Allah, Kur'an’da: “Her ümmetin(toplumun) bir peygamberi vardır." buyurarak, her topluma bir peygamber gönderildiğini haber vermektedir. Ancak Kur’an’da Allah, peygamberlerin sayısını bildirmemiştir.
Allah Kur'an'da şöyle buyurmaktadır:
"Ey Muhammed! Ant olsun, senden önce de birçok peygamber gönderdik. Sana onların kimini anlattık, kimini de anlatmadık”
Kur’an’da isimleri geçen; Üzeyir (as), Lokman (as), Zülkarneyn (as)’ların ise evliya veya peygamber oldukları konusunda farklı rivayetler vardır.
Kur`an`da ismi geçmediği halde peygamber olarak meşhur olanlar da şunlardır: Şît, Yuşa, Cercis, Danyal Hz. Muhammed peygamberlerin sonuncusudur. Ondan sonra Allah tarafından başka bir peygamber gönderilmeyecektir.
Kur'an'da konu ile ilgili olarak şöyle buyrulur:
"Muhammed… Allah'ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur.”
“Bir Müslüman'ın Allah'ın gönderdiği bütün peygamberlere inanması farzdır”
İslâm'a göre, peygamberlere inanmak dinin en önemli esaslarından biridir. Her Müslümanın Hz. Âdem'den Hz. Muhammed'e kadar gönderilmiş bütün peygamberlere iman etmesi farzdır.
Bu nedenle bütün peygamberlerin Allah tarafından gönderildiğini kabul etmek, aralarında herhangi bir ayrım yapmamak her müminin en temel görevidir.
Bazı peygamberlerin meslekleri:
HZ. ÂDEM (AS)
İlk ziraat mühendisi ve çiftçi idi.
HZ. ŞİT (AS)
Dokumacıların, örgücülerin ilk kurucusu idi.
HZ. İDRİS (AS)
İğneyi ilk icat eden, ona delik açan, iplik geçiren olduğundan, terzicilerin- konfeksiyoncuların- örücülerin piri sayılır. Kalemi ilk kullanan, ayrıca astroloji ile uğraşmıştır.
HZ. NUH (AS)
Marangozcuların-gemicilerin-denizcilerin piri idi.
HZ. HUD (AS)
Tüccar idi. Bütün tüccarların piri sayılır.
HZ. SALİH (AS)
Sürülerle develer yetiştirirdi. Sütlerini hem içer hem de satıp dünyalığını temin ederdi.
HZ. İBRAHİM (AS)
Kâbe’yi yeniden inşa edişiyle, Hz. Süleyman (as)'a ve Mimar Sinan'a önderlik etmiştir.
HZ. LUD (AS)
Tarihçi idi. Seyyahların, Evliya çelebilerin piridir.
HZ. İSMAİL (AS)
Kara ve deniz avcılığı ile geçimini sağlardı. Avcıların piri sayılır. 70 dil bilirdi. Tercümanların da piridir.
HZ. İSHAK (AS)
Çoban idi.
HZ. YAKUB (AS)
Çoban idi.
HZ. YUSUF (AS)
Saati ilk icat eden, Toprak mahsulleri ofisini ilk defa kuran bir peygamberdir.
HZ. EYYÜB (AS)
Ziraatçı idi.
HZ. ŞUAYB (AS)
Ziraatçı idi.
HZ. MUSA (AS)
Çobanlık yapmış ve Hz. Şuayb (as)'a hizmetçilik etmiştir.
HZ. HARUN (AS)
Vezir idi.
HZ. DAVUD (AS)
Demiri işleyen, zırh yapan ve düzenli ordular kuran, Calut'un ordularını mağlup eden bir kumandandır.
HZ. SÜLEYMAN (AS)
Emir, hükümdar idi. Sazlardan zenbil yapardı. Bakır madenini ilk defa işleyen O'dur.
HZ. ZÜLKİFL (AS)
Ekmek pişirirdi, fırıncıların piri idi.
HZ. İLYAS (AS)
Dokumacı ve iplikçilerin piri idi.
