Giriş

Mai ve Siyah kitap özetiServet-i Fünûn Edebiyatı’nın en büyük nesir ustası olarak kabul edilen Halid Ziya, 1865 İstanbul doğumludur. Ailesi Uşaklı’dır ve yazarın Uşakizade ya da Uşaklıgil soy ismi buradan gelmektedir. Arkasında pek çok eser bırakan yazar, eserlerini kaleme alırken Realizm ve Sembolizm akımlarından etkilenmiştir.

Servet-i Fünun Edebiyatı’nın önemli isimlerinden biri olan Halid Ziya Uşaklıgil’in bu eseri ilk olarak dönemin koşulları gereği 1896 yılında Servet-i Fünun Dergisi’nde bölümler hâlinde yayımlanır.

Oldukça realist bir bakış açısıyla dönemin yayıncılık faaliyetlerini de anlatan roman, talihsiz bir gencin yazar olmak amacıyla hayata karşı giriştiği mücadeleyi konu alır. Başkarakter Ahmed Cemil merkezinde gelişen olaylar, onun hayal kırıklıkları ve acılarıyla anlatılır.

Henüz Mülkiye’li bir talebe iken iş hayatına atılmak zorunda kalan bir gencin yüklendiği ağır sorumluluk ve hayallerini gerçekleştirme çabası, zaman zaman büyük acılar eşliğinde yürek burkan bir biçimde ifade edilir. En yakın arkadaşının gözünün önünde aşama aşama yükselişine karşın kendisinin düşüşü, kitabın ismi “Mai ve Siyah”la daha da anlamlı hâle gelmektedir.

Kitap özetinden bölümler:

Onuncu Yıl Eğlencesi

Mir’at-ı Şuun Gazetesi imtiyaz sahibi Hüseyin Baha Efendi, başyazarı Ali Şekib’e, Çarşamba günü gazetenin onuncu yılını kutlayacaklarını haber verdi. Ali Şekib, artık bir ziyafetin hak olduğunu söyleyip ziyafet yoksa tek satır yazı yazmayacağını şaka yollu olarak Hüseyin Baha’ya söyledi. Zamanın en gözde eğlence mekânı olan Tepebaşı Bahçesi’nde bir eğlence tertip edildi, gazetenin tüm yazarları ve çalışanları davete katıldı. Bol bol eğlendiler, yiyip içtiler. Ahmed Cemil, Raci, Ali Şekib ve Ahmed Şevki, davet süresince zaman zaman konularını çeşitlendirseler de edebiyat sohbetlerinden geri durmuyorlardı.

Ahmed Cemil’i bir seneden beri tanıyorlardı. Mülkiye’den çıkıp basın dünyasına atıldığından beri yani… Onu sevmek için bir defa görmek yeterdi. Herkes onu severdi hatta bu sevgi; bir nevi hürmeti de kapsıyordu fakat o gece Ahmed Cemil’in edebiyata, şiire ve şairliğe ilişkin söylediği iddialı sözler, Raci’nin pek hoşuna gitmemişti. Raci’ye göre bu sözler, şişkin ancak boş sözlerdi. Nitekim bu düşüncesini de böylece Ahmed Cemil’e söyledi. Fakat o anda kemanlar, fasıl hazırlıkları, kırık dökük nameler derken Ahmed Cemil diyeceklerinden de vazgeçmiş ve cevap verme gereği duymamıştı. Sonrasında zaten bu kargaşadan istifade ederek müsaade isteyip kalktı.

Ayaklarının altına serilen bir Haliç manzarası az evvel bulunduğu ortamdan çok daha huzur vericiydi, Ahmed Cemil için. Biraz düşünecekti. Onun ardından Raci de davetten ayrılınca kalan arkadaşlar rahat bir nefes almışlardı. Raci, sevilecek biri değildi. Ahmed Cemil’e göre bu adamdan şair falan olmazdı. Hem ortaya koyabildiği herhangi bir şey yoktu hem de bu kadar hiçlikle beraber her meziyet sahibine de düşmandı. Şimdiye kadar bir şeyi beğendiği, bir arkadaşını takdir ettiği görülmemişti. Bu adam, yalnızca ölüleri beğenirdi. Ölüler onun için edebiyat pazarından çekilmiş, rakip olamayacak kişilerdi.

