Mahmut Toptaş, dersleri, kitapları ve yazıları ile pek çok kimsenin beğeni ile takip ettiği hocalarımızdan. Farklı illerde yaptığı imamlık vazifelerinden sonra 1980'li yıllarda İstanbul'a gelen hoca, burada Ayasofya Camii imamlığı ve İstanbul Merkez Vaizliği yaptı. Bu esnada yaptığı dersler pek çok kimse tarafından beğeni ile takip edildi ve yayınladığı tefsiri büyük ilgi gördü. Halen farklı yerlerde derslerine devam eden ve aynı zamanda Milli Gazete'de düzenli yazılar Mahmut Toptaş ile Arapça dosyamız bağlamında bir röportaj gerçekleştirdik.

Halen Türkiye'nin en önemli Arapça yayın yapan yayınevlerinden olan Cantaş Yayınları’nın kurucularından olan Mahmut Toptaş ile sohbetimiz, kendisinin Arapça ile ilişkisinden başlayarak, kitapları ve diğer çalışmalarına hoş bir sohbet oldu. Beğeninize sunuyoruz.

Hocam, Dünyabizim’de kısmen seri olarak Arapçayla alakalı yazılar yayımlayalım istedik. Nerelerde nasıl öğretiliyor, farklılıklar nedir? Bu alana hizmet etmiş insanlar kimlerdir gibi soruları sorunca ilk aklıma Cantaş Yayınları geldi. Gelmeden evvel de sizin de yazılarınızın ve röportajlarınızın bir kısmını okumaya çalıştım. Bu meseleye çok fazla derinlemesine dikkat etmediğimizi de gördüm. Diğer şeylere gelmeden evvel ben ilk olarak Arapçayla ilişkinizi ve bu yayınevini hangi niyetlerle kurmaya başladığınızı sormak istiyorum?

İlkokulu bitirdik Arapça okumaya başladım ben. Yani Kuran-ı Kerim’i süratle okuyacak durumda değildik. Elifba’yı öğrendik, harfleri birbirine tutturmayı da öğrendim. Hoca “Emsile” dediğimiz Arapça’daki fiil çekimi kitabını verdi elime. Ben de bir günde ezberleyiverdim kitabı. Tabi çocukken şimdiki düşündüğümüz şeyleri düşünmüyoruz. Arapça öğreneceğiz diyerek gidiyoruz. Rabbime hamd olsun iyi insanlarla karşı karşıya getirmiş beni ve babamı da. Şöyle bir anımız var, ben öğretmen okuluna gidecekken gayriresmi Arapça kursuna gitmem için bir müezzin öncülük etti. Müezzin babama dedi ki: “Bu çocuğu öğretmen okuluna gönderirsen cehenneme göndermiş gibi olacaksın!” Çünkü o zamanlarda öğretmen okullarının böyle bir imajı vardı. Babam da “tamam öyleyse” dedi ve okula kaydımızı yaptırmadık. O gün biz Arapça öğreneceğiz, Kur’an öğreneceğiz diye bir hocanın yanına gittik. Kur’an okumasını bilmeyen babam bana yaya giderken dedi ki (4 saat yürüyerek gidiyorduk) “aman oğlum Kur’an'a bir mana ver. 6 ay orada okuyacaksın, 6 ayda Kur’an'a mana veriver” diyor. Onun neyini gösterir bu? Bilgisizliğini göstermiyor. Aslında yüreğinin Kur’an’a karşı yangınını gösteriyor. Ben o yangını durduramadım tabi. 8 ciltlik tefsir yazdım, 5 ciltlik Kur’an mesajını yazdım. Ama bitmez, kıyamete kadar da mana bitmez.

İlkokul yerine mi gitmiştiniz kursa yoksa ortaokul da mı?

İlkokulu bitirmiştim. Ortaokul yoktu zaten köyde. Arapçayı gayrıresmi okutan bir yerdi, oraya gittik. Aslında ben, Türkiye şartları içerisinde Arapça okunabilecek okulların hemen hemen hepsini bitirdim. İmam hatip okulu, İslam enstitüsü (şimdi İlahiyat oldu) ve Haseki eğitim merkezi. Ve Edremit vaizi olarak atandım. Orada çok değerli bir insan yaşamış. Benim İstanbul’a gelmeme o adam sebep olmuştu. 1952 yılında vefat etmiş Tahir Harimi Balcıoğlu. Bölge vaiziymiş Diyanet’in. Osmanlı medreselerinin son mahsullerinden. El Ezher’i de bitirmiş. Fransızcası, Farsçası ve Arapçası anadili gibi olmuş. Bizimkiler öyle değil. İslam enstitüsü mezunu ya da ilahiyat mezunu olanların hiçbiri “ben tam manasıyla Arapçayı biliyorum” diyemez.