HZ. YUNUS (AS)
Balık avlayıp geçinirdi, balıkçıların piri idi.
HZ. ÜZEYR (AS)
Bahçıvan idi. Meyve ağaçlarını ilk defa aşılayan fidan yetiştiren, budama işlerini insanlara öğretendir. Bağ ve bahçe işleriyle uğraşanların piridir.
HZ. LOKMAN (AS )
Doktorluk ve eczacılık mesleğinin piridir.
ZEKERİYYA (AS)
Marangoz idi
HZ. İSA (AS)
Avcı idi. Av aleti ile geçimini temin ederdi.
HZ. MUHAMMED (SAV)
Küçük yaşlarda çobanlık yapmış daha sonra ticaretle uğraşmış ve cihadla meşgul olmuştur.
HZ. ÂDEM (a.s)
Bütün insanların ilk babası ve ilk Peygamberi Âdem (as)’dır.
HZ. ÂDEM VE HZ. HAVVAYA NEDEN BU İSİMLER VERİLMİŞTİR, İSİMLERİ KİM VERMİŞTİR?
Âdem (a.s)’a bu isim, Allah tarafından verilmiştir.
Bazı alimlere göre, değişik unsurların karışımından meydana geldiği için ilk insana Âdem ismi verilmiştir. Bu kelimenin asıl anlamı, yeryüzünün/toprağın değişik yerlerinden alınan unsurlar demektir. Hz. Ali’ye göre de Âdem’in anlamı, toprağın değişik elementlerinden yaratılan varlık demektir. Bu farklı unsurlar, farklı tip insanların oluşmasına da vesile kılınmıştır.
Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Allah yeryüzünde bulunan unsurların hepsinin içinde bulunduğu bir avuç topraktan Âdem’i yarattı. İnsanlar bu farklı unsurlara göre kırmızı, beyaz, siyah ve bunlar arası renklerde gelmiştir. Bazıları antipatik, sert mizaçlı, bazıları sempatik, yumuşak huyludur."
Diğer bir hadis-i şerifte Efendimiz, şöyle buyurmuştur:
“Bütün insanlar Âdem’in çocuklarıdır. Allah, Âdem'i ise topraktan yaratmıştır. “
Havva ismi, bütün yaşayanların annesi olduğu için "canlı, yaşayan" anlamında Hz. Âdem tarafından verilmiştir.
İblis (malum suçundan dolayı) Cennet' ten çıkarıldıktan sonra, Âdem (a.s) Cennete yerleştirilir. Kendisiyle teselli olacağı bir eşi olmaksızın, yalnız başına bir müddet orada dolaşır. Bir ara uykuya dalıp uyanınca başucunda, Allah'ın, kaburga kemiğinden yarattığı bir kadın görür. "Sen nesin?" diye sorar. Kadın: "bir kadın" diye cevap verir. Daha sonra kadına niçin yaratıldığını sorar. Kadın, "benimle teselli olman için" diye cevap verir. Bu arada melekler onları görür ve Âdem'in bilgisini ölçmek için kadının kim olduğunu sorarlar. Âdem (a.s), onun Havva olduğunu söyler. Neden O'na bu ismi verdiğini sorduklarında; "çünkü o, canlı bir şeyden yaratıldı" diye cevap verir.
Hz. ÂDEM (a.s.) ın yaratılması:
Hz. Âdem İlk insan, ilk peygamber, insanlığın babası. Allah, Hz. Âdem'i topraktan yarattı. Yüce Allah yeryüzünde bir halife yaratacağını meleklerine bildirdiği zaman; ilim, irade ve kudret sıfatlarıyla donatacağı bu varlığın yeryüzüne uyum sağlaması için maddesinin de yeryüzü elementlerinden olmasını dilemiştir.
