuş gelele” türküsü.

Abdullah Çevik’ten “Alaycı Yorgun”

Abdullah Çevik şiirini severim. Çok rastlamasak da dergilerde şiirine, Çevik’in az ve öz görünmesi kendine has bir duruş meselesidir. 1996-1997’de çıkardığımız Martı dergisinde şiirlerini yayınlamıştık Çevik’in. Şimdi Yolcu‘da şiirini görünce aynı içtenliği hissettim Abdullah Çevik’in sesinde.

Gazel tarzında bir şiir “Alaycı Yorgun”. Şiirin isminden başlayan bir reddiye var hayata karşı. Tam da Abdullah Çevik’e yakışan bir duruş bu.

beni kınayan yanlarımı severim başa bela açmaktan korur beni
el adının altında imzasıyla sulh olur imzam kınarken bulur beni /

ah bir iltifat olsaydım da kurulsaydım kal’a gibi mısra-ı bercestede
ne kumaşım Hinet’dendir ne desenim Acem’den bir âmâ dokur beni

Türkü, bize bizi anlatır

Cımga dergisi 2. sayısıyla bahar içten bir selam gönderiyor. Erbaa’dan seslenen Cımga elbette ulusal bir dergi kimliği ile çıktı. Böyle de olmasında fayda var. Fakat olması gereken şudur bu tarz dergilerde; çıktığı şehrin, ilçesinin, yörenin havasını da sayfaları arasında hissettirmelidir. Anadolu’da çıkıp da İstanbul havasıyla yayın yapmak çok da şık durmuyor benim nazarımda. Bu bağlamda Cımga’yı tebrik etmek gerek. Edebiyat çevreleri tarafından tanınan isimlerle birlikte Erbaa’nın yazar ve şairlerini de sayfalarına taşıyarak kendi sesinin rengini de sunuyor edebiyat dünyamıza.

2. sayıda bu anlamda dikkat çekmek istediğim ilk yazı Yunus Emre Bolat’a ait. Erbaa türkülerinden bahseden bir yazı bu. Bolat girişte türkülerin kültürümüzdeki yerinden bahsediyor: “Türkü, bir milletin kültürünü, geleneklerini, göreneklerini örf ve adetlerini yansıtan, hayata ve insana karşı bakış açısını ortaya koyan önemli türlerdendir. Özlem, sevgi, nefret, mutluluk, hüzün gibi birçok duygu ve hissi bünyesinde barındıran, üretenin iç dünyasını yansıtan bir ayna gibidir. Deyim yerindeyse “milletin bağrından kopar” ve yine millete hitap eder.”

Daha sonra üç Erbaa türküsünü örnek olarak alıyor. TRT kaynaklarında görünen altı Erbaa türküsünün ilk üçünü bu sayıda aldığını, diğer üçünü de diğer sayıda ele alacağını duyuruyor Bolat. Evleri Görünüyor, Mavi Yeleğin Oğlan ve Oy Tombulum Tombulum türküleri 2. sayının türküleri.

Diriliş ruhu

Dergiler bir anlamda tarihe not düşülen levhalardır. Elbette öyküler, denemeler, şiirler olacak dergi sayfalarında. Onlarsız elbette olmaz. Bunların yanında yaşanan devrin olaylarına edebî dokunuşlar yapan metinler de muhakkak dergide yer almalı.

Sümeyra Özsoy’un Cımga’daki Diriliş Ruhu yazısını da bu minvalde değerlendirmek gerek. Şiirsel bir üslup, ruha dokunan cümleler ve millet olma ruhu var yazısında Özsoy’un. En çok ihtiyacımız olan duygular bunlar. Daima diri tutulmasında fayda var: “Dün Çanakkale, bugün Afrin. Bir tarih yazılıyor gözlerimizin önünde. Düşünemediklerimizi yaşayanlar, kahramanlıklarını haykırıyor tüm dünya milletlerine. Boğazımda düğümlenen, yüreğimde titreyen bir müjde ile ağlamakla sevinmek arasındaki ARAF’tayım. Seninle aynı cennete nasıl gireceğiz diye inleyen kalbim ve ağlayan gözlerimle tüm şehitlerimden utanmaktayım. Bilirim ki bu asrın dehşetinde kendini yitirmiş avareler olarak televizyon karşısında bir program izler gibi izledik. İzlemekteyiz.”

Gurbet de yakar insanın içini

Ne çok acı verir gurbet. Yakar insanın içini. Koyu bir duman gibi sarar insanın tüm zerresini. Gurbet acıdır da gurbette ölmek daha bir acı verir geride kalanların içine. Ali Bal,Gurbet ve Yangın adlı şiirsel metninde hayatları kül eden gurbeti ve yangını birleştirmiş taze acıların arifesinde. İstanbul’dan Tokat’a doğru giden bir otobüsün içinde yanarak can veren insanlardan geriye kalan dumanı Mevlana’nın ruhuna da dokunarak dağıtmaya çalışıyor: “Bu yangın, sazlıktan koparılıp içi dağlanan kamışın ayrılık acısıyla yandığı gün başlamıştı. Bu yangın, aşkın Kafdağı’nın ardında arandığı gün başlamıştı. Bu yangın, Kerem’in Aslı’nın dizlerinde kül olduğu; bülbülün kanını akıp gül olduğu gün başlamıştı.”

