İnsanoğlu yaratılış gereği iz sürmeyi sever. Önünde gördüğü güzel insanların ayak izlerine bakarak yürümek işini kolaylaştırır. Yolumuzu aydınlatan güzel simalardan birisi de merhum Mahir İz hocaefendidir. Mahir hocayı daha iyi tanımak için, hayatı ve mücadelesi konusunda çalışmalar yapmış olan İdris Topçuoğlu Bey'le bir söyleşi gerçekleştirdik.
İdris hocam, asıl konuya geçmeden bize kendinizi kısaca bir tanıtır mısınız?
Bendeniz, Trabzon doğumluyum. İlk, orta ve lise tahsilimi Düzce’de tamamladım. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunuyum, aynı fakültede Tasavvuf alanında yüksek lisansımı tamamladım. Üniversite mezuniyeti sonrasında eğitim alanında çalışmaya karar verdim. Daha özgün çalışmalar içerisinde yer almak ve nitalikli bir hizmete vesile olabilmek için sivil toplum kuruluşları bünyesinde çalışmayı tercih ettim. Halen Aziz Mahmut Hüdayi Vakfı’nda çalışmaktayım. Ayrıca Lider Eğitim ve İGEDER bünyesinde gönüllü olarak gençlerle ve eğitimcilerle ilgili çalışmalara destek olmaktayım. Karakterli bir neslin yetişmesine vesile olmak niyetiyle çalışmalarımızı yürütmekteyiz.
Sayın hocam, sizin Mahir İz hocaefendi ila alakalı sunumlarınızın olduğunu biliyoruz. İlk olarak şunu sormak isterim. Niçin Mahir İz? Sizinle bağı nedir?
Öncelikli olarak Mahir Hoca ile ilgili röportaj düşünceniz için teşekkür etmek isterim. Mahir Hoca, yakın tarihimizde büyük emekleri olan önemli muallimlerimizden biridir. Böyle bir zatı gündeme taşımanın ve onun öğretmenlik yönünün yeniden Türkiye’de ve özellikle eğitim camiasında konuşulmasının önemli olduğuna inanıyorum. Biz Mahir Hocamızı ilk defa Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde öğrencilik yıllarımızda duyduk. Hocalarımız sık sık Mahir İz’den ve kendi hayatlarına tesirlerinden bahsederlerdi.
Okulumuzun bulunduğu caddeye Mahir hocanın hizmetine ve emeğine duyulan saygı dolayısı ile Mahir İz Caddesi adı verilmişti. Tez danışmanı hocam, Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz Bey, bana Mahir hoca üzerina çalışmamı önerdi. Ama Mahir Hocayı çalıştığımızı duyan herkes tezi bir an once kitaplaştırmamızı ya da seminer halinde insanlarla paylaşmamızı defalerca rica ettiler. Bunun üzerine birkaç yerde “İz Bırakan Eğitimci Mahir İz” başlığı altında Mahir Hocayı anlattık. Dinleyicilerden gelen geri dönüşümlerin gayet olumlu olduğunu görünce de programların devamı geldi. Türkiyemizi il il dolaşarak Mahir Hocayı ve eğitime, öğrencilerine yaklaşımını anlatmaya gayret ediyoruz.
Mahir İz kimdir? Yetiştiği dönemle alakalı kısa bir bilgi rica etsek...
Mahir Hoca anne ve baba tarafından eğitimli, ilmî altyapısı güçlü bir ailenin çocuğu olarak İstanbul’da 1895 yılında dünyaya gelmiştir. Babası, Medine-i Münevvere kadılığı dahil olmak üzere muhtelif vilayetlerin kadılıklarını yapmış Abdülhalim Efendidir. Mahir Hoca’nın hayatında babası ve hocalarının çok önemli yeri vardır. Babası, Mahir Hoca’nın eğitimine adeta titremiştir. Osmanlı’nın son dönemlerinde dünyaya gelen ve tahsil hayatına başlayan Mahir Hoca’yı babası döneminin okullarında okutmuştur. Ayrıca sadece okulda aldığı eğitimle yetinmemiş, Mahmut Neci Efendi adında bir hoca ile anlaşarak okul haricinde her gün Mahir İz’e özel olarak eğitim vermesini sağlamıştır. Yani sadece okulda verilen derslerle yetinmemiştir. Hatta Medine’ye kadılık görevi için gideceği zaman ailesi ile birlikte Mahmut Neci Efendi’yi de Medine’ye beraberinde götürecek kadar çocuklarının eğitimini önemsemiş ve sıkı tutmuştur.
