Mahremiyetin üç kalesi: şiir, ev, hayır

şiir

Şiir hayal dünyasının en mahrem vadilerinde filizlenir. Onun kadar derinlerde yolculuk yapan bir rüya var mıdır bilemiyorum. Üstelik aynı dizelerle yola çıkan insanlar, kendini başka alemlerde bulur. Usta şairlerin ilhamları bir kez sözcüklere büründü mü adeta onun olmaktan çıkar. Topluma mal olur. İnsanlar şiirlerde kendi ruh haline göre bir şeylere ulaşır. Farklı yorumlar, algılar, yanlış anlama değil, zenginlik ifade eder.

Sezai Karakaoç’un Balkon şiiri üzerine kim bilir ne kadar değerlendirme yapılmıştır. En güzeli açıklama gereği duymadan kendimizi uyandırdığı çağrışımlara bırakmak ama burada birazını paylaşmak niyetindeyiz. Daha çok son bölümünü hatırladığımız bu şiirin ikinci mısraı hayalimizde ilginç açılımlar sağlıyor;

çünkü balkon, ölümün cesur körfezidir evlerde

Genellikle evlerin bir çıkıntısı olan balkonun burada körfez olarak tanımlanması ilginçtir. Körfez, coğrafi anlamda sahilde büyük bir girintiyi ifade eder. Anlaşılıyor ki bu durum, hangi açıdan baktığınıza bağlıdır. Karasal bakışta evet büyük bir girintidir. Lakin denizi esas aldığınızda körfez bu defa mavi sulardan karaya doğru bir çıkıntı oluverir. Sezai Karakoç evlere engin bir dış alemden bakmaktadır. Evler balkonlarıyla bu aleme doğru uzanmaktadır. Dış dünyadan bakıldığında bu bir girinti yani körfezdir. İnsanların özel hayatlarını koruyan evlerde balkon sokaklara bir uzanıştır. Ailenin temiz ve güvenli ortamından korunaksız bir atmosfere açılım. Dış dünyadaki tehlikelerin farkında olan şair adeta uyarır gibi, evlerdeki bu uzanışı cesurca bulur.

Şimdi son dörtlüğe gelelim;

Bana sormayın böyle nereye
Koşa koşa gidiyorum
Alnından öpmeye gidiyorum
Evleri balkonsuz yapan mimarların

Bu mısralar hem özgün mimarimiz hem de Sezai Karakoç’un içindeki dünya üzerine önemli ipuçları veriyor. Geleneksel ev yapısında bugünkü anlamda balkon yoktur. Balkon sokaktan geçeni gören ve onun tarafından görülen bir mekandır. Vitrindir, bir açığa çıkma yeridir. Evde duvarla, kapıyla, perdeyle gizlenen, balkonda dış dünyaya açılır. Sezai Karakoç, sokaktan geçenin kendisini görmesini, anlamasını beklemez. Bu nedenle şiirde mahremiyet onun için hayati bir konudur. Algıdaki olağan dışı seçiciliği buralarda aranabilir. Kendisini anlayacak nitelikli insanı sabırla beklemiştir. Eserlerinin “satılmasını” değil, gerçek okuyucuya ulaşmasını istemiştir.

Şiirin de bir mimarisi vardır. Kimisi balkona, teşhire meyillidir. Deruna işlemeden anlık etkilerle uzaktan ayartmaya çalışır. Burada hayatın geçiciliğine de bir atıf vardır. Geçici olana kapılanın algısı yüzeyseldir. Sezai Karakoç kalıcı olanın peşindedir. Onun şiirinde üstünkörü gözlerden gizleyen, ancak hakiki okuyucuya sırlarını açan gizemli bir perde vardır. Bir eski zaman şehrinin yüksek duvarlı sokaklarında gezer gibi olursunuz. Dizelerin cumbalarına bakarak geçip giderken göreceğiniz fazla bir şey yoktur. O kapının eşiğine gelmeniz, izin almak için beklenen sesi vermeniz gerekir. Bu iki taraflı, hassas bir süreçtir. Yeterince dikkat ve gönül verirseniz şiirin mahremiyet kapıları aralanır.  