Bu Tahir Harimi Balcıoğlu ki o da Edremit’te doğup büyüme, 10 kadar kitap yayınlamış. Kitaplarının bazıları (ki yayınlanmayanı da var) Fatih’te Ali Emiri Kütüphanesi’nde gördüm ben, elime aldım. 2 cilt halinde “Nakli İlimler Tarihi” diye el yazısıyla yazmış, oraya da gelmiş, hediye etmiş ileride belki biri bastırır diye. Mesela yayınlanan kitaplarından “Tarihi Medeniyette Kütüphaneler” çok önemli bir kitap. Ben sahaflara sormuştum onu, yabancılar topladı gitti, yeniden de basılmadı dediler. Eserleri Balıkesir’de basılmış. Edremit’te hediye edermiş zaten dostlarına. O zaman dedim ki “bu adam İstanbul’da olsaydı dünyaca meşhur bir adam olurdu”. Edebiyatta zirve bir adam yani, üslubu da öyle sıradan bir üslup değil.

“Mahmut, istifa et, buradan kaç” dedim kendi kendime. Hiç ne olacağını da düşünmeden istifamı bastım, İstanbul’a gideceğim dedim ben. Çünkü 1981-83 arası 2 sene İstanbul'da kalmıştım ve çok sevmiştim burayı. Kayınbiraderim de Siyasal’ı bitirmişti. Siyasal’ı bitirirken Şamil Yayınevi'nde çalışmıştı geçimini temin etmek içi. Duran Kömürcü'nün yanında çalışmıştı, Allah rahmet eylesin. Bir gün kayınbiraderim “Ben yayıncılığı biliyorum, beraber olalım, bir yayınevi kuralım” dedi. Kuralım dedik, kurduk. İşte o zaman işin şuurunda başlamıştık biz. Bu millet en az 100 yıldır Kur’an dilinden mahrum bir halde yaşıyor. Eğitim 1000 yıl evvel yazılmış eserlerle sürdürülüyor. Yani nasıl ki bizim Türkçe’de lise öğrencisine Türk Dili ve Edebiyatı öğretiyoruz ya, klasik Arapça öğrenim eserleri de, Arapça bilen insanların o dilin edebiyatını öğrenmeleri için vardı. Mesela köylümüzün hepsi Türkçeyi bilir. Hiç okula gitmemiş olan da bilir. “Hangisi bunun fiil” desen, “nedir o” der. Araplar için edebiyat öğrenme kitaplarını biz burada, elifbaya yeni başlamış insana öğretmeye çalışıyoruz. Sonra da diyoruz ki “Türkiye'de Arapça öğrenilmiyor.”

Siz hepsini okudunuz mu o kitapların?

Okudum, hepsini okudum.

Zorluğunu bilfiil biliyorsunuz yani.

Biliyorum. Onun için Mehmet Akif Safahat’ında der: “Bilir misin bu garîb ümmetin nedir hâli / "Yehâfü" sıygasının çıngıraklı i´lâli!” Millet bunlarla meşgul edilirdi diyor Akif. “Yahu bununla Kur’an anlaşılacak” denmedi kimseye diyor. Yani bu okutulanlar gaye edinildi. O yüzden ilk çıkardığımız kitabın önsözüne ben şunu yazmıştım: Bu kitapları çıkarmamızdaki gayemiz Arap’ın dilini öğretmek değildir. Rabbin kelamını anlamanın yolu Arapça’dan geçtiğinden bu dilin öğrenilmesi için bu kitapları yayınlıyoruz

İlk kitabınız neydi hocam?

El Arabiya lilnaşiin ki o kendi kitabımız değildi. Benim yazdığım bir kitap değildi. Çok kaliteli bir kitaptır. Yani şu anda dünya genelinde Arapçayı öğretmek konusunda 1. Sıradadır, geçilmedi daha. Çünkü arkasında Suudi Arabistan devletinin gücü vardı. O sahada uzman üç adama görev vermişler. Arapçası El Arabiya lil hayatolan ama biz onu yazdık üstüne, altına da kendi kendine “Modern Arapça” diye yazdık.

Bu 12 kitaplık seriden mi?

Evet, 12 kitabın birincisiydi bu. Paramız yetmiyordu da o yüzden 1, 2, 3…..12 diye çıkardık biz onu. Hepsini birden çıkaramamıştık. Onlar da şunu yapmışlar: Ben kendilerinden izin almak için Riyad’a gittiğimde o üç yazarla buluştum. Bana dediler ki: Biz İngilizce’nin vardığı son usulü Arapça’ya naklettik.

Benim torunum Beyoğlu İmam Hatip'i bitirdi. Arapça ders sayısı İngilizce'den fazla olmasına rağmen İngilizcesi Arapçasından iyidir. Bu da neyden kaynaklanıyor? Okutulan kitabın iyi hazırlanıp hazırlanmamasından kaynaklanıyor. İngilizce gazeteyi okuyor, İngilizce haber dinliyor ama Arapça’yı yapamıyor. Çünkü hoca da kifayetsiz. Okuttuğu kitap da kifayetsiz. İşte onun için o kitabı yazan 3 kişi diyorlar ki: İngilizce madem kolay öğretilmiş bir dil, biz o metodu Arapçaya uyguladık: “Ancak şunu yaptık: onların Mr Brown’undan değil sahabe-i kiramdan örnekler verdik. Metinlerimiz Kuran-ı Kerim’den, fıkıh kitaplarından ve güzel öğütlerden meydana gelir”.