Mahir Hoca, hatıralarında Mahmut Neci efendiden ve onun kendisinin yetişmesindeki ehemmiyetinden sıklıkla bahsetmektedir. Ayrıca Mahir İz, döneminin en iyi liselerinden biri olan Ankara Sultânisi'nde lise tahsilini tamamalamıştır. Yine Ankara’da olduğu yıllarda Mehmet Akif Ersoy ile tanışmış, birlikte Farsça ve Türkçe edebiyat metinleri okumuşlardır. Mahir Hoca’nın en çok etkilendiği şahıslardan biridir Mehmet Akif Ersoy. Hatta Mahir İz, Mehmet Ekif Ersoy’un Safahat adlı eserinin ete kemiğe bürünmüş halidir desek yeridir.
Mahir İz hocamızı ozel kılan sebepler nelerdir? Neden o?
Bir kere Mahir Hoca’da emek var, gayret var, heyecan var, vefa var, insana hizmetle dopdolu bir yürek var. Mahir İz, öğrencilerine sevdalı bir insandır. İlmi bakımdan dolu bir insan. Tükçe, Arapça ve Farsça’ya vakıf, aynı zamanda Mahmut Neci Efendi’den dini ilimleri tahsil etmiş bir zat. Yani bilgi ve birikimi gayet yerinde. Bununla birlikte insanlara faydalı olmak, hizmet etmek noktasında da son derece gayretli bir yapıya sahip. Öğretmenlik mesleğine, onun tabiri ile muallimlik mesleğine kendini adeta vakfederek tam 59 yıl süren bir öğretmenlik hayatı olmuştur. Mahir hocayı özel kılan ve kendisi gibi binlerce öğretmen arasından sivrilmesini ve bugün bile yâd edilmesini sağlayan hususların en başında Mahir İz’in mesleğe olan yaklaşımı gelmektedir.
Bir gün öğrencileri kendisine, “hocam neredeyse ailenizden daha çok bizimle vakit geçiriyorsunuz, neden böyle yapıyorsunuz” diye sorduklarında Mahir İz, “Sizler benim talebemsiniz evlâdım! Bir hoca için talebe, evlâddan daha evlâdır!... En hayırlı vâris, talebedir!... Evlâd, idealini suistimal edebilir, ama talebe etmez!... Senin amel-i salihini evlâddan ziyâde talebe devam ettirir. Allah muhafaza buyursun, evlâd hayırsız çıkabilir, ama talebenin hayırsız çıkma ihtimali daha azdır.” diyerek öğrencilerine ve mesleğine olan bakış açısını dile getirmiştir. Bu niyet ve yaklaşım beraberinde öğrencileri için yapılan olağan üstü fedakârlıkların kapısını aralamış ve böylece Mahir İz, talebelerinin gönlünde taht kurmuş, onların zihin ve gönül dünyalarında kalıcı izler bırakabilmiştir. Yine Mahir Hoca’nın, “Dünyaya yeniden gelecek olsam tekrar öğretmen olmak isterdim” sözünü sık sık tekrar ettiğini pek çok talebesinden bizzat işittim.
Lise ve fakültede muallim, edebiyatçı, ama Tasavvuf hocası... Bir çelişki görülmüyor mu ilk anda? Nedir bu işin sırrı?
Tasavvuf ve onun pratikteki uygulaması olan tarikatler, Osmanlı’nın ilmî, siyasî, iktisadî ve askerî hayatına tesir ederek halkın dînî hayatını şekillendiren mühim âmillerden biri olmuştur. Saraydaki padişahtan medresedeki hocaya, çarşıdaki esnafa kadar herkesin hayatında yer alan tasavvufun, cemiyet hayatında büyük bir tesiri bulunmaktaydı. Mâhir Hoca da böyle bir cemiyet içerisinde dünyaya gelmiş, ilkokul ve lise tahsilini bu toplumun içerisinde ve onun müesseselerinde yapmıştır.
Mâhir Bey’in divan şiirine olan ilgi ve alakası ve onunla meşgul olmaktan büyük zevk alması da tasavvufa ilgisinin doğmasında ve mutasavvıflara karşı sempatisinin oluşmasında etkili olmuştur. Çünkü dîvân şiirine kaynaklık eden ana unsurlardan biri de tasavvufî temalar olmuştur.