Bu yangın, ruhumuzun bedenimizle buluştuğu gün başlamış ve Mevlana’nın “Hamdım, piştim, yandım!..” sözüyle taçlanmıştı. Bu yangın, sonsuz veda ile sönecek!”

Cımga, istikrarını sürdürürse çıktığı yolda ruha hoş gelen sayılar sunmaya devam edecek okuyucularına. Bunun ilk iki işaretini vermiş oldu. Benim Cımga için bir tavsiyem, görsellik bağlamında olacak. Dergi ekibinde de yer alan Muhammed Sinan Kökçü, şair ve yazarlığının yanında ödüllü bir fotoğraf sanatçısı. Kökçü’nün çalışmalarını dergide değerlendirmek dergiye ayrı bir hava katacaktır. Görsel destek metinler için bazen anlam bütünlüğünü sağlayan bir ayrıntı olarak dikkat çekebiliyor.

Fetih ayıdır mayıs

Şehir ve Kültür dergisi,Mayıs 2018 sayısında Ayasofya kapağı ile çıktı. İstanbul’un fethine bir göndermenin yanında bu kapak, Ayasofya’nın mahzunluğunun dinmesi için de bir dua niyetinde. Giriş yazısında da bunu ifade ediyor Mehmet Kamil Berse: “Ayasofya Bir Müslüman mabedi oldukça sonsuza kadar devletimiz payidar olacaktır… Fatih adı bence, bu mabedi İslam mabedi olarak açmasındandır sultanın… Türk İslam devlet geleneğinde Devlet başkanı tebaanın her konudaki önderidir, bu nedenle her konuda fikir ve bilgi sahibi olması için yetiştirilir çocukluğundan itibaren… Bilgiyi, gücü, edebi, devleti, ahiliği, esnafı, tüccarı temsil eden başkan, devletini dünyada güçlü kılar ve kudretini yüceltir…”

Ayasofya konulu iki yazı yer alıyor dergide. Birinci yazı Sabri Gültekin’e ait: “Fethin Sembolü Ayasofya.” Fetih günlerinden günümüze bakan bir özlem yazısı bu: “Ayasofya, ah Ayasofya!.. Bir tarafında kadehler kalkıyor, bir tarafında alınlar secdeye kapanıyor. Hoyratça kahkahalar; Firuzağa’dan, Sultanahmet’ten yükselen ezanları bastırıyor. Buz kesiyor kubbenin altındaki mihrabın saçaklardan damlayan hüzün zerreleri, yanaklarında kıpkızıl gözyaşlarına dönüşüyor... Ayasofya, ah Ayasofya!..”

İkinci yazı Samet Sururi’nin Ayasofya yazısı. Ayasofya’nın yapılışından başlayıp mimari özelliklerini detaylandıran bir yazı kaleme almış Sururi: “Ayasofya’nın mermer kaplı duvarları dışındaki tüm yüzeyler birbirinden güzel mozaiklerle süslenmiştir. Mozaiklerin yapımında altın, gümüş, cam, pişmiş toprak ve renkli taşlardan oluşan malzemeler kullanılmıştır. Yapıdaki bitkisel ve geometrik mozaikler 6. yüzyıla, tasvirli mozaikler ise ikonaklazma (Tasvir Kırıcılık Dönemi 730- 842) sonrasına tarihlenir. Ayasofya Doğu Roma Döneminde İmparatorluk Kilisesi olması nedeniyle İmparatorların taç giyme merasimlerinin yapıldığı mekândı. Bu sebeple Ayasofya’da ana mekanın (naos) sağında bulunan, renkli taşlardan yuvarlak ve geçmeli desenli yer döşemesi (omphalion), Doğu Roma İmparatorlarının taç giydiği bölümdür.”

“Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi”

Şehirlerin nadide süslerinden biridir kaldırımlar. Elbette sadece şehrin bir bölümü olarak, cadde kenarlarının süsü olan kaldırımdan bahsetsek de mevzu edebiyat olunca apayrı bir anlama bürünüyor kaldırım. Daha da özel anlamda kaldırım dendiğinde akla gelen ilk çağrışım Necip Fazıl oluyor. “Kaldırımlar” şiiri Üstad’ın şiirleri arasında en özel yere sahip şiirlerinin ilk sıralarındadır her zaman.

Recep Garip, Şehir ve Kültür dergisinde Kaldırımlar-I şiirinin şairane bir bakışla tahlilini yapıyor. Şehirlerin ıssız sokaklarının kalbini yoklamayı da ihmal etmiyor Recep Garip: “Sokakların dilini çözen çocuk büyüdükçe, sokakların, cadde ve bulvarların, park ve meydanların varlığıyla farklı dünyaların bulunduğunu keşfeder. Bireyin kendisini idrak etmesidir keşif. Ömrün bütün evrelerinde ne olup bittiğinin, neler yaşanıldığının, görünen ve görünmeyen olayların iç ve dış yönlerini bilmekle de mükelleftir birey. Üstat Necip Fazıl Kısakürek “Kaldırımlar” şiirinde diyor ya;

“Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında; / Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum. Yolumun karanlığa saplanan noktasında, / Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.”

 

Mustafa Uçurum