Bir kez içeri kabul edildiğinizde kendinizi sokaktan görünmeyen başka bir dünyada bulursunuz. Artık şiirin serin avlusundaki güzelliklere dalarak ruhunuzu dinlendirebilir, sözcüklerin ikram sofralarına oturabilir, kuyusundaki sudan kana kana içebilirsiniz. Acıları, umutları, heyecanları içinizde duyarsınız. Burada geçirdiğiniz zaman size huzur verir. Üzerinizde kalıcı ve güzel etkiler bırakır. Bunlar nadana açılmayan şeylerdir.

ev

Bizim dünyamızda insan ve çevre arasındaki huzurlu denge, mahremiyet çizgisine göre şekillenir. Eski şehirde yaşamın temeli mahalledir. Cami, kabristan, mektep, imaret, birbiri ardınca sıralanır. İş yerleri mümkün olduğunca mahallenin dışında tutulur. Sokak, insanların evleri görmeden geçmesini sağlayan iki tarafı korunaklı geçit anlamında Arapça “zukak” kelimesinden geliyor. Görünüşte dar bir geçittir. Fakat içinde yürürken hiç de darlık hissi vermez. İki yanında sıralanan, her biri sanat eseri olan kapılar, duvarlar, arkasındaki geniş ve ferah bahçeleri gizler.   

Sokak, gelip geçmeyi kolaylaştırmak ve aile mahremiyetini korumak üzere yapılmıştır. Evler birbirinin avlusunu, odasını görmeyecek şekilde konumlanır. Yükseklik ona göre ayarlanır. Yeni yapılar öncekilerin yol hakkını, manzarasını ve mahremiyetini bozamaz. Dış kapıların, pencerelerin karşılıklı olmamasına dikkat edilir.

O dünyaya artık yabancı olan günümüz insanı eski sokaklarda yürürken unutmak istemediği anlamlı bir şeyler yaptığının farkına varır. Doya doya bakmak, resmini çekmek, tablosunu çıkarmak ister. İçerideki dünyaya nüfuz edebilmek, maharetine kalmıştır. Duvarların, kapıların ardında güzel bir dünyanın bulunduğunu bilmek insana sırlar aleminin kapılarını aralar. Güven ve huzur hissi verir. Yüksek duvarlar, kapılar, arkalarındaki mahrem dünyanın perdeleridir.

Kapıların zarif sundurmaları, özgün kilit ve anahtarlarının yanında, özel bir tokmak sistemi vardır. Erkek ve hanım misafirler kapıya geldiğinde ayrı tokmağı çalar. Böylece mahremiyete ve nezakete uygun bir şekilde karşılanarak içeri alınır. Sokak kapısından eve değil bir ferahlama mekânı olan avluya girilir. Hayat adı verilen avludan, verandaya, oradan sofaya geçilir. Misafirin durumuna göre selamlık veya harem kısımlarında ağırlanır. Sokakların tozundan korunmak için ayakkabılar dışarıda bırakılır. Evler, insanların yalnız cisimlerini değil ruh alemini de barındıran mekanlardır.

Selamla gelen misafir, bahçedeki ağaçların ve çiçeklerin arasından geçerek evin birinci mahrem bölgesi olan avluya kabul edilmiş, oradan yakınlığına göre evin diğer kısımlarına geçmesi uygun bulunmuştur. Göz nuru işlemelerle süslü bir sedire oturan misafire gönülden ikramda bulunulur. Misafiri olmayan sofra, makbul sayılmaz. Yemek harem mutfağında hazırlanır, ara koridora konmuş bir dönme dolapla selamlığa iletilir. İnancın şekillendirdiği bu dünya, huzurlu bir sosyal hayatın temelini oluşturur. Mekânda, eşyada, ahlakta hep bir güzellik arayışı vardır.

Bu hayat tarzı çok geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Şekiller, renkler bölgesel kültüre göre değişebilir. Ama fonksiyon hep aynıdır. Geniş aile yapısının bir arada yaşadığı haneler, saygının, sevginin, güzel komşulukların, yardım severlik duygularının asırlar boyu beslendiği ocaklardır. Muhabbet, fedakârlık, tevazu, vakar dolu erdemli bir hayata ilham veren sıcak yuvalardır. O sokaklarda yürürken atalardan torunlara uzanan insanlık değerlerini hissedersiniz. 

