Âlemin kalbine yolculuk*

“Orada apaçık işaretler, İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya girerse güvende olur. Oraya ulaşmaya yol bulabilenin Ev'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim de inkâr ederse Allah'ın âlemlerden bir şeye ihtiyacı yoktur.” Âl-i İmran: 97

Vira bismillah… Kur’an rehberimiz, takva azığımız olsun. Âlemlerin Rabbine hamdolsun.

Uçakla önce Konya, sonra Antalya, Akdeniz, Kahire, Kızıldeniz semalarından geçtik. Havanın açık olduğu yerlerde şehirleri; kapalı olduğu yerlerde bulutları, yağmuru, şimşekleri gördük. Konya Havaalanı’ndan ayrılmadan önce bütün yolcular grup rehberimiz Asım Hoca'nın ve arkadaşlarının yardımı ile ihramlarını giymişlerdi. Müftülüğün eğitim seminerlerinde ihramın ne olduğu, nasıl giyileceği, giydikten sonra nelere dikkat edileceği uzun uzun anlatılmıştı hac yolcularına. Buna rağmen Asım Hoca, uçakta önemli hususları onlara tekrar hatırlattı:

“Gördüğünüz gibi ihram iki parça kumaş veya havludan oluşuyor. Birini vücudunuzun altına diğerini de vücudunuzun üst kısmını sararsınız. Belinize kemer gibi bir şey takabilirsiniz. Fakat hem ihramınız hem kemeriniz dikişsiz olmalı. İhram bize kefeni hatırlatır. Ayağımız ve başımız çıplak. Elbiselerimizi soyunduk. Annemizden doğduğumuz günkü gibiyiz.”

Elbiselerimizi çıkarıp ihram giymek, dünyalık tutkularımızı, makam ve mevkilerimizi, üniformalarımızı, bizi simgeleyen tüm şeyleri; zenginliğimizi, takılarımızı soyunmak ve geride bırakmak anlamına gelir. Artık siz orada okyanusta bir damla gibi olacaksınız. Sizi diğer damlalardan farklı kılacak tüm şeyleri geride bırakıyorsunuz. Bu ihram, bizlere ölümü ve dirilişi hatırlatacak. Çünkü ihram cebi ve dikişi, yani gösterişi olmayan kefene benziyor.

İhram giydikten sonra başka zaman bize helal olan bazı şeyleri, artık kendimize haram kılmış olacağız. Tabiattan bir ot veya yaprak bile koparmayacağız. Tabiat bizden emin olacak. Kendimizden bir tüy bile koparmayacağız. Bedenimiz bizden emin olacak. Başka insanlarla tartışmayacağız, kavga etmeyeceğiz. İnsanlar bizden emin olacak. Canlı hayvan, sinek bile öldürmeyeceğiz. Hayvanlar bizden emin olacak. Makyajdan, suni süslerden, kokular sürmekten uzak duracağız. Sadece kendimiz olarak kalacağız. İhramın haramlarına uymadığımızda cezalarını çekmek zorunda kalacağız. Belki kurban keseceğiz, belki oruç tutup yemekten içmekten kendimizi men edeceğiz.

Sanki kefen giyip gelmişlerdi

Erkekler ihramlı oldukları için uçağın yarısına beyaz renk hâkim olmuştu. Sanki kabirlerinden dirilip kefen giyip gelmişlerdi. Kadınların ise ihram giymelerine gerek yoktu. Onların ihramı elbiseleriydi. Ama haramlar onlar için de geçerliydi.

Nasıl yemeği oruçlu olduğumuz sürece kendimize yasak kılıyorsak, ihramlıyken de başka zaman normal olan şeyleri kendimize yasak kılıyorduk. Bu bir irade imtihanıydı. Yani “Allah yapma dediği için yapmıyorum” diyorduk. İhramlarımızı giyince iki rekât ihram namazı kıldık. İhram namazı aynı sabah namazının sünneti gibi kılınıyordu. Tek farkı ihram için niyet ediyorduk. İhram içimizdeki manevi heyecanı dalgalandırdı.

Arabistan semalarına geldiğimizde hep birlikte, “Lebbeyk, Allahümme lebbeyk. Lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk. İnnel hamde ve-n ni’mete leke ve-l mülk. Lâ şerike lek.” demeye başladık. Yani “Geldim Allah'ım. Emrine uydum, çağrına uydum geldim. Mülk senin, hamd senin. Senin ortağın yok. Bunu bilip kabul edip geldim.”

