Manevi huzurun sırrı mahremiyet

“Ey iman edenler!

Açıklandığı takdirde sizi sıkıntıya sokacak hususlarda soru sormayın.”

(Maide Suresi, 101)

İnsanın kadim meselelerinden biri olmakla birlikte günümüzde sıkça dillendirilen sorunlardan biri de huzursuzluk. Gün içerisinde iş arkadaşlarımızdan, aile fertlerimizden, eş dost ve akrabalarımızdan sürekli bu yönde şikâyetler duyuyoruz. Mutlu olmak adına sahip olmamız gereken pek çok şey elimizin altında olmasına rağmen içimizi kemiren bir kurt günün sonunda bir yumru gibi oturuyor boğazımıza. İyi bir iş, güzel bir eş, pahalı bir araba, şık kıyafetler içinde lüks mekanlarda leziz yemekler, zeki ve başarılı çocuklar… Bütün bunlar etrafımızda mutlu olduğunu düşündüğümüz daha doğrusu mutlu olduklarını zannettiğimiz insanların özellikleri olarak sunuluyor bizlere ve bizler de mutluluğun sırrını bu sıraladığımız şeylere sahip olmakta arıyoruz. Bütün bunlara sahip olmak tek başına yeterli değil elbette. Tam burada modern insanın en büyük açmazı devreye giriyor: Sahip olduğun her şeyi teşhir etmek.

Modern insan için gösterilmeyen her şey yok hükmündedir ve keyif vermez. Hayattan keyif almak yani mutlu olmak isteyen modern insan sahneye çıkmak, her şeyini, her anını görsel bir şölene çevirmek zorundadır. Sosyal medya, paylaşımların altına yapılan beğeni ve yorumların birer silah olarak kullanıldığı büyük bir arenaya dönüşmüş durumda ve her gün binlerce kullanıcı bu arenada silah darbeleriyle kumlara gömülüyor. “Görünmek” çoktan “olmak”ın önüne geçmiş; beğeni almak, kabul edilmenin yerini almış. Oysa mutluluk görünmekle ilgili değildir, huzur beğeni almakta değil kabul görmektedir. Dünya tarihinin en büyük insanlarına dikkatle bakılırsa pek çoğunda şu görülür: Sürekli eleştirilmişler ama önemsememişlerdir, dostları az düşmanları çoktur ama hedeflerinden şaşmamışlardır, sır saklamayı bilirler, başkalarının takdirini değil kendi ideallerini öne almışlardır.

Hepimiz büyük insan olmak zorunda değiliz elbette ama kendisini gerçekleştirmiş, yaratılış gayesine ermiş, iç huzurunu bulmuş bir insan olmak birçoğumuzun niyeti. Yaratılış gayesine ermek için Yaratıcı’yı tanımak ve yaratılış sebeplerine dair İlâhî uyarılara kulak kabartmak gerek. Zariyat suresinde “Ben cinleri ve insanları, başka değil, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım.” buyuran Cenab-ı Hakk, insanın dünya hayatındaki yegâne meşgalesini de belirlemiş oluyor. Dünyanın derdi de kederi de birer imtihandır. Kahrı da lütfu da Allah’tan bir selam olarak görebilmek kulluğun kemalidir. Bu noktada yanlış anladığımız bir kavram üzerine de konuşmak gerek: Eşitlik. “İnsanlar eşittir, hiç kimsenin bir başkası üzerinde bir üstünlüğü yoktur.” gibi sloganlar kulağa hoş gelse de yaratılışa terstir. Allah elbette kullarına karşı bir ayrım yapmaz ama kul, bulunduğu nefs mertebesine göre hakikati kavrar. Fakirler zenginleri, köylüler şehirlileri, çirkinler güzelleri, yönetilenler yönetenleri haksızlıkla suçlayarak düşman belleyerek kendi mutsuzluğunun sebebini dünyanın adaletsizliğinde aramaya başlıyor. Oysa sahip olduğumuz ya da olmadığımız her şey birer imtihan vesilesi ve en nihayetinde herkese kendi varlığından ve yokluğundan sorulacak.

Olimpiyatlarda stadın etrafında yapılan iki bin metre yarışlarında her yarışmacı kendi kulvarında koşar ve ilk başta bakıldığında sahanın merkezine yakın olan koşucunun en geriden başladığı ve dezavantajlı durumda olduğu buna karşın en dış kulvardaki koşucunun en ileriden başladığı ve avantajlı durumda olduğu düşünülebilir. En nihayetinde hepsinin koşacağı mesafe eşittir. Ya da engelli yüz metre koşan bir sporcu on iki saniye ile olimpiyat rekoru kırabilirken engelsiz yüz metrede bu süre sizi finale zor taşıyabilir. Her yarışçı kendi koşulları içinde değerlendiriliyorsa her kul da kendine verilmiş olanlarla değerlendirilecektir. İşte tam da burada Bakara suresinde İlâhî bir müjde rahatlatıyor içimizi: “And olsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.”