Getirdik, basmaya başladık, başarılı da olduk. Başarılı olmanın ölçüsü nedir? Satmayla değildir. Biz bastık mesela 5,6, 7…10 sene devam etti. Askeriye’nin de Arapça öğreten kursu vardır. Yeni değil, belki 50-60 senedir devam eden bir kurs olsa gerek. Onlar direndiler bizim kitabı okutmamakta. Amerikalıların bastığı bir kitabı okuturlar. Amerikan ordusunun da kendi ordusunda Arapça öğretmek için okuttuğu kitabı okuturlar. Kitap 50 yıl öncesinin kitabı. En sonunda, biz kitabı bastıktan 10 yıl sonra dediler ki biz sizin kitabı okutacağız. Eski bir metodu okutmakta devam ettiler ama sonunda o okulun müdürü geldi dedi ki biz sizin kitaplara geçiyoruz. O gün bugündür bizim kitaplar okutuluyor orada.

Neyse, dediğim gibi biz Allah’ın kitabının anlaşılmasında yardımcı olabilir miyiz diye başladık bu işe. Türkiye’de fena değil, tamamen öğrettik; öğrendik denmiyor çünkü yazı da olsa, dil de olsa zorlayıcı bir talep olmazsa olmaz. Köyde kalan bir adam ömür boyu orada kalsa okumaya yazmaya hiç ihtiyaç hissetmez değil mi? Kitap yok zaten, gazete gelmiyor. Mesela babam okuma-yazma bilmeden vefat etti. Hiç eksiği olmamıştı hayatında. Bir şikayeti vardı, “Kuran okuyamıyorum” derdi. Onun dışında pek bir şikayeti olmadı. Arapça için de bu geçerlidir. Mesela en hızlı Arapça kursları Turgut Özal döneminde açıldı. Özal’ın başbakanlığı döneminde açıldı.

Neden?

Korkunç bir turist akımı vardı Türkiye’ye. Çok fazla yani, şu anki gibi filan değil. Şu andaki mültecilerimizin sayısından fazla Türkiye’de turist vardı belki. Ama o zamanlar Araplar bir şey bilmez zannediyordu bizim insanımız. Hep böyle (kaba bir tabirle) kazıklama yoluna gittiler. Onlar da çekiliverdiler. O dönemler hiç tahmin etmeyeceğiniz insanlar Arapça kursuna katıldılar. Açılan kurslara katıldılar. Niçin? Turizm şirketlerinde iş bulabilmek için. Bir de rehberlik yapabilmek için. Yani bir dilin yaygınlaşabilmesi için onu teşvik edecek bir şeyin olması gerekiyor.

Sizin ilk seriden sonra 3 tane daha seri çıkıyor değil mi?

Şimdi biz bu kitabı çıkarırken başka bir şey daha yaptık. Başarılı oldu ama devam ettiremedik. O da “Mektupla Arapça Eğitimi”. Burada biz 16 sayfa mektubu çevirdik. Gönderiyoruz okuyucuya, “oku, cevapları yaz, bize de gönder” diyorduk. O, 1 cilt halinde sonradan basıldı. Ama dediğim gibi devam ettiremedik çünkü takibi zordu. Yani o gelenlerin hepsini okuyacağız, şu doğru olmuş şu yanlış olmuş diye kontrol edeceğiz. Bunun için birilerini daha çalıştırmak gerekiyor. Talep var ama masrafını kurtaramıyor, bizim de gücümüz zayıftı, o nedenle devam ettiremedik. Ondan sonra “El Arabiya el Hayya” diye bir kitabı bastık. Biraz daha kitap basınca insanlarda “Arapça kitap Cantaş’da bulunur” kanaati oluşmaya başlayınca bu sefer diğer arkadaşların yazdıkları kitapları da basmaya veya satmaya başladık.

Sizin yayınevini kurduğunuz zaman, 1985 yılında, özellikle amacı Arapça yayınlar basmak olan başka yayınevleri de var mıydı?

Vardı. Mesela Şamil Yayınevi Türkiye’de yaşayan bir arkadaşın kitabını bastı. Yani bu para getiren bir şey olduğu için yapıldı hep. Madem ki imam-hatip vardır, imam-hatip’de de Arapça okunacaktır, öyleyse onu yapanlar oldu. Ama okuyan okuyor, veren veriyor, puan alıyor çıkıyor. Ondan sonra da Arapça biliyorum diye dolaşıyor ama bilmiyor aslında. Bu sefer onlar kalktı devreden yani. Yine Milli Eğitim’den nemalananlar devam etti.

Sonradan şöyle bir şey getirmişlerdi, şu anki durumu tam bilmiyorum ama bir zamanlar 4 tane ya da 5 tane adam kabul ettiriyor Milli Eğitim’e. Sonra öğretmenler dilediklerini okutabiliyorlar. Bizimkini biz yapamadık yani getirtemedik.

Arapça konusunda isminiz meşhur olduktan sonra herkes size gelip kitaplarını bastırdı herhalde değil mi?

Evet, bize gelip bastıranlar oldu. Bir de biz şu anda Arapça basılmış tarih kitapları, fıkıh kitapları basıyoruz.

Hocam ithâlât, ihracat işi var mı yayınevinin?

