KUŞATMA ALTINDA BEYRUT GÜNLÜĞÜ
Birçok şair, yazdığı dilin gramerinden sınıfta kalabilir. Demek ki farklı bir alana giriyoruz. Şair kurallara uygun sağlam yapılı cümleler kurma peşinde değildir. O, sözcükleri kullanarak iç dünyasını dışa vurmakta, tablo yapmakta veya bir melodi oluşturmaktadır. Şiirin kendi rengi ve sesi vardır. “İnsanî” olana bir dokunma çabasıdır.
Modern Arap Şiiri’nden çeviriler yapıyorsunuz. O halde çeviri hususunda genel bir soruyla başlamak istiyorum. “Şiir çevrilemeyen” bir tür olduğu halde “çeviri”yi nereye koyuyorsunuz?
Şiirin çevrilemeyen bir tür olduğu pratikte kabul edilebilir bir varsayım olmakla beraber bu alan genel kural çıkarmaya pek uygun olmayan bir alandır. Fazlasıyla “öznel” olduğundan şair ve çevirmene göre düşünmekte fayda var. Bazı çevirilerin “aslından bile güzel olduğu” şeklinde uçuk değerlendirmelere rastlıyoruz. Çeviri, bir kültür ve duyarlık aktarımı olarak çok gerekli bir şeydir. İnsanlığın duygusal ve düşünsel deneyimlerinin paylaşılmasını sağlar. Bununla beraber araştırma eserlerinden edebi türlere, edebi türlerde ise romandan hikâyeye ve şiire doğru bir “zorlaşmadan” söz edilebilir. Zor veya imkânsız hale getiren şey çeviriyi yapan kişinin özellikleridir. Bunun değerlendirmesini de iyi okuyucular yapacaktır. Her iki dile “vakıf” olanların avantajı fazladır. Bununla beraber bir dili “bilmek”, “vakıf” olmak ne demektir? Genel anlamda TOEFL gibi testlerle ölçülecek bir dilbilgisi veya gramerden söz etmiyoruz. Birçok şair yazdığı dilin gramerinden sınıfta kalabilir. Demek ki farklı bir alana giriyoruz. Şair kurallara uygun sağlam yapılı cümleler kurma peşinde değildir. O, sözcükleri kullanarak iç dünyasını dışa vurmakta, tablo yapmakta veya bir melodi oluşturmaktadır. Şiirin kendi rengi ve sesi vardır. “İnsanî” olana bir dokunma çabasıdır. Araçları ise sözcüklerdir. Bu nedenle akıl penceresinden bakanlar birçok şiiri “anlamsız” bulabilir. Oysa şairin derdi mantıklı bir şeyler söylemek değildir. Öyle olsaydı başka bir yazı türünde bunu kolayca yapardı. Şiir böyle bir tür olunca çevirinin zorluğu da ortaya çıkıyor. Fakat bu sanıldığı gibi sözcüklerle ilgili bir zorluk değildir. Belki bir kültür ve medeniyet dünyasında söylenmek isteneni aşağı yukarı aynı şekilde algılanmak üzere bir başka kültür ortamına aktarmaktır. Bu da çevirmenin şiirsel veya sanatsal yeteneklerine her iki kültüre olan ünsiyetine bağlıdır. Kendi ana dilindeki şiir geleneğine vukufu olmayan bir insanın isterse birçok dili rahatça konuşuyor, okuyor olsun sağlıklı çeviri yapabilmesi beklenemez. Ülkemizde mesela Rus klasiklerinden yapılan eski çevirileri (N. Yalaza Taluy, Ergin Altay, S. Eyüboğlu, vs.) okurken aslının bu kadar güzel olup olmadığını merak etmişimdir. Eyüboğlu’nun La Fontaine Masalları çevirisi eseri Türkçede yeniden yazmak gibi bir şey olmuştur. Ve kitaplığımızda bulunması gereken klasikler arasındadır. Kısacası bu konu genelleme yapmaya pek uygun değildir. Tümüyle çeviriye göre değerlendirmek gerekir.
Bir çeviriyi iyi veya kötü olarak nitelemenin kıstasları var mıdır?
