Wallahi, Enough is enough!” Böyle diyerek Cuma namazının duasına başladı imam gözleri isyanla yaşarıp sesi titreyerek... Cuma vakti yaklaşmıştı ve İngiltere'nin başkenti Londra'da Oxford Street civarında yürüyordum. ‘British Museum’ civarındaki Soas Üniversitesi'ndeki mescide mi gitsem diye düşündüm ama Goodge Street üzerindeki Muslim World Leage Camii'ne gittim. Dördüncü kata kadar çıktım, hâlâ yer yoktu, hutbe devam ediyordu. Camiden içeri girdim, ilişecek bir yer yoktu. İki kat aşağıda hutbe veren imamın ekrana düşen görüntüsüne bakarak hutbeyi ayakta dinlemeye başladım. Ne kadar sürdü bilmiyorum ama bütün süre boyunca ayaktaydım. Müslümanların birlik olmasından bahsediyordu ve Allah size bunun hesabını soracak diyordu. Gazze’den Irak’a, Suriye’ye, bütün İslam coğrafyasındaki ölümlere, felaketlere, işgallere bu bölünmüşlüğün sebep olduğunu söylüyordu. Sonunda dayanamadı “Wallahi, Enough is enough! Unite” dediği anda sesi titremeye, gözünden yaşlar gelmeye başladı. “Free Filistin Ya Allah” diyerek duaya başladı. İnsanların sırtına secde yaparak namaz kılmışlığım da vardı burada yer yokluğundan ama bu kez o kadar sıkışık değildi. Yangın merdivenlerinden inerek camiden çıkarken imamın sesi kulaklarımda yankılanıyordu hâlâ. “Enough is enough”

Şimşek mi bomba mı?

Önceki gece, garip bir şey olmuştu. Cuma ve Cumartesi günleri son otuz yılın en sıcak yazı bekleniyordu. Gece ise gök gürültüsü ve fırtına... Sahur vakti gökyüzünde çakan şimşekler ve gürültüsü herkesin aklına Gazze’yi getiriyordu. Gök gürültüsünün sesi ve şimşeklerin geceyi aydınlatan ışığı, ürpertiyle Gazze’ye düşen bombaları hatırlatıyordu. Daha bir içten dua ediyorduk. Ertesi gün ise, dudakları kurutan, nefesi kesen bir sıcak... Bu Ramazan ilk defa susayıp acıktığımı hissettim.

İşte, hutbe bitmiş, kendimi yeniden sokaklara attım. Yarın büyük bir miting olacağını sosyal medya üzerinden öğrenmiştim. Yürüyüş güzergahına bakmak için Oxford Street, Picadily Circus ve Trafalgar Square üzerinden, Westminster’da mitingin başlayacağı yere doğru kendime güzergah çizdim. Bugün (Cuma) de bir şeyler olabilirdi Başbakanlık binasının önünde. Çünkü, genelde, mutlaka bir protesto eylemi oluyordu orada. Sesini BBC’ye ya da dünyaya duyuramayanlar, Downing Street No:10 (Başbakanlık) karşısında seslerini duyurmaya çalışırlar.

Yanılmamışım.

Yanıbaşımda sıcaktan bunalmış turistlerin, öğrencilerin buz gibi içecekler ve dondurmalar yiyerek geçip gidişlerini görmezden gelmeye çalışarak, Westminster’a doğru yola çıktım. Yolda, parkta uyuyanlar, uzanıp güneşlenenler, şemsiye ile güneşten korunmaya çalışanlar... Haklı çıkmıştım. Henüz 70 White Hall Cabinet Office önünden geçiyordum ki 25-30 kişilik bir grup aktivist bakanların ofisinin bulunduğu binadan içeri daldılar. Dışarıda bir gözlemci ve bir eylemci vardı. Ne olduğunu onlara sordum, Filistin için eylem yapıyorlardı. Çok sürmeden polis ekipleri geldi. İçeriden sloganlar geliyordu. Ekip sayısı arttı. İçeride ne olduğunu göremiyordum. Aklıma Türkiye gelince, biber gazı, kelepçe vs. gibi şeyler geliyordu.