Mâhir İz’in çok sevdiği ve kıymet verdiği kayınpederi Muhyiddin Râif Bey de, Melâmî şeyhlerinden şâir Abdülkerîm Efendi’nin halifelerinden ve Serasker Kapısı kalem şeflerinden Fehim Bey’e intisaplı ehli tarîk bir insandı, Mâhir Hoca’nın bazı tasavvufî çevrelerle tanışmasına da kayınpederi vesile olmuştur.
Tasavvuf derslerinde, bilhassa Nakşibendiyye Tarikatı’nda bir düstur olarak kabul edilen, “halvet der encümen” fikrine iştirak ederek, halvet ve uzletin bu kadar veciz bir tarzda izah edilmediğini söyleyen Mâhir Bey, Nakşibendiliğe ayrı bir ilgi duymakta ve karakteri itibariyle de bu yola yatkınlığı bulunmaktaydı. Talebelerinden kendisine gelen “Hocam, bir tarikata intisap edelim mi, bu bir mecburiyet midir? Nereyi tavsiye edersiniz?” sorularına da, “İntisab bir mecburiyet değildir. Bir gönül işidir. Zorlamakla olmaz, olursa da feyz alınmaz. Siz telâşe etmeyin, kısmetiniz de varsa O sizi yolda bulur, otobüste, vapurda bulur ve karşınıza çıkar.” diye cevap vermekteydi.
Mâhir Hoca, Yılların İzi adlı eserinde intisâbından şöyle bahsetmektedir: “İlmin kıyl ü kalini her zaman bir noktada toplamak kabil olmadığından, hiçbir zaman ilmî tedkîkten geri kalmamakla beraber; hakikat-i mahza’ya vukuf ancak ehlinin irşadı ile mümkün olabileceğine inanırım. İşte bu sebeptendir ki, yakazadışı bir işaretle süllem-i irâdemi semâ-yı mârifete mîrac için feyz-i Sâmi’ye rapt eyledim.”
Mâhir Hoca’nın pek fazla tafsilâtına girmediği Sâmî Efendi Hazretlerine intisâb hadisesini, beraberindeki Osman Öztürk şöyle nakletmektedir: “Tasavvufun nazariyesini tedris eden hoca, ameliyesinin uzağında soğuk soğuk dururken manevi hava birdenbire kendisini ısıtıyor. Bir gün sabah telefonumuz çaldı, baktım Mâhir Hoca… Böyle erken saatlerde telefon açmak, kapı çalmak merhumun hiç yapmadığı şeylerdi. Hemen heyecanla konuya girmeksizin “acele gel” dedi. Telaşlandım, fakat bir fevkaladelik olduğunu tahmin ettim, lâkin eve gidince öğrendim ki, mesele benim tahmin ettiğim gibi değilmiş.
Hocam başladı pürheyecan anlatmaya. Rüyasında gördüğü zatın şekl u şemâlini tasvir ediyor, fakat nasıl gördü, nasıl konuştular, işin bu tarafına girmiyor. Bana sadece “Bu eşkâlde bir zâtı tanıyor musun?” diye soruyor. Fakat şunu ifade edeyim ki ben merhûmu hiçbir zaman böyle bir heyecan ve telaş içinde gördüğümü hatırlamıyorum. Cevaben: “Hocam, anladığım kadarıyla siz Sâmi Ramazanoğluhazretlerinden bahsediyorsunuz. Biz de onunla komşuyuz. Kendileri zaman zaman namaza camiye çıkarlar, ben size avluda gösterebilirim” dedim.
Hocamın beklemeye sabrı yoktu. “Sen hemen git ve üstada “Yüksek İslâm’dan Mâhir sizi ziyaret etmek istiyor, de” şeklindeki emri üzerine: “Sabahın erken saatinde o kapıya müracaat uygun olmaz. Öğleden sonra izin talebimizi arz ederiz” dedim. Hoca kükredi, “Canım, efendim şimdi git durumu arz et, bakalım ne zuhurât ile karşılaşırız” dedi. Biz de bu fevkaladelikten aldığımız heyecan ve cesaretle üstadın kapısını çaldık. Biz o kapıyı yıllarca aşındırmışızdır, kapıya hiç üstad merhûm kendisi çıkmazdı. O gün ise kapıyı bizzat Efendi Hazretleri açtılar, selam ve el öpmeden sonra emâneti naklettim. “Yüksek İslâm Enstitüsü hocalarından Mâhir İz” dedim. “Hemen buyursun” dediler. Tekrar Hocama döndüm, bir taksi ile 3-5 dakika içerisinde üstadın hanesine vâsıl olduk.