Somut kıstasları olduğunu düşünmüyorum. İyi şair, iyi okuyucu kararını verir. Buradaki “iyi” çok satan anlamında değildir. Kitleler kötü bir çeviriye de ilgi gösterebilir. Çünkü kitabın satışının pazarla ilgili nedenleri de vardır. Harry Potter bir endüstri içinde ortaya çıkar, reklam bombardımanı, filmi, McDonalds’daki hediyelikleriyle beraber. Bir yayın, edebiyat olayı değildir. Bununla beraber iyi çevirinin çeviri kokmaması gerektiğini söyleyebiliriz. Çevrildiği dilin özellikleri dikkate alınmış olmalıdır. Bu da birebir olma zorunluluğunu ortadan kaldırır. Çeviri sözcük olarak daha kısa veya daha uzun olabilir. Çeviren eseri bir başka dil ve kültür alanında yeniden yazmanın bilincinde olmalıdır. Bu en çok şiirde gereklidir. Şiirden hikâyeye oradan romana ve araştırma yazılarına doğru gerekliliğin azaldığını söyleyebiliriz.
Cesare Pavese’nin “İstilalar yerine çevirilerle karşı karşıyayız artık!” ifadesini bir çevirmen olarak nasıl değerlendirirsiniz? Çeviriyi bir kültürel paylaşım alanından çıkaran ve emperyalist bir döngüye sokan bu ifade bir batılı sanatçının ağzından ne demek istiyor sizce?
Pavese’ye katılmamak mümkün değil. Özellikle bizim gibi “maruz kalan” durumundaki ülkelerde. Ülkemizde tek parti devrinde kültür devrimi yapıyoruz diye kütlesel çeviriler yaptırmışlar. Esasen birçoğu kaliteli olan bu çeviriler ülkede özgür bir kültür ve eğitim ortamı mevcut olsaydı çok yararlı olabilirdi. Fakat halkın özgür düşünme, eğitim ve yaşama haklarının nerdeyse yok edildiği despotik ortamda tek yanlı bir kültürlenme yaşandı. Aydın elit kesimle halkımız arasında uçurum oluştu. Gelen kültürle “bize ait birikim” eşit koşullarda karşılaşma imkânı bulamadı. Bu ikilem bizde birçok alanda yaşanıyor. Günümüzde de Batı kaynaklı medyatik kültürün yedeğindeki yayınlar, yayın piyasasındaki hâkimiyetini sürdürüyor. Fakat burada iki noktaya dikkat çekmek isterim. Birincisi, halkımızın okur -yazarlık oranı fena olmamakla beraber “okuyuculuk” oranı oldukça düşüktür. Kitap, dergi ve gazete tirajları nüfusumuza göre komik sayılarda seyretmektedir. Bu ise olumsuzluğunun yanında sanki yazılı medyadan etkilenme oranını azaltmaktadır. Onca “istilaya” rağmen halkımız muhafazakâr kalabilmektedir. Öte yandan sözlü kültüre olan yatkınlık bizi televizyonun kucağına atmaktadır. İkinci nokta nitelikle ilgilidir. Pavese’nin vurgusunun da ulusal kültürde değil burada olduğu kanısındayım. İstila dediği “yabancı” bir kültür istilası değil niteliksiz kültür istilasıdır. Yani bu konuda Avrupa ve biz aynı konumdayız. Modernizm, sınırsız tüketim kültürü, anlık hazlara dayanan yaşam tarzının saldırıları karşısında tüm insanlık aynı konumdayız. Fakat bu işin teorik ve pratik üretim merkezleri bugün Batı dünyasında olduğu için Batı kültürünün istilasından söz ediyoruz.
Modern Arap şiirini Emin Ruhani ve Halil Cibran’la başlatsak yanlış yapmış sayılmayız sanırım. 1911’de Ruhani’nin yayınladığı Ruhaniyat adlı eserin Arap şiiri açısından önemi ve işlevi büyük. Süreç nasıl işledi modern Arap şiirinde? Bir genel fotoğrafını çeksek…
Mehceret veya Göçmen edebiyatı ABD ve Latin Amerika’ya “hicret” eden Arap şairlerin edebiyatıdır. New York’ta yaşamış olan Halil Cibran ve Emin Ruhani’nin Kalem Rabıtası grubu 1910’dan itibaren tanınmaya başladı. Bu şairler İslam öncesi de dâhil olmak üzere klasik Arap şiirinin imaj dünyasını canlandırdı. Bunu yaparken serbest şiir ve mensur şiir formlarını Arap şiirine hediye etti. Böylece Arap şiirinin tipik şekil özelliği olan aruz ve beyit formlarının dışına çıkılmış oldu. Esasen bunlar Hıristiyan Arap şairlerdi. Fakat özellikle New York gibi bir ortamda kendi köklerini Arap dünyası ve kültüründe arama gereğini duydular.