İstanbul'a selam

Toplumsal olaylara müdahale konusunda, İngiliz polisinin tutumu gerçekten çok farklı. Hiç bir zaman, benim gördüklerimde, 2011 öğrenci eylemlerinde de görmüştüm, kitleyi tahrik edecek bir hareket ve tutum içerisinde değiller. Protestolarını gerçekleştirmeleri için bir esnek alan bırakıp geriden takip ediyorlar. Olay anında, kitleyi daha da tahrik edecek bir tutumda olduklarını görmedim. Gözaltına alacakları varsa dahi, onu, daha sonraki kimlik tespiti, araştırma vs. ile aradan zaman geçtikten sonra alıyorlar. Ve şunu kesin biliyorsun, bir şey yaparsan, biraz gecikmeyle de olsa, onun bedelini ödersin! O yüzden eylemciler de dikkatli! Bunu ayrıca yazmam gerekiyor sanırım.

Artık içeride ne olduysa, ne konuşulduysa, kabine üyelerinin ofislerini işgal eden grup ellerinde pankartlarla kapıdan dışarı çıktı. Leila White adlı Londra Üniversitesi tarih öğrencisi İsrail’e boykot çağrısı yaptı, bildiri okuyup broşür dağıttılar. Sanırım, polisle yapılan pazarlık sonucu, dışarıda bildiri okumalarına izin verildi. Kabine binasının kapısında dizili polisler önünde sloganlarını atıp, yarım saat süren eylemden sonra dağıldılar. Grupla yaptığım konuşmada Türk olduğumu öğrendiklerinde büyük bir mutlulukla gülümsediler. Konsolosluk önündeki gösterilerden, İsrail bayrağını indirme eyleminden çok mutlu olduklarını ve etkilendiklerini söyleyip İstanbul’a selam söylediler. İçlerinden birisi vardı ki, bir an karşımda slogan atan Rachel Corrie’i gördüm sandım. Ona benzettim, eylemden sonra bunu kendisine söyledim ve duyarlılığı için teşekkür ettim. Rachel’in adını duyunca, bir an sessizlik oldu aramızda. Gözler nemlendi, “hayır” dedi, teşekkür ederek, “ben onun gibi olamam”. Sonra, “esas büyük protesto yarın” dediler, “ona gel”... “Biliyorum” dedim, “eşimi ve çocuklarımı da alıp geleceğim inşallah.” İnşallah çok büyük katılım olur diye dua ettik. Üzerinde gözlemci gömleği olan Ahmet ile “Ramazan Kerim Brother” diyerek Cumartesi görüşmek üzere ayrıldık.

Semasında ezan okunmayan şehirde tekbir ve Gazze sesleri

Gündüzün onca sıcağına karşın iftarda ve sahurda, sabaha kadar yine şimşek, gök gürültüsü ve yağmur vardı. Twitter’da “Gazaunderatack”da neler oluyor, takip etmeye çalışıyordum. Gecenin karanlığını aydınlatan şimşek ve gök gürültüsü kadar hiç bir şey etkileyici değildi. Ranzada uyuyan iki oğluma bakıyordum, sonra bombardımanda yıkılan evler, evsiz, annesiz babasız kalan çocuklar ya da çocuksuz kalan anne ve babalar, bir şimşek, bir gök gürültüsü kendisini hatırlatıp duruyordu.

Okuldan çocukları alırken dahi çabucak yorulan eşim, Gazze için, Westminster’da Başbakanlık binasının önünden Londra’da büyükelçiliklerin binalarının bulunduğu South Kensington’a uzun, çok uzun bir yürüyüşe benden daha fazla hazırdı. Çocukları hazırladı, kendi hazırlandı, “haydi” dedi, “orada olmalıyız, acele et...” Westminster metro istasyonu her zamankinden kalabalıktı. Filistin atkılarıyla yüzlerce insan miting alanına doğru yürümeye çalışıyor, birbirimize selam ve cesaret veriyorduk. Burası her zaman kalabalık olurdu ama bu kadar çok müslümanı bir arada görmek her zaman mümkün olmaz. Alana yaklaşıyorum ve “Free Filistin” ve “ Gaza Gaza don’t cry” sloganları, tekbir sesleri yankılanıyordu. 