Yok. Başka arkadaşlar getiriyor. Bizim Arapça kitapları ithal eden Diyarbakırlı Mehmet Özdemir vardır, Allah sağlık sıhhat versin. Ama oğlu devam ettiriyor hâlâ. Türkiye’nin, vaizlerin, hocaların kitap ihtiyacını Mehmet Özdemir karşıladı 50 yıl boyunca. Yani Türkiye’deki din adamlarının, vaizlerinin, hocalarının ihtiyacını 50 yıl boyunca Mehmet Özdemir karşıladı. Okuma yazması yoktur, mektup geldi mi yanındakilere okutur ama 50 yıldır bu işi tek başına sürdürür. Şu an oğlu devam ediyor, İrşad Yayınları olarak, Sultanahmet’te. Allah razı olsun, o bir hizmettir. Babasının yaptığı çok büyük bir hizmettir. Yani o kitapların geçmesi falan çok büyük hizmettir. “Çok büyük sıkıntılar çektim” derdi “havalaanında o kitapları geçirebilmek için”. Havaalanında Arapça kitabı tutuyorlar. Türkiye’ye zararlı mıdır değil midir diye. “Diyanet İşleri Başkanlığı’na göndereceğiz, DİB ‘zararsızdır’ diyecek gönderecek. ‘Tıra yüklüyoruz’ derdi Lübnan’dan. Tırın önünde şoför muavini gibi oturarak geldim mi her şeyi hallediyorum diyordu. Gümrük’te her şeyi hallederim diyordu. Öyle çok büyük hizmetler yaptı yani. Diyanet Vakfı’nın kütüphanesindeki kitaplarının hemen hemen %90’ını babası temin etti. Babası yeni emekliye ayrıldı.

Mehmet Özdemir bu işe Diyarbakır'da başlamıştı. 20-25 yıl İstanbul'da sürdürdükten sonra İstanbul'a geldi.

Hocam Şimdiye kadar Arapça üzerinden devam ettik. Ama sizin belki de en önemli veya bilinen çalışmalarınız tefsir ve meal çalışmalarınız. Bildiğim kadarıyla tefsir kitabınız da bir tefsir yazayım diye başlamamış ve yaptığınız derslerin kitap olması fikri ortaya çıkınca gelişmiş. Kur’an’ın belagati ve dili üzerine çok fazla mesai harcadığınız için biraz da sizden dinlemek isteriz tefsir yazmak için neler gerekir; kim, nasıl yazabilir?

Arap doğup Arap büyümediğiniz sürece Arap’ın aldığı zevki alamazsınız Arapça'dan. Mesela Türkçe için düşünelim. Bir İngiliz adam gelmiş, Türkçeyi bütün teferruatıyla öğreneyim demiş ve 5 senesini vermiş. Kelime kelime ezberlemiş. Bu adam bizim Türkçe'den aldığımız zevki alamaz. Mesela “kazın mezarımı dört yol üstüne”, bunu bilir, anlamada zorluk yok, anlar ama keyif almadan, zevk almadan anlar. Örneğin ben bu kadar uğraşmama rağmen İstanbul’da 6-7 defa baştan sona anlattım Kur’an-ı Kerim’i. Mesela Arap’ın en ünlü şairi Peygamber Efendimizi duymuş, bir gideyim adamı göreyim demiş. Gelmiş onu dinledikten sonra Müslüman olmuş. Musa (as)’ın kıssası anlatılırken “Rabbim yağmurlara dedi ki: ey gökyüzü suyunu tut, ey yeryüzü suyunu yut!” Adam bunu okuyunca Müslüman olmuş. Gökyüzü suyunu tut, yeryüzü suyunu yut! Keyif almıyoruz. Arapçasını okurken de keyif almıyoruz. Arabın dilinde zirveyi almış en iyi şair unvanını almış adam diyor ki: “Bir insan bunu söyleyemez. Orada kelime diziminde, harflerin yan yana gelişinde, anlatımında bir güzellik var.” Biz bunu bu şekilde göremiyoruz ama Rabbimin kelamıdır diyerek okumaya devam ediyoruz ve yine keyif alıyoruz, bir feyz alıyoruz ondan. Manasına gelince, manasında herkes, her Müslüman veya her kafir kültür kabı kadar alıyor. Olduğu gibi almak yok.

Kültür kabı derken?

Yani benim bir kabım var. Benim kim belirledi bu kabımın hacmini? Gördüklerim, duyduklarım benim kabımı belirliyor. Sonra ilkokul belirliyor. Sonra medrese belirliyor. Sonra imam-hatip, İslam enstitüsü belirliyor. Hasılı benim kabım seninkinden, senin kabın onunkinden ayrıdır. Onun için İmam Şafii’nin güzel bir sözü var: Diyor ki bütün insanlar Müslüman olsa hepsi Allah’ın kelamının dilini öğrense hepsinin anladığının toplamı Rabbimin murâd ettiğine yaklaşır. Çünkü Kur'an-ı Kerim’de 50 yıl sonrasının da ihtiyacı var ama bizim ihtiyacımız olmadığı için görmüyoruz. Tabiat kanunlarının hepsi Rabbimin kanunu değil mi? Şeriat kanunları, Kur'an da onun. Suyu sahabe gördüğünde ne yapardı? Su içilecek. Abdest alınacak, banyo yapılacak, elbiseler yıkanacak, bir de hurmayı sulayacağız. Ama sudan elektrik üretildi. Bir gün gelecek su yanacak, ışık olacak deselerdi, tabii sahabedir ayrı, onlar için bu sözü kullanamam ama bizim gibi insanlar “ya oğlum deli misin, olur mu öyle bir şey? Suyu söndüren şey yanar mı?” derdik. Ama sudan ışık üretildi. 100 yıl sonra bir adam sudan ekmek üretir mi? Ben olmaz demiyorum. Herkes o sudan veya o havadan kendi çağının ihtiyacını alıyor. Aynen ayetler de öyledir. Onun için hepimiz gücü oranında Rabbimizin kelamından almaya çalışacağız.