Modern Arap şiiri genellikle bu iki şairle başlatılır. Göçmen edebiyatının diğer kolu Brezilya’nın Sao Paulo şehrinde 1933’ten itibaren tanınmaya başlayan Endülüs grubudur ki burada Arap göçmenler, köklerini Endülüs’te arayan Hispanik bir çevre bulmuştur. Bu grubun etkisi ve çalışmaları günümüze kadar devam etmiştir ve apayrı bir araştırma konusudur.
Modern Arap şiiri özellikle romantiklerin (Apollo Ekolü) geleneksel temalara ve alışılageldik öğelere karşı çıkışıyla dahası klasik şiirin terkiyle birlikte klasik kültürle arası nasıl? Modern Arap şiiri klasik dönemden sağlıklı besleniyor mu?
Bir kere Modern Arap şiiri nasıl bir yönelme içinde olursa olsun kendini klasik şiirin etkisinden kurtaramaz. Şekil değişebilir fakat Arap kültürünün nabız atışları olan şiirin ruhu değişmez. Değişirse Arap olmaz. Arapçanın kendisi, Arap şiir geleneği Arap şiirinin tarlasıdır. Burada kendine bir yer bulamazsa bir anlam kazanamaz. Evet, Arap dünyası yaşanan siyasal gelişmelere bağlı olarak yeni şiir akımlarına tanık olmuştur. Yüzyılın başlarından itibaren Ortadoğu’daki kaostan kaçan ve ABD’ye göç eden Arap şairler Arap şiirinde dönüm noktası oldu. Daha sonra Irak merkezli Tef’ile akımı, Suriye Okulu olarak da bilinen Mecelle akımı, 67 Arap – İsrail savaşından etkilenen Haziran deneyimi ve 1982 Beyrut işgalinden etkilenen Beyrut deneyimi öne çıktı. Siyasi ve askeri olarak gururu kırılmış olan Arap dünyası sesini şiirlerde bulmuştur. Bu akımların öncüleri çeşitli açılardan eleştirilmiştir. Gerçekten iki kutuplu dünyada İsrail – ABD cephesine karşı Arap liderleri ister istemez Sovyetlere yönelmiş, Sovyetler silah satmış ve Arap aydınlarına sahip çıkmıştır. Biz ise öbür kutuptaydık. Aramız kutuplar kadar uzaktı. Bu akımları ve öncülerini bizdeki kategorilerle değerlendirmek yanlış olur. Şiir akımları yaşanan sosyal ve siyasal olaylara Arap şiirinin bir yorumu ve katkısı olmuştur. Arap şiiri, dilde ve alfabede kopukluk olmadığı için bize göre daha kapsamlı bir devamlılık gösterir. Görüşleri ne olursa olsun Arap şairleri İslam öncesine kadar giden bir gelenekten beslenirler.
![]() |
Dr. Kemal Kahraman, Abdüssamed Bilgili |
İssa J. Boullata’nın ifadesiyle “Arap şiirini okumak modern Arap âleminin nabzını tutmaktır.” Yine biz Halil Havi’nin Sabra ve Şatilla katliamından sonra kafasına sıkarak intihar ettiğini biliyoruz. Şiirle yaşam arasındaki bu ayartma birçok toplumun edebiyatında göremeyeceğimiz kadar iç içe. Modern Arap şiirinde neden bu böyledir?
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Arap dünyası “ulusal akımların” hâkim olduğu Arap devletlerine bölündü. Bu devletlerde bağımsızlık, emperyalizm karşıtlığı ve kendine özgü bir sosyalizm düşüncesi ağırlığını koydu. O zamanlar bunun doğal sonucu, Sovyet bloğuna yakınlıktı. Sovyetler bu yeni devletlere bol bol silah sattı. Yeni devlet olmuşlardı ve bunun adını bağımsızlık koymuşlardı. Cezayir, Tunus, Mısır, Suriye, Lübnan, Irak vesaire. Hepsinin kahraman liderleri vardı. Bu tartışılmaz liderler ülkelerini otoriter bir rejime dönüştürmekte gecikmedi. Modern Arap şiiri bütün bu yaşananlara gereken tepkisini gösterdi. Gerçekten destansı şiirler ve şairler ortaya çıktı. Arap-İslam kültürünün en güçlü boyutunun şiir olduğunu söyleyebiliriz. Arap liderler belki kopuşa hazır durumdaydı fakat Arap dili ve edebiyatıyla olan temasın devam etmesi, dilde bir kopuş yaşanmaması, büyük bir avantaj oldu. Bu, Arapçanın gücünden kaynaklanan bir mucizedir. Bizim şairlerimiz Şeyh Galib’i okuyamazken, onlar, Mütenebbi’ye, Yedi Askı şairlerine kadar gidebiliyor.