Kulağımda sağır bir ezan boşluğu ile yaşamanın ızdırabını dindirircesine tekbir seslerine kulak kesiliyorum, içimdeki hasreti dindirmek istercesine, bir ses de biz katalım diyorum bu tekbir seslerine... Westminster’dan Trafalgar meydanına inlesin meydan... Bir yanda yol boyu gazeteler, dergiler, standlar kurulmuş sosyalistlerden İslamcılara büyük bir “Savaşa Hayır” koalisyonu miting alanınına giden yol boyunca, geliri Gazze’ye gönderilecek armalar, tişörtler, bayraklar, dergiler, flamalar satıyorlardı. Arada yardım kutusu dolaştıranlar vardı. Kim kimdi anlayamadım, çok önemi de yoktu. Bu kalabalıkta birbirimizi kaybetmeyelim diye hanım ve çocuklarla daha dikkatli yürüyor, miting alanına ulaşmaya çalışıyorduk. Ama olmadı, o kadar kalabalıktı ki, daha yürüyüş başlamadan, üç oğlumu ve anasını kaybettim. Tepemizde helikopterler uçuyordu. İnternet ve telefon erişimi yavaşladı. Komplocu olmak yerine analitik düşününce, binlerce insan, aynı ya da yakın baz istasyonu üzerinden bağlandığı için internetin yavaşlaması normaldi. Benzeri bir tıkanmayı Galatasaray - M.United maçına gittiğimizde de yaşamıştık. İnternet erişimi çok zayıflıyordu. Başbakanlık binasının karşısında kurulmuş olan platforma yaklaşamadım, ilerleyemedim, sıkıştık.

15 bin beklerken 100 binler meydanda

Mitingden sonra gazeteleri tararken, miting öncesi yayınlanan bir haber gözüme çarptı. Haber, Gazze yürüyüşüne 15.000 kişinin katılmasının öngörüldüğünü ve bin polisin görev yapacağını söylüyordu. Gülümsedim bir an. Şimdi biraz önce yapılan bir yorumda yüz bin kişiden fazla katılım olduğunu söylüyorlardı. Doğrudur, çünkü ben yürüyüş boyunca kortejin başına ulaşamadım. Eşim, iki oğlu yanında, birisi karnında geriden geliyordu, “sen ilerle bizi merak etme” diyerek... Kortejin başına ulaşmaya çalıştım, mümkün olmadı. Ben kendimi, yürüyüş kortejinin sonunda sanıyordum. Yüksek bir yere çıktım ve Green Park civarında Picadily yönünden Hyde Park yönüne doğru baktım.

Kortejin ne sonunu görebildim ne başını... Ünlü Ritz Hotel önünden geçerken sloganlar arttı: “What do we want? JUSTICE! When do we want? NOW! Free Free Palestine!” Çok farklı insanlar gördüm, bisikletlerini alıp kortejde yerini alanlar, sarı, siyah, kızıl, beyaz, kahverengi, bir çok renkte insanlar... Her birisi ayrı bir dünya, ayrı bir renk, ayrı bir çeşitlilikte, kıyafette, renkte, dilde ama hepsi birden bağırıyordu : JUSTİCE (adalet) diye...

Çocuk ve slogan

Sabahın yağmurlu havası ve serinliği geçmiş, Londra sıcağı bizi çarpmaya başlamıştı. Bu Ramazan susuzluğu hissettiğim ikinci orucumdu. Dilim damağıma yapışmıştı. Sesim az çıkar olmuştu ama kızlar, kadınlar ve çocuklar, yürüyüş esnasında en heyecanlı ve gür sloganları atıyorlardı. Onlara bakınca sesimi daha da yükseltmeliyim dedim. Bir anne, çocuğunu cesaretlendiriyordu. “One, two, three, four” dedi çocuk, çevredekiler “No occupation any more” diye tamamladılar sloganı. Çocuk gülümsedi, mutlu oldu, annesi devam et dedi. “Five, six, seven, eight” dedi daha yüksek sesle çocuk. Çevreden ses geldi: “İsrael is a terrorist state”. Baktım, annesi daha bir gururlu kız çocuğu ise daha güvenli yürüyordu Londra Hard Rock kafenin önünden Hyde Park Corner’a doğru yürürken...