Kapıdan içeri girerken, kendim için de destûr istedim. Müsaade etmedi ve üstadla bir saat civarında halvet oldular. Biz dışarıda bekledik. Hocam içeriden bir çıktı ki sanki hamamda terlemiş… Hemen tekrar bir taksiye bindik, sabredemedim ve yolda sordum: “Hocam hayrola, ne oldu böyle?” Cevap tam hocalık: “Olacak oldu.” “Yani yetmişinden sonra dervişlik mi göründü” dedim; Yine Mâhir Hocaya mahsus bir “evet” çıktı ki bunun tarz ve tonunu ancak O’nu tanıyanlar takdir edebilir. Hocamızın evine döndük, ilave malumat almak istiyorum, yok… Gördüğü rüyanın başkalarına nakline müsâade edilmemiş, anlatamıyor; neler konuştular bize intikal ettirmiyor, sadece “intisâb” ettiğini söylüyor.” (Öztürk, a.e. s.70.)
Bizde, bir mutasavvıf olanlar var, bir de tasavvuf bilimiyle ilgilenen araştırmacılar. Mahir hoca hangisinden?
Mahir Hoca’da ikisi de var. Yüksek İslam Enstitüsü'nde Tasavvuf derslerine girmiş ve bu derslerdeki notlarından yola çıkılarak “Tasavvuf” adında bir kitap yayınlamıştır. Ayrıca bir Allah dostuna intisap etmek sureti ile mutasavvıf olma yoluna girmiştir.
Araştırmalarımızda sizi çok etkileyen bir kaç anekdot rica etsem...
Mahir Hoca’da beni etkileyen çok husus var. Bunları seminerlerimizde detaylı anlatmaya gayret ediyoruz. Mahir İz’in, bugün her öğretmen tarafından bilinmesi gerektiğine inanıyorum. Bir insanın her türlü siyasi, ekonomik ve ilmî sıkıntıların, yoklukların yaşandığı bir dönemde bir öğretmenin nelere gücü yetebileceğinin görülmesi açısından Mahir İz önemli bir isim.
Mahir Hocanın eli, evi ve gönlü talebelerine sürekli açık olmuş, Hoca’nın bu yönlerinin hem bizim için hem de o dönemdeki talebeleri için etkileyici olduğuna inanıyorum. Bu hususlarla ilgili birkaç missal vermek isterim.
Elinin açıklığına en güzel misal Prof. Dr. Mustafa Uzun Hoca’nın anlattığı şu hadisedir diye düşünüyorum:
Memuriyete ilk başladığımda Mâhir İz Hocam:
- "İlk maaşını aldığında harcamadan bana gel" demişti. Hocamın teberrük ve yeme içme konularındaki hassasiyetini, zevkini bildiğim için maaşımdan bir kısmıyla kendisi ve yakın arkadaşlarımla bir şeyler yemek ve onun tabiriyle “ârifâne” bir ziyafet tertib etmek manasına gelecek bir şeyler yapacağımızı düşündüm yahut böyle bir şey anladım. Ancak Hoca sıkıca tenbih etti:
-“Sakın maaşından harcamadan, bir şey almadan gel!”
Vazifeye başladım, iki ay sonra maaşımı aldım. Üç yüz liraya yakın bir para. Götürdüm Hocama arz ettim:
-"Hepsi bu mu? Say bakalım."dedi. Üçyüz liraya yakın bir şey çıktı. Hocam gülerek:
-"Memuriyete yeni başlayan bir adama bu kadar maaş vermezler. Hem, sen ne kadar oldu başlayalı, bu iki aylık maaşın olmasın?" Düşündüm, başlayalı iki aydan fazla olmuştu.
Hakikaten öyle olduğu anlaşılınca:
-"Bunu ikiye böl" dedi. Böldük ikiye.
-"İşte senin maaşın bu!" dedi. Ben atıldım:
-"Tamam Hocam mühim değil, maaşımız ne olursa olsun!.. Ne yapalım? Kanlıca’ya mı gidelim, Emirgân’a mı gidelim." diye sordum.
Ama Hoca:
-"Bu, senin maaşın. Sen bunu on iki ay alacaksın. Benim sana tavsiyem, her maaşını aldığında harcamadan bunun yüzde iki buçuğunu infâk et." dedi.