Mesela Türkiye’de şu anda Kur’an-ı Kerim’in mealini veya tefsirini okuma bayağı hızlandı. Bu hayra alamettir. Burada uyarılması gereken şey şu: Her bilim için nasıl ki bir emek gerekiyor, yani kimyayı kimya kitabını okuyarak öğrenen bir adam olmaz, hoca öğretecek ona formülleriyle. O formülleri ezberlemek hiçbir şey değil. Ne anlama gelir o? Hani suyun formülü H2O, ne bu? Onun için okumaya devam ama ahkam kesmeye hayır. Çok iyi okumuş (yani sıradan biri değil) bir adam “hocam bu hocalar siz de dahil bizi uyutmuşsunuz” diyor. “Hayrola” diyorum. Maide suresinde diyor ki “namaz için kalktığınızda abdest alın, sonra da tarif ediyor ellerinizi yıkayın yüzünü yıkayın, başınızı meshedin, ayaklarınızı yıkayın” diyor. “Ee nerede kandırmışız?” dedim. “Abdesti aldıktan sonra bir adam oturmamalıdır çünkü namaz için kalktığınızda diyelim ki buradan kalktın, abdestini aldın, cumaya gidiyorsun, daha da vakit var, yarım saat var, arkadaşın dükkanında oturdunuz, çay içtiniz, ezan Allahuekber dedi, kalktınız, olmaaaaz! Namaz için kalkmalıydın. Gideceksin abdestini yeniden alacaksın” dedi. O zaman dedim “bak Sultanahmet’te toplandık. Hoca vaaz ediyor Cuma günü 5000 adam toplanmış. Hoca Allahuekber dedi, 5000 adama ‘buyrun arkadaşlar dışarı çıkaralım sizi abdest mi aldıralım yani.” “yav hiç aklıma gelmedi benim” dedi. Zaten oğlum aklına gelse sen böyle düşünmezsin. Onun için ahkam kesmemeye dikkat edelim.

Ehl-i sünnet çizgisi çok sağlam ve doğru bir yoldur. O çizgiden çıkmamaya özel gayret göstermek lazım. Ehl-i sünnet deyince millet 4 imamı anlar, İmam-ı azam, İmam-ı şafi, İmam-ı Malik, İmam Hanbel’i anlar. O değildir sadece ehl-i sünnet tabiri. Kur’an ile sünnet üzerinden yürüyen insanlar manasına gelir ehl-i sünnet. Bu 4 mezhep de Kur’an ve sünnet üzerinden yürür yani İmam-ı Azam, Said b. Cubeyr, Said b. Müseyyeb, Hasan Basri, İmam-ı Azam da der yani bunlar benden çok büyük insanlar der. Onlar da ehl-i sünnettir yani o çizgidir. Türkiye’de kanaat o değil midir? Ehl-i sünnet diyince 4 mezhep çizgisi öne çıkar. Bu Kur’an ve mezhep çizgisidir ve bu 4 mezhep buna en uygun hareket eden insanların arkasından gelendir. Bu çizgiden ayrılmamaya dikkat etmemiz gerekiyor.

Tabi ben İstanbul şehrine 81 yılında geldim. Daha önce Karaman’da da imamdım, ders yapardım çocuklara. Ortaokul, sanat okulu, imam hatip, ticaret okulu, 4 lise vardı. 4’ünün de geçeceği bir yer var, 6 yolun kavşağı var. Orada bir kahvede yer tuttum ben, ikindi namazı sonrası oraya gelirim, sohbet yaparım. Niye kahvede yaparım? O günlerde Akıncılar var, MTTB var, Yeniden Milli Mücadele var, bir de ülkücüler var. 1’inin binasında sohbet yaparsan diğer 3’üne karşı ret gibi kabul ediliyor. 3’ü oraya gelmez yani. Öbüründe yapsan da diğer 3’ü gelmez. Onun için dedim ki ben burada yapayım, her gruptan insan buraya gelir, lise öğrencileri de gelir orada sohbetlere devam eder. Bir ayet bir hadis. 45 dakika sohbet yapılacak, çaylar benden, ondan sonra herkes evine gidecek. Derken İstanbul’a Haseki’ye geldik. Onlardan biri burada asistan olmuş üniversiteye. “Hocam ben bütün asistanları toplayayım, haftada bir gün yine yapalım sohbetleri” dedi. “Yapalım” dedik, yine devam ettik. Sonra Milli Gençlik Teşkilatı’nın öğrencileriyle başladık. İlim Yayma Cemiyeti ile başladık. Yine aynı tefsir yaptık. Ne dedik mesela tefsirde bu sene İlim Yayma’da Fatiha suresiyle namaz surelerini bitiriverdik.