Allah, Hz. Âdem'i yaratırken maddesi olan toprağı çeşitli hâl ve safhalardan geçirmiştir:
a- Türab safhasından sonra "Tîn" safhası:
Tîn: Toprağın su ile karışımıdır ki, buna çamur ve balçık denilir. Bu safha insan ferdinin ilk teşekkül ettirilmeğe başlandığı merhaledir:
"O (Allah) her şeyi güzel yaratan ve insanı başlangıçta çamurdan yaratandır. “
Hayat kaidesinin candan sonra iki temel unsuru su ve topraktır.
Yeryüzünün 3/4'ü su ile kaplıdır. İnsan vücudunun da %75'i sudur. Demek ki dünyadaki bu düzen aynen insana da intikâl ettirilmiştir. Yine Allah Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur:
“Andolsun biz insanı (Âdem'i) çamurdan süzülmüş bir hülâsadan yarattık."
b- Tîn-i lâzib: Cıvık ve yapışkan çamur demektir. Toprağın su ile karıştırılıp çamur olmasından sonra, üzerinden geçen merhalelerden birisi de "Tîn-i lâzib" yani yapışkan ve cıvık çamur safhasıdır. Allah bu süzülmüş çamuru cıvık ve yapışkan bir hale getirdi. "Biz onları (asılları olan Âdem'i) bir cıvık ve yapışkan çamurdan yarattık."[1]
c- Hame-i Mesnûn: Sonra cıvık ve yapışkan çamur hame-i mesnûn haline getirildi. Hame-i mesnûn, suretlenmiş, şekil verilmiş, değişmiş ve kokmuş bir haldeki balçık demektir. "Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, suretlenmiş ve değişmiş bir çamurdan yarattık."[2] Böylece Allah, Âdem (a.s.)'i topraktan yaratmaya başlıyor. Bunu da su ile karıştırarak Tîn-i lâzib yapıyor. Sonra bunu da değişikliğe uğratarak kokmuş ve şekillenmiş hame (balçık) haline getiriyor.
d- Salsal: Kuru çamur demektir.
Cenâb-ı Allah kokmuş ve suretlenmiş çamuru da kurutarak "fahhâr" (kiremit, saksı, çömlek) gibi tamtakır kuru bir hale getirdi.
"O Allah insanı bardak gibi (pişmiş gibi) kuru çamurdan yaratmıştır. "
Hz. Âdem'e Ruh Verilmesi
Allah, Hz. Âdem'i yaratırken, maddesi olan çamuru, çeşitli mertebelerde değişikliğe uğratarak, canın verilmesi ve ruhun nefhedilmesine müsaid bir hale getirdi.
Nihayet şekil ve suretinin düzenlemesini tamamlayınca ona can vermiş ve ruhundan üflemiştir: "Rabbin o zaman meleklere demişti ki: 'Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Artık onu düzenleyerek (hilkatını) tamamlayıp ona da ruhumdan üfürdüğüm zaman kendisi için derhal secdeye kapanın.'
Bunun üzerine İblis' ten başka bütün melekler secde etmişlerdi. O (İblis) büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu. Allah: 'Ey İblis iki elimle (bizzat kudretimle) yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yücelerden mi oldun?' buyurdu. İblis dedi: 'Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın.”
Allah böylece Hz. Âdem'i en mükemmel bir şekilde yarattı. Boyunun uzunluğunun altmış "zira" olduğu bazı kaynaklarda kaydedilir. Yaratılışı tamamlandıktan sonra Allah, ona, haydi şu meleklere git, selam ver ve onların selamını nasıl karşıladıklarını dinle! Çünkü bu hem senin hem de zürriyyetinin selâmlaşma örneğidir.
Bunun üzerine Hz. Âdem meleklere: "Es-selamü aleyküm" dedi. Onlar da: "Es-selamu aleyke ve rahmetullah" diye karşılık verdiler.
Âdem (as) topraktan yaratılırken kaç sene cansız kalmıştır. Can bedene gelince ilk sözü ne olmuştur?
Yüce Allah; Âdem (as)’ın bedenini Cennet'te yaratarak onu, dilediği kadar, kendi halinde bıraktı. Yüce Allah, Âdem (as)’a, Ruh üfürdüğü zaman, Ruh, Onun cesedinin baş tarafından girdi ve cesedin her yerinde eseri ve kan, meydana geldi.