-"Peki Hocam" dedim. Dedim ama Hoca benim meseleyi tam manasıyla kavrayamamış olduğumu fark etmiş olacak ki üstüne basa basa "B u s e n i n z e k â t ı n" diye tekrar etti.
Ama bu sefer de ben şaşırdım. Ayrıca ilâhiyat okuduğumdan, zekâtın hangi şartlarda verileceği gibi bazı hususları da biliyoruz tabii... Çekine çekine:
-"Hocam” dedim. “Zekât vermek için nisab var! Havl-i hevelân var! Bu şartlar tekemmül etmeden bir memurun aylığından zekât vermesi nasıl olur?!.. Benim bildiğim zekât, birikmiş para nisab miktarına ulaşır, üzerinden bir sene geçerse, onun kırkta birini hesap eder verirsin!”
Dedi ki:
-“Evlâdım, o senin dediğin, kitaplarda yazılı olan…”
Hocam, teoriyle pratiği, hayatı bilen, kitabı bilen, ikisini de bilen bir insandı… Devam etti:
-“Eğer kitaplarda yazılı olduğu gibi davranırsan, sen memur olarak ömrün boyunca zekât veremezsin… Hiçbir şey veremezsin… Çünkü zaten aldığın maaşla çoğu zaman ay sonunu getiremeyeceksin ki!” Atılmaktan kendimi alamadım:
-“Hocam, mâdem ay sonunu getiremeyeceğiz, şimdiden niye bu bana bile yetmeyecek paranın yüzde iki buçuğunu verip birkaç gün daha erken aç kalalım?!...
-"Oğlum, memlekette o kadar çok fakir-fukara var ki, bunlar havl-i havelânı beklerlerse açlıktan ölürler. Ayrıca böyle yaparsan vermeye de alışırsın!.. Veren el alan elden hayırlıdır!” diyerek ilâve etti. “Ayrıca bu kadar parayı vermek sana hiçbir zaman zor gelmez, hem de seni fazla sıkıntıya sokmaz.”
Uzatmayalım. Ben hesap ederken Hocam, o gür ve güzel sesi, kendine mahsus vurgulaması ile, “Sen bu parayı hemen mahallendeki fakirlerden birine ver! Her ay başında bunu muhakkak yerine getirmeye gayret et!” diye eklemişti.
Mahir Hoca, evini öğrencileri ile paylaşırdı. Mahir Hoca’nın hayatta olan öğrencileri ile görüştüğümüzde pek çoğunun Mahir Hocanın evinde bir programı olduğunu, evine misafir olduklarını görmekteyiz. Vakıfların, derneklerin yok denecek kadar az olduğu o yıllarda Mahir Hoca evini bir vakıf gibi kullanmıştır. Öğrencilerinden birinin yaz dönemlerinde İstanbul’da staj için kalması gerekmiş ve bu kalışlar birkaç kere Ramazan’a rastlamıştır. Mahir Hoca, Ramazan ayına rastlayan o günlerde evinde misafir ettiği öğrencisi için sahur vaktinde, içinde kayısı hoşafı ve peynirli börek bulunan bir tepsi hazırlamış ve hazırladığı tepsi ile birlikte öğrencisinin odasının kapısına gidip kendisini uyandırmak sureti ile sahur yemeğini takdim etmiştir.
Öğretmenlik mesleğindeki idealini davranışları ile de desteklemiştir. 75 yaşında iken bile bir kuruş maaş almaksızın Erenköy’den Bağlarbaşı’na 4 vasıta değişerek Yüksek İslâm Enstitüsü’ne aylarca derslerine devam etmiştir. Sohbete gittiği yerlere, duruma göre bir paket çay, bir kilo şeker götürür ya da masrafları kendisi ödemek isterdi. Talebelerini bir yere göndereceği zaman onların yol masraflarını karşılardı. “Hocam zaten benim yolumun üzeri” diye itiraz edenlere meseleyi kibar bir üslupla, “Ben bu iş için oraya gitmek zorunda mıyım? Zorundayım! Oraya kadar gidip bu masrafı edecek miyim? Edeceğim! E sen yolunun üzeri de olsa, beni oraya gidip gelme zahmetinden kurtarıyorsun evlâdım!... Al şu parayı. Bir de teşekkür!...” diyerek meseleyi kapatmaya çalışırdı. Bir defasında sohbetinde heyecana gelerek “hocam keşke bir teybimiz olsa da şu sohbetleri kaydedebilsek” diyen talebesinin imkânı olmamasına üzülerek ertesi gün gidip taksitle bir teyp almış ve kendisine hediye etmiştir.