Ahmed Cemil’in kıskançlık ve kin dendiğinde aklına ilk Raci gelirdi. Raci, basın dünyasında sürekli birilerinin hatasını gözler ve bulduğu hatalarla alay ederdi. Gazetedeki görevi muhabirlerin getirdiği haberleri tashihten ibaretti. Bir makaleye ihtiyaç duyulsa yazmaktan kaçınır ve türlü bahaneler bulurdu. Ayrıca Arapça ve Farsça’ya hâkimiyeti olduğunu söylediği hâlde üç satır tercüme yaptığı da görülmemişti. Matbaada kimse onu sevmez hatta idare memuru Ahmed Şevki Efendi, ondan bahsedilince sinirlenirdi.

Gazetenin diğer bir yazarı Ali Şekib ise Ahmed Cemil için çok başkaydı. Bu samimi dost, Raci ile taban tabana zıt bir karakterdeydi. Otuz beş yaşında olan bu adam, gazetenin en bilgili kişilerindendi. Çok kitap okumakla neredeyse her şeyde, her alanda bilgi sahibiydi gelmişti. Ahmed Cemil’in sevgili dostunda hoşlanmadığı tek nokta, şakalarıydı yine de bu şakalardan hoşlanmadığını belli etmezdi. Elbette, bu şakalarla en çok eğlenenler Raci ve Said’di. Said, genellikle birilerinin uydusu gibi hareket ederdi. Uyduğu kişi, bazen Raci bazen başkası olurdu. Sorulan tüm sorulara yanıtı “Evet” olan bu genç, her fikri kendininmişçesine benimser ve bunun bir döneklik olduğunun farkında bile olmazdı. Kimseye kötülük etmez ancak iyilik etmek de aklına gelmez. Said’le ilgili tüm bu özellikler, Ahmed Cemil’in onu sevmemesi için yeterliydi.

Ahmed Cemil

Ahmed Cemil, eğlenceden uzakta Haliç manzarasına dalmış düşünürken zaman ilerlemiş konuklar davetten ayrılmaya başlamıştı. Gazetenin imtiyaz sahibi Hüseyin Baha ile idare memuru Ahmed Şevki, Ahmed Cemil’i görünce yanına geldiler. Hüseyin Baha, Raci’den şikâyetçiydi. Raci evine gitmiyor, ne karısını ne de çocuğunu düşünüyordu. Şimdi bile eğlenceden kalkan milleti toplayıp Palais de Cristal’e götürmüştü. Palais de Cristal, 1862’de açılıp 1910’a kadar faaliyet gösteren kocaman, çalgılı bir gazinoydu. Raci, haftanın pek çok gecesini burada geçirir, eğlencenin dibine vururdu. Zavallı karısı ise beş-altı yaşlarındaki çocuğuyla beraber gazetenin kapısında kocasının nerede olduğunu, sorar dururdu.

Ahmed Cemil, on dokuz yaşına kadar mutlu bir hayat yaşamıştı. Bu yaşında babasını kaybedince hayat endişesi, gelecek kaygısı gibi düşünceler bünyesine sirayet etmişti. Babası, avukattı ve ailesine iyi bir hayat yaşatacak kadar para kazanıyordu. İyi bir aile babasıydı, evine bağlı, eşine ve çocuklarına karşı ilgiliydi. Onun tek isteği, ailesinin mutluluğuydu.