Âdem (as), aksırınca, Melekler, Âdem (as)’a: "Elhamdü lillâh (Hamd olsun Allah'a!) de" dediler.
Âdem (as)’da "Elhamdü lillâh!" dedi. Başka rivayete göre: Âdem (as), aksırınca, hamd etmesini, Ona, Allah ilham etti.
Âdem (as) da Rabb'ına hamd etti. "Elhamdü lillâhi Rabbil âlemîn = Rabb'ül'âlemîn olan Allah'a hamd olsun" dedi.
Yüce Allah da "Rabb'ın, sana rahmet etsin!" buyurdu.
Yüce Allah;
"Ey Âdem! Ben, kimim?" diye sordu.
Âdem (as):
"Sen, senden başka ilâh bulunmayan Allah'sın!" dedi.
Yüce Allah:
"Doğruyu söyledin!" buyurdu. Hz. Âdem'e secde emri geldiğinde şeytanın davranışı nasıl olmuştur? Yaratılış yönünden şeytanla melekler arasında nasıl bir münasebet vardır?
Cenab-ı Hak insanı kuru bir çamurdan, cinleri ateşten, melekleri de nurdan yaratmıştır. Yaratılışta ilk sırayı melekler, sonra cinler, ondan sonra da insanlar almıştır. İlk yaratılan insan, aynı zamanda ilk peygamber Âdem (as)’dır.
Bütün melekler Hazreti Allah'ın emri ile Âdem'e secde ettiler, yalnız meleklerin arasında yaşayan ve aslında cinlerden bulunan İblis (Şeytan), kendisinin ateşten yaratılmakla Âdem'den daha üstün olduğunu söyleyerek büyüklenmiş ve secde etekten kaçınmıştı. Bunun cezası olarak da melekler arasından kovulmuş ve lânete uğramıştır.
O zamana kadar, İblis meleklerle birlikte yaşıyordu, onlar gibi ibadet ediyordu. Secde emri gelince İblis meleklerden ayrıldı.
İblis, neden melekler ile birlikte yaşıyordu?
Cin ruhani varlıkların bir kısmına denir. Çünkü ruhaniler üç kısımdır:
a. İyiler: Melekler.
b. Kötüler: Şeytanlar.
c. Hem iyisi hem de kötüsü bulunanlar: Cinler.
İblis, daha önceki ve hikmeti gereği olarak cennette bulunan bir ağacın meyvesinden yemelerini kendilerine ibadetleri ve emre itaati nedeni ile cin taifesinden olmasına rağmen melekler derecesine yükseltilmişti. Melekler ile birlikte yaşıyordu. İnsan yeryüzüne gönderilmeden önce yeryüzünde cinler yaşıyorlardı ve karmaşa çıkarmışlardı. İblis, bu karmaşayı dağıtmak için melekler ordusunun başında kumandan olarak yeryüzüne gönderilmişti ve yeryüzünü isyancı cinlerden temizlemişti.
Allah özel bir ikram olarak Âdem ile Havva'yı cennete koymuş yasaklamıştı. Oysaki şeytan, bir yolunu bularak onların bu emre isyan etmeleri için vesvese vermiştir. Onlara, yasak olan ağacın meyvesinden yemeleri durumunda ebedi olarak cennette kalacaklarını söylemiştir. Hem de onlara bunu yemin ederek söylemişti. Âdem ile Havva yasak durumu unutarak o meyveyi yemişler. Bunun üzerine cennetten çıkarılarak tekrar yeryüzüne indirilmişlerdir. Rivayete göre Âdem (as) Serendib adasına, Hazreti Havva da Cidde'ye indirilmiş. Sonra da Mekke civarında "Müzdelife" denilen yerde buluşmuşlardır.
Hz. Âdem'e secde emri geldiğinde şeytanın davranışı nasıl olmuştur? Yaratılış yönünden şeytanla melekler arasında nasıl bir münasebet vardır?
