Günlük muhabbet ortamlarında kendimi birdenbire bir tartışmanın içinde buluveriyorum çoğu kez. Bu tartışmaların içinde dine dair meseleler önemli bir yer tutuyor. Dinî konular üzerine kafa yorulması, karşılıklı fikir alışverişinde bulunulması çok kıymetli elbette. Bununla birlikte konuşulanlara baktığımda genelde konu edilen başlıkların asla değil fasla ait olduğunu görüyorum. Dinin yaşanacak açık seçik hükümleri varken sathi ve tali meselelerin bu kadar konuşulması doğrusu bana garip geliyor. Niye güvenli yollar varken mayınlı alanlarda dolaşmayı tercih ediyoruz? Neden dinin açık seçik hükümleri varken gidip en tartışmalı mevzulardan söz açıyor ve üzerine uzun uzadıya tartışma, cedelleşme gereği duyuyoruz. Hayata geçirildiğinde hepimize iyi gelecek o kadar çok şey varken neden enerjimizi netameli mevzular üzerinden birbirimize diş geçirmek için harcıyoruz?
Halbuki Peygamber Efendimiz bu konudaki uyarısı çok açık değil mi: “Şurası muhakkak ki haramlar apaçık bellidir, helaller de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında (haram veya helal olduğu) şüpheli olanlar vardır. İnsanlardan çoğu bunları bilmez. Bu durumda, kim şüpheli şeylerden kaçınırsa dinini de ırzını da korumuş olur...”[1] Burada dinde açık hükümler bulunduğu, bunların gereğini yapmanın ise Müslümanın öncelikli görevi olduğu ifade edilmektedir. Bunun yanında şüpheli mevzularla ilişkili de bir uyarıda bulunulmakta ve bunlardan uzak durulması istenmektedir.
Peki, bu uzak durmadan ne anlamak gerekir? Tabii ki ilk akla gelen kendisinde şüphe bulunan şeyleri yapmaktan uzak durmaktır. Bunun en bilinen örneği sigara olsa gerek. Sigaranın hükmü konusunda bir görüş birliği yok zira. Sigara içmenin haram olduğunu söyleyenlerin yanında onun dinen hoş görülmeyen bir amel yani mekruh olduğunu savunanlar da var. Hangi hükmü dikkate alırsanız alın hadisin işaret ettiği tavır gayet açıktır: şüpheli olan şeyden uzak durulmalıdır.
Uzak durmadan çıkartılması gereken ikinci bir anlam da açık seçik ortada olan haram ve helaller varken bu konuları sürekli gündem yapmaktan, yatıp kalkıp bu konuları tartışmakla ömür tüketmekten uzak durun şeklinde okunabilir. Zira tartışmalı meselelere gelinceye kadar hep beraber hiç ihtilafa düşmeden hayata aktarabileceğimiz o kadar çok dinî hüküm var ki. Zaten bunları yapabilsek aslında büyük oranda ortada mesele falan da kalmayacak. Asıl ve net olanı ıskalayıp fasıl ve muğlak olanla zaman tüketiyor, Kur’an’ın ifadesiyle zarara uğrayanlardan oluyoruz. Bu durum şöyle bir metafor üzerinden daha net görülebilir: Yapmayı düşündüğümüz bir yemeğin ana malzemelerini alıp yemeği yapmaya başlamadan o yemeğin sosu, baharatı ya da servisi üzerine tartışmaya başlıyoruz. Bu tartışma o kadar uzuyor ki yemeğin aslî malzemelerini almak kimsenin aklına gelmiyor. Halbuki öncelikle ana malzemeleri temin etmek ve işe onlarla başlamak gerekmiyor mu? Dinî meseleleri tartışırken yaptığımız da açıkçası bundan pek farklı değil.
Bir kısmı kasıtlı olarak, kafa bulandırmak için giriyor bu türeden mevzulara, bir kısmı ise dinî ne kadar önemsediğini hatta dinî yanlış inanç ve uygulamalardan arındırmak maksadıyla çalıştığını göstermek için. Tartışılan hadisler bunun en bariz örnekleri mesela. Üzerinde ittifak edilen sahih binlerce uygulanmayı bekleyen hadis varken içlerinden en zayıf olanları önüne alıp tartışmayı pek iyi niyetli okuyamıyorum. Dini, zayıf diye tabir edilen hadisler üzerinden ölçmeye, biçmeye çalışanlara “Kardeşim, sen önce dinin açık seçik hükümleriyle; sahih hadislerle amel et, ondan sonra bunları konuşmaya yüzün olsun” diyesim geliyor. Daha beş vakit namazı kılmaya başaramamışken Cuma namazında Zühr-ü Âhir meselesi üzerine konuşmak ya da henüz ahlaki bir yaşantıyı tesis edememişken ahlaklı ama iman etmemiş kişilerin ahirette nereye gideceklerini tartışmak bana abes geliyor. Hasılı amaç dini yaşamaksa cevabını en net bildiğimiz noktalardan işe koyulmaya ne dersiniz? Örneğin ahlaklı bir yaşantı; örneğin beş vakit namaz; örneğin hayrı ve sabrı tavsiye etmek; örneğin ….
[1] [Buharî, İman 39, Büyû 2; Müslim, Müsakat 107, (1599); Ebu Davud, Büyû 3, (3329, 3330); Tirmizî, Büyû 1, (1205); Nesâî, Büyû 2, (7, 241)]