Telefonun şarjı biterken hanımla mesajlaşıp bir buluşma noktası kararlaştırıyoruz çünkü hâlâ birbirimizin nerede olduğunu, kortejin neresinde olduğumuzu bilemiyoruz ki o kadar kalabalık... Yürüyüş bitince bir yer kararlaştırıyoruz, orada buluşalım diye. Öğle namazı vakti giriyor yürüyüş devam ederken ve kortejden ayrılan kimi gruplarda erkekler, kadınlar, parklarda saf saf namaza duruyorlar. Çevrede insanlar şaşkın şaşkın bakıyorlar.

We will never let you die!”

Londra’nın en çok turist çeken ve en zenginlerin, sanatçıların evlerinin, müzelerin vs. bulunduğu mekana, South Kensington’a doğru ilerlerken sloganlar yükseliyordu: “Gaza Gaza don’t cry- We will never let you die!” “Gazze Gazze ağlama, ölmene asla izin vermeyeceğiz.” Aynı sloganı üçüncü kez söyleyip “we will never let you die!” derken artık gözümden yaşlar akmaya başlamıştı. Kimse görmeden gözyaşımı sileyim diye başımı çevirdim ve burkasıyla yürüyüşe katılan ve slogan atan kadının gözlerinden akan yaşı gördüm. Güneşte, mazlumlar için dökülen gözyaşları garip bir ışıltı yayıyor. Aklıma “gözyaşıymış insanın insana raptolduğu cevher” dizeleri geldi bir anda... Gazze için dilimden dökülen dualar ve bir ses tekbir diyen ve Allahu Ekber nidaları...

South Kensington’daki İsrail Büyükelçiliği önüne doğru devam eden yürüyüşe, hanım ve çocukları karşılamak için ara verdim, kenara çekildim ve beklemeye başladım. Zaten, kortejin sonuna yakın bir yerde olduğumu düşünüyordum ve en başa ulaşma umudum kalmamıştı.

Bekledim bekledim, yaklaşık kırkbeş dakika geçmişti ama kortej İsrail Büyükelçiliğine doğru sloganlarla akıyordu. Yeterince dinlendiğime karar verip, çocukları bulmak için, kortejin tersi yöndeki istimete doğru ilerledim. 15-20 dakika sonra kortejin son yürüyüşçülerine ulaştım. Onların da gerisinde çöpçüler ve polis arabaları kortejin bittiğinin işaretleri olarak belirdiler. Onların da gerisinde trafiğe açılan yolda yürüyemeyenler, kaldırımlarda guruplar halinde South Kensington’a doğru gidiyorlardı. Başlangıcını göremediğim kortejin sonuna ulaşıp hanım ve çocuklarla buluştuk. Küçük oğlum Mehmet Faik sloganları ezberlemiş, tekrar edip duruyordu.

Regents Park’ta uyku...

Yürüyüş sona erdiğinde, kendimizi bir otobüse atıp Regens Park’a geldik. Eskiden Kraliyet ailesinin av sahası olan ama şimdi Londra merkezindeki nerdeyse en büyük parkta, kendimizi bir ağaç altına atıp çimlere uzandık. Kısa bir uyku sonra... Daha önce bana çok ilginç geldiği için sürekli fotografını çektiğim insanları şimdi daha iyi anlıyordum. Park alanındaki uyku harika bir şeydi.

Yazılacak çok şey vardı ama yaşanılan anı anlatmaya yetmiyor şimdi. Anlatılacak detaylar yazıldıkça yazılabilir. Sonuçta içimde, anlatılmamış, eksik kalmış çok şey var duygusu ile yazının yetersizliğinin buruk duyguları... İnşallah, bir daha yürüyüşler düzenleyeceğimiz felaketler yaşamayız.

 

Ümit Savaş yazdı