Cenab-ı Hak insanı kuru bir çamurdan, cinleri ateşten, melekleri de nurdan yaratmıştır. Yaratılışta ilk sırayı melekler, sonra cinler, ondan sonra da insanlar almıştır. İlk yaratılan insan, aynı zamanda ilk peygamber Âdem (as)’dır.
Bütün melekler Hazreti Allah'ın emri ile Âdem'e secde ettiler, yalnız meleklerin arasında yaşayan ve aslında cinlerden bulunan İblis (Şeytan), kendisinin ateşten yaratılmakla Âdem'den daha üstün olduğunu söyleyerek büyüklenmiş ve secde etekten kaçınmıştı. Bunun cezası olarak da melekler arasından kovulmuş ve lânete uğramıştır.
O zamana kadar, İblis meleklerle birlikte yaşıyordu, onlar gibi ibadet ediyordu. Secde emri gelince İblis meleklerden ayrıldı.
İblis, neden melekler ile birlikte yaşıyordu?
Cin ruhani varlıkların bir kısmına denir. Çünkü ruhaniler üç kısımdır:
a. İyiler: Melekler.
b. Kötüler: Şeytanlar.
c. Hem iyisi hem de kötüsü bulunanlar: Cinler.
İblis, daha önceki ve hikmeti gereği olarak cennette bulunan bir ağacın meyvesinden yemelerini kendilerine ibadetleri ve emre itaati nedeni ile cin taifesinden olmasına rağmen melekler derecesine yükseltilmişti. Melekler ile birlikte yaşıyordu. İnsan yeryüzüne gönderilmeden önce yeryüzünde cinler yaşıyorlardı ve karmaşa çıkarmışlardı. İblis, bu karmaşayı dağıtmak için melekler ordusunun başında kumandan olarak yeryüzüne gönderilmişti ve yeryüzünü isyancı cinlerden temizlemişti.
Allah özel bir ikram olarak Âdem ile Havva'yı cennete koymuş yasaklamıştı. Oysaki şeytan, bir yolunu bularak onların bu emre isyan etmeleri için vesvese vermiştir. Onlara, yasak olan ağacın meyvesinden yemeleri durumunda ebedi olarak cennette kalacaklarını söylemiştir.
Hem de onlara bunu yemin ederek söylemişti. Âdem ile Havva yasak durumu unutarak o meyveyi yemişler. Bunun üzerine cennetten çıkarılarak tekrar yeryüzüne indirilmişlerdir. Rivayete göre Âdem (as) Serendib adasına, Hazreti Havva da Cidde'ye indirilmiş. Sonra da Mekke civarında "Müzdelife" denilen yerde buluşmuşlardır.
Hazret Âdem ve Hazreti Havva hemen pişman oldular, tövbe edip istiğfarda bulundular.
Hatalarını anlayıp, Rab karşısında kötü duruma düştüğü idrakiyle: “Rabbi’nden birtakım kelimeler aldı. (Onlarla amel edip Rabbine yalvardı)"[3] Yani O, "Allah'ım bana demem gerekeni ilham et. Ta ki senin kapını o sözlerle çalayım ve huzurunda bir kere daha kabul göreyim. Ben bir kere ettim, ama bir daha etmeyeyim." dedi.
Hz. Âdem'in öğrendiği kelimeler hususunda pek çok rivayet vardır. Rivayetlerin en kuvvetlisi, Kur'an'da geçen şu cümlelerdir:
"Dediler: Rabbimiz biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz."[4]
Diğer bir rivayet, onların öğrendiği kelimeleri şöyle anlatır: "Seni tesbih ve takdis ederim Allah'ım. Sana hamd ederim. Senin ismin çok yücedir. Senden başka İlah yoktur. Ben nefsime zulmettim. Beni affet, günahları ancak sen affedersin."
Hz. Âdem (as) ve Hz. Havva, tövbeleri kabul edildiği halde, dünyaya gönderilirken neden ayrı ayrı yerlere bırakıldılar? Bu ayrılığın hikmeti nedir?