Babasının bir dava sebebiyle önceden aldığı yarım ücreti, davanın gidişatıyla beraber iade etmek zorunda kalışı, aileyi epey zorlamıştı. Çünkü bu parayı, Süleymaniye’de bulunan ve Ahmed Cemil’in “Bizim konak” olarak tabir ettiği evciğin tadilatı için kullanmışlardı. Bu paranın derhâl yerine koyulması gerekiyordu. Babası, annesinin kendi ziynetinden vermeyi teklif ettiği eşyaları kabul etmeyerek bir altın enfiye kutusu, güzel saatiyle ağır kösteğini İstanbul Emniyet Sandığı’na rehin vermişti. Ayrıca bir de yüksek faizle vurguncu bir sarraftan para alınmıştı. Dava borcu kapansa da babası vefat edince bu borç yükü, Ahmed Cemil’e kalmıştı. Eski günler yani babasının sağ ve ailesinin başında olduğu günler, ne kadar güzeldi. Her akşam yemekten sonra saatlerce otururlar, babası kanunları karıştırır, Ahmed Cemil bir köşede dersine çalışırdı. Annesi de küçük kız kardeşi İkbal’e elbise dikmekle meşgul olurdu.

Ahmed Cemil, herkes gibi bir eğitim hayatı geçirmişti. Önce askerî okula, daha sonra Mülkiye’ye gitti. Hüseyin Nazmi ile asıl muhabbetleri de Mülkiye’de başladı. Aynı sınıfta olan bu iki gencin kafaları iyi uyuşuyordu. İkisinin de okumaya meyli vardı. Ellerine geçen romanları, kütüphaneden süreli alınmış veya arkadaşlarından binbir ricayla istenilmiş tercümeleri ya da gazetelerde tefrika edilmiş hikâyeleri okuyorlardı. Genellikle beraberce oturup uzun uzun okurlardı. Fakat bir süre sonra hikâye ve roman okumaktan epey sıkılır hâle gelmişlerdi. Önceleri her türlü eseri okuma gayretindeydiler, şimdi edebiyat sınıfına geçtiklerinde ise önlerinde yepyeni bir pencere açılmıştı: Şiir. Hemen şiir adına yazılmış ne varsa okumaya başladılar. Buna okumak da denmezdi, resmen şiirler arasında koşuyorlardı. Fuzuli, Baki, Nefi, Nabi, Nedim… Fransızcaları fena değildi, okulda gördüklerinden çok daha fazlasına âşinaydılar. Bir gün, bir kitapçının vitrininde gördükleri Fransızca eser onları alıp inceleme, okuma istediği ile doldurdu. Kitabın parasını Hüseyin Nazmi verdi ve aldılar. Bu şiir kitabını beraberce Taksim Bahçesi’nde denize karşı oturarak okudular.

Ahmed Cemil’in Ağır Yükü

Ahmed Cemil, bir şeyler yazmayı ve yeni bir şeyler ortaya çıkarmayı çok istiyordu. Zihninde yazmayı düşlediği pek çok şey vardı elbette ancak açığa çıkarmak hiç de kolay değildi. Bu hislerini zaman zaman Hüseyin Nazmi ile de paylaşıyordu.

Yine tam da böyle bir düşüncesini paylaştığı zamanda Ahmet Cemil, babasının vefatıyla sarsıldı. Bu musibet, öyle beklenmedik bir zamanda gelmiş ve öyle bir darbe vurmuştu ki âdeta beyni donmuş, bir şey düşünemez, bir fikir ortaya koyamaz olmuştu. Okula yalnız gidip geliyor ve Hüseyin Nazmi ile muhabbetlerinden eskisi kadar haz almıyordu. Yaşamın tüm iyi günlerinin sonuna gelmiş gibiydi, şimdi yalnızca sessizlikte huzur buluyordu.Annesinin en büyük arzusu, Ahmet Cemil’in bir iş sahibi olup evinin yükünü omuzladığı günlerin gelmesiydi. Sürekli ne zaman diploma alacağını, sorup duruyordu. Çünkü bir iş sahibi olmak ve bu ağır yükü kaldırmak gerekiyordu. Ahmed Cemil, üzerindeki baskı nedeniyle geceleri kâbuslar görmeye başlamıştı. Ona sorulsa böyle bir hayattan ziyade, yakın arkadaşı Hüseyin Nazmi gibi olmak isterdi. Hüseyin Nazmi’nin ailesi oldukça zengindi, yine de ondan para istemek olmazdı.