Babam Enes'e de ihram almıştı. Üst kısma sarılan parçayı sürekli yere düşürüyordu. Kirlenmesin diye annem o parçayı eline aldı. Enes üst tarafı ihramsız olarak koltukta oturuyordu. Yolcular “Lebbeyk” dedikçe Enes de onlarla beraber bağırıyordu. Sadece ilk cümleyi ezberlemiş sürekli o kısmını tekrar ediyordu.

- Lebbeyk, Allahümme lebbeyk. Geldim Allah’ım geldim.

Cidde semalarına geldiğimizde, altımızda Kızıldeniz sahili boyunca uzanan büyük bir şehir gördük. Uçak iniş yapmadan önce şehrin üzerinde bir tur attı. Yolculara, iniş için izin beklendiği duyuruldu. İzin verilinceye kadar şehrin üzerinde bir tur daha attık. Uçak alçaldıkça ilk dikkatimizi çeken şey, şehrin düzeni oldu. Geniş anayolları birbirine bağlayan ara yollar çok planlı ve düzgündü. Sadece bir mahallede yüksek binalar görünüyordu. Burası bir ticaret merkezine benziyordu. Diğer mahalleler iki üç katlı villalardan oluşuyordu. Sahil yolu boyunca büyük alışveriş merkezleri, lunaparklar,  çay bahçeleri, lokantalar, yürüyüş yolları görünüyordu.

Denizin karaya yakın bir yerinde bir su fıskiyesi vardı. Çok yükseklere su fışkırtıyordu. Sürat motorları, gezinti tekneleri, arkalarında beyaz köpükler ve izler bırakarak Kızıldeniz sularında ilerliyorlardı. Havaalanına yakın bir yerde, deniz kenarında çok geniş bir alana yayılmış, yemyeşil ve ağaçlarla donatılmış lüks villaların ve gösterişli binaların olduğu bir yer dikkatimizi çekti. Asım Hoca: “Kralın Sarayı” dedi.

Filmler dışında hiç kral görmemiştim. Fakat şimdi bir kralın sarayını görüyordum. Başka zaman olsa ilgimi çekebilirdi. Ama şimdi şu iki parça kefene benzeyen ihram bezinin içinde, kalbim Kâbe sevgisi ile çarparken oraya sadece güzel bir manzaraya bakar gibi baktım. Büyük saraylar yaptıranların da bir gün kefen giyeceğini ve toprağın altına girerken yanlarında hiçbir şey götüremeyeceklerini düşündüm.

Dünyanın en işlek havaalanlarında biri

İki büyük havaalanı yan yanaydı ve çok geniş bir sahaya yayılmıştı. Bir tarafını sadece kraliyet mensuplarının uçuşları için kullanıyorlarmış. Bu alanla saray arasında kısa bir mesafe vardı. Cidde Havaalanı dünyanın en işlek havaalanlarından biriymiş. Hac dönemi olduğu için neredeyse her üç beş dakikada bir uçak iniyor buraya. Mekke'de büyük havaalanı olmadığı için uçaklar buraya iniyor ve hac yolcuları otobüslerle buradan Mekke'ye geçiyorlar. Uçağın kapısına yanaştırılan seyyar merdivenden aşağı inerken yüzüme vuran bir sıcaklık hissettim. “Uçak motorlarından geliyor galiba” diye düşündüm. Adım adım uçaktan uzaklaşmamıza rağmen hâlâ o sıcaklık geliyordu. Anladım ki bu, Cidde’nin hava sıcaklığıymış. Asım Hoca: “Arabistan iklimine hoş geldiniz” dedi.

Pasaport kontrolleri için salona girdiğimizde ise içerinin havası buz gibiydi. Devasa büyüklükteki klimaların esintisi soğuk bir rüzgâr gibi vuruyordu yüzümüze. Annem arada bir Enes'in bir türlü üzerinde durdurmayıp düşürdüğü ihramı, Enes'in vücuduna sarmaya çalışıyordu. Onlarca pasaport gişesinin önünde sıra bekleyen dünyanın dört bir yanından gelmiş hac yolcuları vardı.

İnsanların dış görünüşlerine bakarak nereli olduklarını tahmin etmeye çalışıyordum. “Şunlar Japon'a benziyor, Endonezyalı veya Malezyalı olabilirler. Şunlar Afrikalı. Ama neresinden acaba? Somali, Nijerya, Etiyopya? Şu iri yarı ve gür sakallı olanlar Afganistan'dan veya Pakistan'dan olabilir. Şu taraftakiler belli ki Türkiyeli. Doğu veya Güneydoğu bölgesinden gelmişler. Şu çocuklar dünyanın neresinden gelmiş olursa olsunlar çok güzeller. Çocuklar çok güzeller… (Devam edecek)

*Yol: Sen O’nu ararsan O seni bulur, Kitaparası Yayınları