İlim Yayma’nın hangi yurdunda veriyordunuz?

Vefa'daki yurtta. Namaz suresi, Yasin suresi, Tebareke suresi, tüm bunlarla hep haşır neşir olacağız. İşte biz yayınevini kurunca 1989 yılında Cağaloğlu’nda Cezerî Kasım Paşa Camii yapıldı. Eskiden cami imiş orası. Menderes döneminde İtalyan mimar tarafından yıkılmış. Ayasofya ile Süleymaniye arasına otoban gibi yol geçireceğim diye hep camilerden geçirmiş yolu ve ilk orayı yıkmış ve orası yeniden yapıldı. Onun da macerası ayrı bir şey. Ağustos ayı gibi açıldı. Caminin altı Diyanet Kitabevi, kitabevinin altı konferans salonu, çok şık bir yer. Benden başka kimse kullanmadı o konferans salonunu. Müftü efendiye gittiğimde çok lüks koltuklar koydu. Yani para harcanmasında hiç sıkıntı yapılmadı. Dedim ki “hocam burayı bana haftada 1 gün ver. Ben bir tefsir dersi başlatayım.” Camide yapılır tefsir. Hürriyet gazetesinin tam karşısındaydı o zaman. Dedim ki hocam karşında Hürriyet var, yanında Milliyet gazetesi var, bunlardan da insanları getireceğim ben oraya. Camide yaparsak adamlar biz camiye girmeyiz diyebilirler. Ama burası salon, dizüstü oturamayız. Camiye gelen ya çökecek ya da bağdaş kuracak. Adam alışık değiliz yani burada yapamayız derken gelmeyi bırakır, karşı olduğundan değil yani. 1.5 saat benim dersim, 1.5 saat diz üstü ben de oturamam; yani sadece onlar değil ben de oturamam. Sonra ütüm bozulur diyecek, ayakkabımı çıkaramam, ayağımdaki ayakkabı 400 liralık, çalarlar diyecek. Dedim salon olursa oturmayacak, ütüsü bozulmayacak, ayakkabısı ayağının altında duracak ve gönül rahatlığıyla beni dinleyecek. Sağolsun ikna oldu.

Tefsir yazma niyeti yoktu bende, Allah'ın kelamını anlatayım, herkes gelebilsin camiye. Bir kısım insan gelmiyor, gelemiyor. Salona gelebilir; bir defa gelirse lüksünü de görecek salonun. Orada 10 yıl devam etmişti dersler. 1989’dan 99’a kadar yani 28 şubat döneminde de devam ettim ben. Kurmay albay emeklisi bir öğrencim vardı, düzenli gelirdi, “hocam arada bir dokunuyor lafların” derdi. Yani yanlış bulduklarımı söylüyorum o zaman hafif bir atılırım ben de oradan ama Allah’ın kelamı olduğu için ben çekmiyorum milleti. Kelam Allah'ın olması sebebiyle oraya geliyor insanlar. Yaklaşık 300-350 kişilik koltuk vardı. Hatta ayakta olanlar da oluyordu, dersleri ikiye çıkardım. Ayakta olanlar kendilerini bilir, onları salıya alalım dedim. Salı ve Perşembe günleri devam ettik biz o yıl.

Sonradan nasıl kitaba dönüştü peki? İşte 2 yıl geçtikten sonra bazıları dedi ki “hocam iyi gidiyor bu dersler. Kaybolmasın, kitaba dönüşsün” Bu sefer kasete almaya başladık. En az 10 kişi kasete alıyordu. Hatta biri dedi ki, hocam öne oturan adam var çok bakımlı biri. Adam en önde oturur, kaseti önüme koyar, sonra da gider. 28 Şubat dönemiydi, “hocam valla bu istihbarattan” dediler. “Nereden bildin?” dedim. Arkasına takıldım hocam, valiliğin oraya vardı. Orada bir adam arabanın kapısını açtı, girdi, ondan sonra o adam götürdü gitti. Mesela onlardan topladım ben. Eskiden kaymakammış, şimdi müfettişmiş adam. Bunu bana diyene “oğlum keşke MİT’in merkezinde kurs açsalar, ben de gidip ders versem orada” dedim. “Arapçayı, Allah'ın kelamını, Kur’an-ı Kerim'i onlara anlatıversem” dedim. “Benim için endişe duyma”. Kur’an-ı Kerim’in en tehlikeli kelimesi “lailaheillallah”tır. Kur’an’ın ifadesiyle bütün peygamberlerin ortak söylediği bir kelimedir. Onu da biz minareden bağırıyoruz. Kimsenin namusuyla oynamayacağım. Kimsenin parasıyla da oynamayacağım. Makamıyla oynamayacağım. Şöhretinin ve şehvetinin önüne de günah olduğu için engelleme tarafına gideceğim, sen yapma ben yapayım demedim mi insanlar, üzerine gelecek olanlar diyor ki: “Yav bu adam bu işten para kazanmıyor, hedefe dönüştürmüyor yani istismar etmiyor. E şehvet peşinde de değil yani bunu kötü yola çevirme tarafında da değil.” Mesela bunun benzeri bir olay: İsviçre’de istihbaratın en güçlü, en iyi elemanını oradaki Müslümanların derneğine gönderip demişler ki      orada neler dönüyor, bir araştır.”. Üç ay kalmış, bir şey yok, her şey iyi. Demişler ki “olmazsa rapor tut bize uyuşturucu ticaretiyle ilgileniyorlar” de. Demiş “yapmıyorlar, içen de yok, alan da yok satan da yok”. “Biz orayı kapatacağız” diyorlarmış, “sen bize rapor sun.” Öyle veya böyle derken adam Müslüman oluyor. İstifa etmiş, dövmüşler, oradaki dosyalarını filan toplamışlar. Yani İsviçre istihbaratçısı kendi istihbaratçısını dövüyor. Adam şimdi Müslümanlığa hizmet eden bir adam.