Yine talebelerinden merhum Selçuk Eraydın’ın Yüksek İslâm Enstitüsü’ne asistan olarak alınması hadisesi de Mâhir İz’in ince düşünüş ve karakterini yansıtacak bir şekilde cereyan etmiştir. Selçuk Eraydın, Yüksek İslâm Enstitüsü'nden mezun olduktan sonra öğretmenlik vazifesine başlamıştır. Bu arada Mâhir Hoca ile mektuplaşmaktadırlar. Mâhir Bey, bir seferinde Selçuk Eraydın'a Tasavvuf Tarihi kürsüsünde asistanlık için kadro açıldığından bahsetmiş ve kendisinin bu kadro için müracaat etmesini istemiştir. Nihayetinde Mâhir Hoca, çok sevdiği ve kendisini enstitüde prensipleri bakımından hakkı ile temsil edeceğini düşündüğü Selçuk Eraydın’ı, bu kadroya müracaat etmesi için ikna etmiştir. Selçuk Eraydın’ın gireceği bu imtihanın soruları Mâhir İz hazırlamıştır. Enstitü müdürü Nihat Çetin ve Bekir Sadak mümeyyiz olurlar, Mâhir Hoca soruları onlara verir ve imtihanı yapmalarını ister. Her ne kadar, arkadaşlarının, “bu hak sizindir, üniversitede profesörler kendi arzu ettikleri asistanı alırlar” deseler de Mâhir Hoca, imtihana iki talebenin gireceğini, bunlardan birinin bütün hocaların ve kendisinin de büyük takdir ve sevgisini kazandığını belirtir ve tesir altında kalabileceği ihtimali ile imtihana giremeyeceğini söylemiştir. Sonunda Selçuk Eraydın, imtihanı kazanır ve asistanlık hakkını kazanmıştır. Mâhir Hoca, Selçuk Bey’in tezini bile kendisi vermek istememiş, o zamanlar İslâmi Edebiyat Tarihi derslerinin hocası olan Dr. Neclâ Pekolcay'la bu hususta çalışmalarını temin etmiştir.
Siz, İGEDER ile Mahir İz başlıklı seri konferanslar verdiniz. Bu konferansların hedef kitlesinin eğitimciler olduğu düşünülünce ne yapmak istediniz?
Biz, eğitimci dostlarımıza Mahir Hoca’dan bir ruh nakli yapabilir miyiz endişesi ile bu programları tertip ettik. Bugün eğitimcilerde bir ümitsizlik görüyoruz. Sürekli yeni nesilden şikâyet ve yakınmalar var. Biz bu seminerlerle biraz daha dikkatleri başka yönlere çekmek istedik. Biz nesilden şikâyet ediyoruz, haklılık payımız da olabilir. Ama biz dönüp kendimize bir bakalım; çocukların Fatih'ler olmasını isteyen eğitimciler olarak bizler Fatih’in hocaları olan Akşemsettin'lerin, Molla Gürani'lerin vasıflarına sahib miyiz ki çocuklar Fatih olamıyor diye şikayet ediyoruz. Biz, bugün eğitim camiasında Mahir İz'lerin, Nurettin Topçu'ların, Celalettin Ökten'lerin ve adını zikredemediğimiz pek çok kıymetli eğitimcinin bakış açısının, heyecanının, gayretinin oluşmasını arzu ediyoruz. Bugün buna ihtiyaç olduğuna inanıyoruz. Eğitimciler olarak bizler Mahir Hocalar gibi mesleğimize yaklaşıp gerekli ilgi ve alakayı talebelerimize gösterirsek meselelerin halli biraz daha kolay olacaktır.
Mahir İz hoca özel bir şahsiyet. Ama sahasında tek değil. Başka projeler var mı?
Allah nasip ederse “iz Bırakan Eğitimciler” konferans serisine Mahir İz hoca ile önümüzdeki yıl da devam edeceğiz. Pek çok yerden davetler var. Eylül ayı itibari ile programları yeniden başlatacağız. Daha sonra bu sahada Türkiye’de emek vermiş olan kıymetli büyüklerimizi anmaya, anlatmaya devam edeceğiz. Celalettin Ökten Hoca, Nrettin Topçu gibi büyüklerimizin eğitim hayatımıza katkılarını “İz Bırakan Eğitimciler” başlığı altında anlatmaya devam edeceğiz inşallah.
Haşim Akın konuştu