Canının sıkkın olduğu bir zamanda konuşmak için Hüseyin Nazmi’nin evine kadar gitti ama bir türlü kapısını çalamıyordu. Nihayet zili çekti, kapıyı Hüseyin Nazmi’nin kardeşi Lamia açtı. Ağabeyi uyuyordu. Lamia’yla önceden tanışıyorlardı. Lamia, üst üste sorular soruyor ve hatta İkbal’i neden getirmediğini merak ediyordu. Nihayet Hüseyin Nazmi yanlarına  gelince içindekileri bir bir döktü ona. Babasının vefatından sonra annesinin ve kız kardeşinin sorumluluğunun kendisine yüklendiğinden bahsetti. Arkadaşı sessizce dinliyordu. Ahmed Cemil, çalışması gerektiğini söyledi. Bir iş bulup hayatını kazanmalı ve ailesini geçindirmeliydi. Hüseyin Nazmi ile uzun uzun düşündüler ve mütercimlik fikrinde uzlaşıya vardılar. Mütercim olabilir, kitap tercümeleriyle gayet makul paralar kazanabilirdi. Yabancı dili vardı sonuçta. On altı sayfalık bir kitabı ne kadar zamanda tercüme edebilirdi? Belki, üç gecede. Bu iş, ona kendi hesaplamasına göre yirmi mecidiye kazandırabilirdi. Bir mecidiyenin yirmi gümüş kuruşa, bir kuruşun da kırk paraya karşılık geldiği düşünüldüğünde fena para sayılmazdı.

Belki, Ahmed Cemil için bu tercüme mesleği, yazarlığı için de bir başlangıç teşkil edecekti. İki arkadaş pek çok isim üzerinde konuştular. Lamartine, “Musset” bunlardan bazılarıydı. Vardıkları mütercimlik kararını annesine ve kardeşine anlattı. Sonra odaya çekildi ve çalışmaya başladı. Önce Lamartine’nin “Raphael”ini açtı. Tercümeyi kusursuz yapma niyetindeydi. Neresinden, nasıl başlayacağını düşündü ve bir bir çevirmeye başladı. Epey yorulmuştu ama pek yol alamamıştı. Yaptığı kadarını okudu ancak hiç beğenmedi. Tercümesi, ruhsuz ve renksizdi. Canı sıkıldı, “belki yürümek iyi gelir” düşüncesiyle kalkıp dışarı çıktı. Matbaa-i Osmaniye Kütüphanesi’nin önüne gelince biraz durdu ve vitrindeki kitaplara baktı. O anda aklına kitapçılardan birine başvurarak mütercim olmak istediğini söylemek ve ne tercüme etmesi gerektiğini sormak geldi. Oradan ayrılıp caddeye indi ve ara sıra uğradığı kitapçılardan birine girdi. Başka konulardan bahsettikten sonra kitapçıya fikrini açtı, tercüme yapmak istiyordu. Kitapçı şu an için olsa olsa hikâye tercüme edebileceğini söyledi. Çünkü başka kitaplar neredeyse satılmıyordu. Gerçi hikâyeler de az satılıyordu ya…

İlk işi, “Hırsızın Kızı” isimli bir hikâye üzerine çalışmak oldu. Lamartine, “Musset” hayalinden sonra “Hırsızın Kızı” da ikinci bir hayal kırıklığı sebebi oldu.

Hikâye çevirisi romana göre daha kolaydı ve düzgün bir biçimde pek de zorlanmadan tercümeyi yaptı. On beş günde çıkardığı bu işten on beş, yirmi mecidiye alabilmek umuduyla kitapçıya gidip biraz da çekinerek hakkını istedi. Kitapçı önce tercümeyi okutturacaktı. Hem mütercimlik için ruhsat da alınacaktı. Bu durum Ahmet Cemil için tam bir hayal kırıklığı oldu. Günlerce boşa mı çalışmıştı? Her şeye rağmen işine devam etti. Bir aralık, biraz da ısrarla kitapçıdan yüz kuruş kadar para almayı başardı. Kitapçının da kendince dertleri vardı. Neşriyat sorunları ile baş etmek gerçekten çok zordu.


Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını ücretsiz indirebilirsiniz.