Gırnata’da bir Endülüs sokağında yürüyün. Taş işlemeli yol boyunca duvarlardan sarkan begonviller sizi selamlar. İnce ahşap işlemeli bahçe kapılarından birisi tam da siz geçerken açılırsa kaçamak ubir bakışla o güzelim avluyu, ortasında küçük havuzu, duvar diplerinde rengarenk sardunyaları belki görürsünüz. Kayrevan’da, Şam’da, Kudüs’te, Buhara’da, Kazan’da, Bursa’da, Edirne’de, Saraybosna’da eski mahallelerde hep aynı atmosferi soluyacaksınız. Sokaklardan nezaketle gizlenmiş mahrem avlularda, pencerelerde, kapılarda dış dünyaya sızan bir eski zaman iklimi vardır. Eski evler, değerli bir hazineyi korumak için usta sanatkarların elinde özenle işlenen gizemli sandıklar gibidir.

hayır

Hayır işleri eski zaman evlerine benzer. Güzel olan her şey gibi mahremiyet sağlayan bir perdeye ihtiyaç duyar. Öyle ki herhangi bir perdenin olmaması, o davranışı iyilik olmaktan çıkarabilir. Sosyal bir yükümlülük olan zekâttan başlayarak sadaka, yardım gibi faaliyetler her şeyden önce zarif bir gizle sarmalanmıştır. İyilik de bir sanattır. Doğru kişiye, doğru zamanda, doğru şekilde ulaşmalıdır. Kaba saba olmayacak, yardım gören asla incinmeyecektir.

İşin aslına bakarsak insanoğlu emanetçidir. Kendisine verilen nimetlerde ihtiyaç sahiplerinin belirlenmiş hakları vardır. İnsan, faziletleri ölçüsünde bunun farkına varır, gereğini yapar. Ona bu konuda irade ve mühlet verilmiştir. Oysa bir ihtiyaç sahibinin yardımı kabul ederek iyilik yaptığı bile düşünülebilir.

Hal böyleyken kendisine imtihan olarak verilen tasarruf hakkını bir böbürlenme aracı olarak kullanması elbette kişinin acizliğini gösterir. Fakat insanın gerçeği budur; zaafları vardır. Önemli olan bunların farkına varabilmesi, kendini düzeltebilmesidir. İyiliklerin makbul olmasının yolu gösterişten uzak ve gizli yapılmasıdır. Kural bellidir; sağ elin verdiğini sol el bilmeyecektir. Mahremiyet ölçüsünde iyiliğin değeri artar. Mademki her şeyi bilen biliyor ve görüyor, gayrısının bilmesine gerek yoktur.

Eski mahallelerde sokak başlarında görülen sadaka taşlarını düşünelim. Karanlıkta veya kimse olmadığı bir zamanda hayırsever, sadaka taşının kovuğuna para bırakıyor. Gelip geçen, bırakılan parayı görmüyor. İhtiyaç sahibi, kimse yokken oradan “ihtiyacı kadar” para alıyor. Yardım sandığının işleyişine bakar mısınız? Bugün aklımızdan bile geçiremeyeceğimiz bu durum, bir zamanların toplum yapısı hakkında fikir veriyor. Yardım edenle, yardım alan arasında esrarlı bir perde söz konusudur.

Sadaka taşı örneğini yapılacak hayrın gizli tutulmasına bir model olarak verdim. Yardım alanın fazilet göstererek sadece ihtiyacı kadarını alması dikkat çekici bir durumdur. Günümüzde her şeyin hakikisini bulmak zor olduğu gibi gerçek ihtiyaç sahibini bulmak da kolay değildir. Bakara Suresi’nde ne güzel tarif ediliyor;

İffetlerinden dolayı, bilmeyen onları zengin sanır. Kendilerini simalarından tanırsın. (273)

Onları nasıl bulacağız? Tarihimizde ihtiyaç sahiplerine hizmet amacıyla çok çeşitli vakıflar, dernekler kurulmuştur. Yapılan işlerin şahsa bağlanmasından azami ölçüde kaçınılmıştır. Şahsiyeti öne çıkarmaya çalışmak o kadar edebe aykırı bulunmuştur ki insanlar kendinden bahsederken “ben” ifadesinden kaçınmak için “fakir” demeyi tercih etmiştir. Mimarlar ve sanatçılar sevabı azaltmamak için imza atmaktan kaçınmış veya mahlas kullanarak kendini gizlemek istemiştir. Mahviyet adı verilen ruh halinde benliğiyle arasına perde çekmeye gayret etmiştir. İyiliği yapan da gören de bilinmekten haya eder. Haya duygusu imandandır.

YORUM EKLE