Kitabınızın adı Kuşatma Altında Beyrut Günlüğü… O halde Beyrut’ a gelelim. Derviş’in ifadesiyle Beyrut’un işgali “sözler ülkesini” nasıl etkilemiştir?
Arap dünyasındaki düşünürler, aydınlar, yazarlar, şairler, daha özgür bir atmosfer arayışıyla ya “ilgili” oldukları Batı ülkelerine göç ettiler ya da kendilerini daha rahat hissedecekleri ulusal bir ada aradılar. İşte Beyrut, Ortadoğu’nun Paris’i de denen Beyrut, bu arayışların yöneldiği şehir oldu. Jön Türklerin Paris’e kaçmaları gibi, Arap dünyasının yazarları, şairleri de Beyrut’a yöneldi. Beyrut kültür, basın ve yayın dünyasının merkezi haline geldi. Türkiye’de bile türü ne olursa olsun Arapça kitap denince Beyrut akla geliyordu. FKÖ liderliğinin sığınağı da Beyrut oldu. Esasen Beyrut, çevresindeki ulusal devletler arasında Osmanlı sistemine benzeyen çok kültürlü bir özgürlük adası gibiydi. Lübnan ve Beyrut Fransız nüfuz bölgesiydi. Dolayısıyla Beyrut’un yolu Paris’e çıkıyordu. 1982’de ilk defa bir Arap başkenti İsrail tarafından işgal edilmiştir. Bu işgal ve FKÖ’nün Lübnan’ı terk etmesi Arap şairleri derinden etkilemiş ve Arap liderlere karşı güvensizliği doruk noktaya çıkarmıştır. Harabe halindeki şehir, çöl ve deniz imajları şiire hâkimdir. Haziran edebiyatındaki direniş ruhu yerini çaresizliğe bırakmıştır. Modern Arap dünyası en büyük trajedileri yaşamış buna karşılık en büyük destansı şiirler ortaya çıkmıştır.
Arap şiirinden çeviri yapmaya nasıl başladınız. Biraz kitabınızın oluşum serüvenine girsek?
Arap edebiyatına karşı ilgim oldukça eskiye dayanır. Cambridge History of Islam’ın çeviri kurulundaydım. 20 yıl kadar önce. İslam Tarihi Kültür ve Medeniyeti adıyla 4 büyük cilt olarak yayınlandı. Orada Arap kültür ve edebiyatını da içine alan sanıyorum 2. cildin hemen hemen tamamını ben çevirmiştim. Orada Arap edebiyatını çok eskilere, İslam öncesine giderek değerlendiren kapsamlı bir makale vardır. Çeviri beni konunun içine çekti. Esasen Türk Dili ve Edebiyatı çıkışlıyım üniversiteden. Edebiyat geleneğimizin Arap edebiyatıyla örtüştüğü alanlar vardır. İlim ve Sanat, Diriliş, Mavera gibi dergilerde Çağdaş Arap Edebiyatı’na ilişkin değerlendirme, hikâye ve şiir çevirileri yayınladım. Lübnan’a yönelik son İsrail saldırıları üzerine, Lübnan üzerine çevirilerimi bir kitapta toplamak istedim.
Türk çevirmenler modern Arap edebiyatını Batı dilleri üzerinden takip ediyor. Sizin çeviriniz de Arapçadan değil de bir Batı dilinden. Türk aydınları, Batılı aydınlar kadar Arap şiiriyle ilgilenmiyor. Aynı durum okuyucu açısında da geçerli. Bu irtibatsızlık, bu modern Arap şiirine hak ettiği değeri gösterememe neden?