Buraya istihbarat toplamak için gelenlerin gelmelerine gerek yok, ben onların merkezinde de isteseler ders vereyim, Allah’ın kelamını bildiğim kadarıyla anlatayım. Gizli bir iş yapmamaya dikkat edeceksin. “Bizim gizlenecek hiçbir şeyimiz yok. Aleni söyleriz aleni yaparız” dedim. En tehlikeli kelimemiz lailaheillallah’tır. Bunu bedevi anlamış. Bunu duyunca “ne diyorsunuz siz” demiş, “bu yeni peygamber ne diyor” demiş. “Lailaheillallah diyor” demişler. “Hımm” demiş, “dünyayı karşısına alıyor bu adam” demiş. “Galip gelirseniz gelir Müslüman olurum” demiş, gelmiş Müslüman olmuş. Yani Lailaheillah’ın ne manaya geldiğini biliyor. Ebu Cehil biliyordu. “Saltanat sallanıyor arkadaşlar bunu söylerseniz” diyor. Ebu Cehil biliyor, “bizim saltanatımız sallanıyor” diyor. Bedevi biliyor. Bedevi diyor ki “bu adam dünyaya karşı bir kavganın içine girmiş” diyor.

Allah’ın kelamını anlatmaya çalıştım, 2 defa bitirdim ben Diyanet’in binasında 10 yıl içerisinde. Buhari’yi bitirdim baştan sona. Bir de bizim Hanefi fıkhından Kuduri kitabını bitirdim. Derken müftü efendi kapıyı kilitlemiş. 1999’da “bundan sonra yok” dedi. “Şikayet var mı” dedim, “yok” dedi. “Baskı var mı” dedim, “yok” dedi. “Olmaması için tedbir alıyorum” dedi. Onun için “ne olursa bize, bizden olur” derler. Ben yine de hayat mücadelemde şunu yaptım, Kimseyle kavga etmem. O nedenle müftüyle kavga etmedim. Hiç bir müftünün bana yaptığı haksızlığa düzeltilmesi için bir dilekçem yoktur. Seni buradan alıyoruz, filan yere veriyoruz diyorlar, severek gidiyoruz. Oralı insan değil mi? Ben burada da insana hitap ediyorum, orada da ederim. Ev kendimin değil. Buraya kira vereceğim, oraya da kira veririm yani. Ben 16 evde kiracı olarak oturmuşum. 17 olsa ne olacak yani? Gider otururum. Onun için dilekçem yoktur benim Ankara’da. Çünkü kurumumla kavgam yoktur, onlar da Müslüman adamlar. Müslüman adamla ben neden kavga edeyim? Haklı olsam bile kavga etmiyorum. Öbür tarafa geçiyorum.

O hafta ben taşıdım dersi Eyüp’teki Münzevi Camii’ne. Sağolsun oranın imamı Mustafa Çelik hoca çok değerli bir hoca; iş bilen, organizatör bir hoca o. Allah razı olsun orada da 13 yıl devam ettim. Ondan sonra da kasetleri topladık. İlahiyat mezunu imam arkadaşlar vardı. Onlara da bir ek gelir oldu. Kasetleri veriyorum, çözüyorlar, çünkü ilahiyat mezunu olmaları nedeniyle kelimelere aşina arkadaşlar. Sonra ben yeniden okudum. Mesela ben bir hadis-i şerifte söylemişim. İşte Buhari’nin filan bölüm filan bandı diye onları yazıyorum. Buna rağmen yine de değerli bir arkadaşa verdim kontrol etmesi için. Mana hatası olmamasına, ehl-i sünnete aykırı hata olmamasına dikkat ettim ben daha ziyade.

Şu an devam ettiğiniz sohbet var mı hocam?

En son İlim Yayma ile tatile girdik. Haftada bir gün İlim Yayma’da yapıyorduk, tatile girdik. Seneye devam edecek inşallah.

Yazılarınız devam ediyor mu Milli Gazete’de?

Devam ediyor.

Eserlerinizin başka dillere çevrilme durumu var mı?