Cenâb-ı Hakk’ın bir lütuf olarak bahşettiği küçük mutlu anların tadını çıkarıp şükrünü eda etmek yerine bu nimeti kendimizden bilerek bu anları sosyal medyada teşhir etmek, her ortamda ballandıra ballandıra anlatmak bir anlamda kulun Allah’la olan münasebetinde Allah’ı unutmasına yol açar. Ailecek yaptığımız bir Pazar kahvaltısı, uzun uğraşlar sonucu kazandığımız bir terfi, dostlarımızla geçirdiğimiz birkaç saat güzel vakit, dünyaya gelen yeni çocuğumuz ve daha nice lütuf sosyal medyada birer beğeni aracı olarak sunuluyor. Her beğeni bu mutluluğu bir tarafından kemiriyor ve en sonunda içi boşalmış birer fotoğrafa dönüşüyor.

Kadim kültürümüz, bize aile hayatının, kişisel mahremiyetin ve sosyal ilişkilerin nasıl kurulması gerektiğine dair önemli uyarılar yapıyor. Geleneksel Türk evleri bir avlu içinde ve sokağa doğrudan açılmayacak şekilde inşa edilirdi ve mahallenin hiçbir evi diğer evlerin güneşi kapatmayacak şekilde planlanırdı. Ev halkı gündelik aktivitelerini avluda yabancı insanların gözlerinden uzak bir şekilde gerçekleştirirdi. İnsanlar eşleri hakkında konuşurken olumsuz durumları gizlemeyi yeğlerlerdi. Bu konuyla ilgili güzel şu güzel kıssa evlilikte saadetin kaynağını işaret etmesi bakımından oldukça mühimdir: “Vaktiyle bir genç mutlu evliliğin sırrını öğrenmek ister ve sorar soruşturur bir ihtiyarı bulur. İhtiyara evliliklerindeki mutluluğun sırrının ne olduğunu sorar. İhtiyar, delikanlıyı evine davet eder ve hanımından kilerden güzel bir karpuz getirmesini ve misafiri için kesmesini ister. Hanım kilerden bir karpuz getirir ama ihtiyar beğenmez, bir başka karpuz getirmesini ister. İkinci karpuzu da beğenmeyen ihtiyar hanımını tekrar gönderir. Bu durum birkaç kez devam ettikten sonra ihtiyar hanımın getirdiği karpuzu iyice yoklayarak beğendiğini söyler ve kesmesini ister. Yemeğin ardından ihtiyar, delikanlıya dönerek:

- İşte delikanlı, bizim mutlu evliliğimizin sırrı bu, der. Delikanlı hiçbir şey anlamamıştır ve işin sırrını öğrenmek ister. Bunun üzerine ihtiyar işin sırrını şu şekilde açıklar:

- Evladım, bizim kilerde sadece bir tane karpuz vardı. Ben her seferinde hanımı başka karpuz getirmesi için geri gönderdim. Hanım, misafirin yanında beni rencide etmemek için her seferinde tekrar tekrar aynı karpuzla geri geldi ve bu durumdan hiç gocunmadı. Bizim mutluluğumuzun sırrı birbirimizi başkaları karşısında eleştirmemektir.”

Bu kıssayı ilk okuduğumda sevgililerin, nişanlıların ve hatta evli çiftlerin sosyal medyadan birbirlerini rencide edecek şekildeki paylaşımlarını görüp bu zamandaki evliliklerin neden bu kadar kısa sürdüğünü ve neden kimseyi mutlu etmediğini daha iyi anlamıştım.

Eskiler, “Karı koca arasına girilmez!” derlerdi. Biz bu durumu “Ne halleri varsa görsünler!” olarak anladığımız için hata ediyoruz. Esasen karı koca arasındaki münasebetin mahremiyetine karışılmaz. İnsan ne diye eşine aldığı kolyeyi paylaşma ihtiyacı duyar ki? Biz neden birbirimizin eşlerinin doğum günlerinde giydikleri kıyafetleri görelim ya da birbirimizin kahvaltı sofrasını ne diye merak edelim? En nihayetinde başkalarının mutsuzluğundan beslenen hastalıklı insanlar da var. Mutluluğumuzu paylaşmak onların sömürülmesine ve kursağımızda kalmasına neden oluyor. İslam’ın tesettür emrinde de mahremiyet sırrı gizli: Cenâb-ı Hakk, “Ziynetlerinizi örtün.” buyuruyor. Örtülmeyen ziynet fitneye sebep olur. Allah’ın hangi kuluna hangi nimeti (ziyneti), hangi imtihana vesile olması için verdiğini bilemeyiz. Bu nedenle de bir başka ayette: "Ey iman edenler! Açıklandığı takdirde sizi sıkıntıya sokacak hususlarda soru sormayın!" buyrularak mahremiyete dikkat çekilmiştir.

Tüketim ve gösteri odaklı mutluluk arayışının bizi götüreceği nihaî nokta, yapmacık hareketler ve ruhsuz ilişkilerdir. Boşuna demiyor büyükler: “Bilenler söylemez, söyleyenler bilmez.

YORUM EKLE
YORUMLAR
Sefer Balcık
Sefer Balcık - 6 gün Önce

Allah cc razı olsun Erhan Kardeşim Dikkatlice okunması gereken br yazı.Toplumun en önemli hastalığı.

ismet çevik
ismet çevik - 5 gün Önce

güzel bir yazı teşekkürlet

banner46