Modern Arap edebiyatı dediğimizde suni sınırlarla bölük bölük ayrılmış dünyadan söz ediyoruz. Her biri ayrı ulusalcı akımların girdabında aynı ulusun çocukları. Bununla beraber ortak dil ve kültür belli bir alış verişi, bağlantıyı korumuş. Türkiye ise bölgenin uzak ülkesi olmuş. Osmanlı mirasını yok etme gayreti Ortadoğu ile Türkiye arasındaki suni duvarları alabildiğine yükseltmiş ve bunun sancıları günümüze kadar devam edip gelmiştir. İşte yüz yıl öncesine kadar siyasal ve kültürel tüm varlığımızı paylaştığımız bu insanlarla tekrar sağlıklı bir diyalog nasıl kurmalıydık? Princeton Üniversitesi ile bazı üniversitelerimiz ortak programlar yapıyor ama Ortadoğu üniversiteleri Batı’da, ABD’de tanındığı halde bizde tanınmıyor. Bu kopukluk benim her zaman dikkatimi çekmiştir. Son yıllardaki gelişmelerin aramızdaki duvarları yıkmasını ümit ediyorum. İngilizce kaynaklara dayanarak bu olumlu gelişmelere bir katkıda bulunmak istedim. Arapçaya olan uzaklığımız büyük bir handikap, eksikliktir. Yazık ki İslami ilimleri okuyan akademisyenler bile bu sorunu çözebilmiş değil. Arapça, etkin bir şekilde kültürümüzde yer almıyor. Bu genel bir sorun. Ben de çevirilerimi doğrudan Arapçadan yapmak isterdim. Fakat bu noktada ilk sorularınıza verdiğim cevaplara gidebiliriz. Şiir çevirisi gramer anlamındaki dil sorunuyla sınırlı değildir. Şiir başlı başına bir dildir. Önemli olan iyi aktarılabilmesidir.
Modern Arap şiirinden örnek mısralarla bitirelim…
İsterseniz kitaba adını veren Adonis’in şiirinin giriş kısmından biraz alalım buraya.
Çöl
Kuşatma Altında Beyrut Günlüğü, 1982
![]() |
Adonis |
1
Şehirler bölünmüş
Bildiğim bütün yönlerde toz bulutu
Yalnız şiire açılır bu toprağın sancıları.
2
Evine giden yol kalmadı – kuşatma.
Ve bulvarlar artık mezarlıktır;
Uzaklarda dayanılmaz bir ay
Evinin üzerinde
Bitimsiz bir toz bulutu çatık kaşlarıyla.
3
Dedim: Bu yol evimize çıkıyor. Dedi: Hayır.
Geçemezsin. Ve bana mermilerle cevap verdi.
Olsun, hemen her caddede
Evlerim ve dostlarım var benim.
4
Yollar dolusu kan,
Bir çocuk
Arkadaşlarına fısıldıyor:
“Yalnız yıldız denen delikler
Kaldı gökyüzünde.”
5
Kentin sesi yumuşak
Kentin yüzü parlıyor
Geceye rüyasını anlatan
Ve yerini sabaha bırakan
Küçük bir çocuk gibi.
6
Ayaklarında çorabıyla buldular:
Birinin başı yoktu
Birinin dili ya da elleri
Biri iple boğulmuş
Kalanların ne şekli var ne adı.
Deli mi oldunuz? Lütfen,
Böyle şeyler yazmayın.
7
Bir kitabın bir sayfasında
Bombalar kendilerini görürler,
Kehanetler ve antik hikmetler de görürler kendilerini,
Duvarlardaki oyuklar da.
Sözcüklerin nakış ipliği
Anıların iğnesine doğru
Kentin yüzünü yalayıp geçer.
8
Katil
Hava boşluğunda
Kentin yarasında yüzüyor-
Yara bir düşüştür
Adıyla sarsıyor her yanı,
Kanayan adıyla
Her şey çevremizi
Evler duvarlarını terk ediyor
Ben nasıl edeyim terk etmeden kendimi?
9
Belki bir zaman gelecek ve senin
Yaşamana izin verilecek sağır ve dilsiz ve belki
Mırıldanmana izin verecekler: ölüm,
Hayat ve diriliş
Selam üzerine olsun.
ALİ AHMED SAİD (ADONİS)
(Kuşatma Altında Beyrut Günlüğü, Kemal Kahraman (Çev.), İstanbul 2007, 127 sh.)
Abdüssamed Bilgili konuştu.