Benim çevrilen kitaplarım var ama bir tanesinin hikayesini anlatayım size. Bana Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğrencileri bir teklifle geldiler. “Bize sohbet yapar mısınız bir gün” dediler. O zaman dedim ki “oğlum siz tek grupsunuz. Yani İskender Paşa ve Milli görüşle beraber olduğunuz tek bir grupsunuz. Ama orada ülkücü de var, nurcu da var, solcu da var. Dördünüz bir araya gelirseniz de beni de davet ederseniz yaparız” dedim. Solcuyu getiremediler ama 3’ü bir araya geldiler. Camide başladık tefsir dersine. Sonra o kasetleri yine onlara çevirttirdim. Dedim “sizden tek ücret isterim, bunu bana yazıya çevirivereceksiniz” dedim. Sağolsun yaptılar, İmanın 6 Şartı, İslam’ın 5 Şartı diye ayrı ayrı kitaplar çıktı. İslam’ın 5 Şartı’nı bir arkadaş Uygurcaya çevirdi. Çin, Kaçkar ve çevresinde dağıttılar. Onların alfabesiyle yazıldı. Dil olarak kendi dillerini kullanıyorlar Osmanlıca gibi. Baskıyı yaptılar, orada dağıttılar onlar.

Allah bereketli ömür versin Anayasa Mahkemesi üyesi vardı Sacit Adalı, geçen sene veya 2 sene önce emekli oldu. O dedi ki “Bakü’ye gidiyorum hocam senin kitaplarını oraya götüreceğim, okuyacağım.” O derse devam ederdi İstanbul’da kalırken. Orada İman kitabını baştan sona okur. Orada demiş ki “Bakü Üniversitesi’ninbu ateist profesörlerini imana getirecek tek kitap bu”. Onu tutmuş öğrencilerinden Lale isimli bir kıza vermiş. “Bunu al Rusçaya tercüme et, getir bana” demiş. O da etmiş. Sonra Anayasa Mahkemesi üyeliğine tayini çıktı. Geldi bana dedi ki: “bak hocam senin kitabı Rusçaya tercüme ettirdim.” Getirdi bana, biz onu oradan basmadık ,Özbek bir hoca gelmişti buraya, iyi bir hocaydı. Rusçası da iyiydi. Dedim ki bunu baştan sona oku, yanlış tercüme olabilir. Bir örnek de verdim. Bir ilmihali Bulgar müftüsü Bulgarcaya tercüme etmiş. Oruç kelimesini “yağsız hayvani gıdaların yenmediği günler” diye tercüme etmiş. “Her şeyi yiyebilirsiniz yalnız hayvani gıdalar yememelisiniz” anlamında. Hıristiyanların öyle bir orucu varmış ya o kelimeyi kullanmış. “Yani burada oruç deyince Hıristiyan Rusların anladığı kelimeyi kullanmışsa onu değiştireceksin veya tarif edeceksin”, sağolsun yaptı onu Özbek hoca. Ama “işi bilen biri yapmış” dedi. “Rus dilinde edebiyat örneği olacak kadar güzel bu” dedi. Sonra o kız geldi. “Kızım” dedim (gencecik bir kız 20 yaşlarında, “senin bu işi başarman mümkün değil. Dili çok güzelmiş” dedim. Dedi ki “babam profesör, annem Arapça doçenti, benim bilemediğim kelimelerde ikisinden yardım aldım. Kitabın ilk Müslümanı da babamdır” dedi, “bu kitap Müslüman etti babamı” dedi. “Babam ateist-komünistti. Komünizm yıkıldığı için vazgeçti komünizmden ama ateistliğine devam ediyordu. Kitabı baştan sona okudu ve Müslüman oldu. Kitabın ilk Müslümanı benim babamdır. Biz Müslümandık, annemle ikimiz inanıyorduk da babam inanmazdı” dedi. Kızı “Baba şu kelimeyi mi kullanayım, bu kelimeyi mi” diyor, babası “ver bir bakayım” diyor, bu sefer kitabı bırakamıyor. O kitap öylece tercüme edildi, dizdirdik. Ondan para kazanmayalım diye karar aldık biz. Çok kaliteli bir baskı yaptık. Kaliteli baskı yapmamızın sebebi şu ki buradan biz bunu dağıtacağız, gidenlerin de eşyalarını yolluyorlar ya Rusya’ya, en imansızı bile görse çöpe atamasın kitabı diye. Onun yerine alsın kendi evine götürsün, kendi evine götürse bile hedefine varmış olur bizim için. 2000 adet bundan bastık biz. Şimdi o zaman Rusya’da komünist rejim yıkılınca bizim Türkiye’de birçok işadamımız saldırdı Özbekistan’a, Kazakistan’a, Azerbaycan’a iş bulacağız diye. Gidenlere diyorlarmış ki “bundan getirin”. “Bundan temin edebilir miyiz” diye sordu bir tanesi, dedim “bundan temin edemezsiniz ama ben filmini veririm, siz normal kitap olarak renksiz kağıtla basarsınız orada” dedim. Benim bildiğim 45-50 defa basıldı, dağıtıldı yani. İstanbul Müftülüğü bile, Allah sıhhat versin Selahattin Kaya Bey dedi ki “gelen müşteriler bunu istiyor, biz bastıralım” dedi. Bastırdı 10.000 adet, gelen müftülerin eline veriveriyorlardı 100 adet hediye olarak.

Hocam çok teşekkürler ilginiz için, bize vakit ayırdığınız için.

Ben teşekkür ederim.

 

Mehmet Erken konuştu