“İkisi, ‘Ey Rabbimiz! Kendimize yazık ettik. Şayet sen kusurumuzu örtüp, bize merhamet etmezsen, en büyük hüsrana uğrayanlardan oluruz’ diyerek yalvardılar” mealindeki ayetten öyle anlaşılıyor ki, bu ayrılık, dünyaya gelmeleriyle başlamış, tövbe etmelerinden önce gerçekleşmiştir. Bu sebeple, dünyanın farklı kıtalarına gönderilmeleri ve ilk önce ayrı yerlere düşmeleri de onların dünyaya sürgün edilme cezasının bir devamı olduğunu göstermektedir.
Ayrıca ilahî hikmet bu geçici ayrılıkla onlar arasında karşılıklı bir şevk, bir arzu uyandırmış, onlara ve onların nesline, aile yuvasının sürekli bir yuva olmasının gereğine işaret edilmiştir.
Yüce Allah tövbeleri kabul buyurmuş ve Âdem’i kendi evlat ve torunlarına Peygamber yapmıştır. Kendisine on sayfalık bir kitap vermiştir.
Rivayete göre Âdem (as) dokuz yüz otuz sene veya bin sene yaşamıştır. Hz. Âdem, cuma günü vefat etti. Hz. Havva 40 sene sonra vefat etti. Kabirlerinin Kudüs'de veya Mina da Mescid-i Hif'de veya Arafat'da olduğu rivayetleri vardır.
Hz. Âdem 5 özelliği ile bahtiyar olmuştur:
1) Hatasını itiraf etmek
2) Pişmanlık duymak
3) Nefsini kötülemek
4) Tevbeye devam etmek
5) Rahmetten ümidini kesmemek
İblis de 5 özelliğinden dolayı bedbaht olmustur:
1) Günahını ikrar (saklamadan söylemek) etmemek
2) Pişmanlık duymamak
3) Nefsini kötülememek
4) Kendini kötülemeyip azgınlığını Allahü Teala'ya nisbet etmek
5) Rahmetten ümidini kesmek
Hz. Âdem (as)'in kaç çocuğu olmuştur?
Hz. Havva'nın Hz. Âdem (as)'den erkek ve kız olmak üzere yirmi batında, kırk çocuğu oldu. Başka bir rivayette Hz. Havva, Hz. Âdem (as)'den yüz yirmi (120) batın çocuk doğurdu.
Âdem (as); Neviz dağında, oğulları ve oğullarının oğulları, kırk bine doluncaya kadar yaşadı.
Nesil nasıl çoğalıyordu?
İnsanlar Hz. Âdem’le Hz. Havva’dan doğarak çoğalmışlardır. Havva, hep ikiz doğum yapıyordu. Bunlardan birisi erkek, diğeri de kızdı. Hz. Âdem, aynı anda doğan ikizleri, bir önce veya bir sonra doğan ikizlerle evlendiriyordu. Habil’le beraber doğan kız çirkin, Kabil’le birlikte doğan kız ise güzeldi. Bu durumda Hz. Âdem, Habil’in, Kabil’le beraber doğan kızla, Kabil’in de Habil’le beraber doğan kızla evlenmesini istedi. Fakat Kabil buna razı olmadı, kendisiyle doğan güzel kızı Habil’e vermek istemeyerek kendisi almak istedi.
Hz. Âdem buna müsaade etmedi ve meseleyi Allah’a havale etti. Cenab-ı Haktan gelen emir üzerine her ikisinin de Allah’a birer kurban takdim etmelerini, hangisinin kurbanı kabul edilirse Kabil’in bacısının ona ait olacağını söyledi. Bunun üzerine Kabil bir demet buğday, Habil de bir koyunu kurban olarak takdim etti. Kabil, çiftçi idi, yetiştirdiği buğday başaklarından en kötüsünden bir demek adak adadı, Habil ise çoban idi, sürülerinden en besili, en güzel koyunu adak olarak seçti. Gökten inen bir ateş Habil’in kurbanını aldı, Kabil’inki olduğu yerde kaldı. Bu durumda Habil haklı çıkmış ve kızı almaya hak kazanmıştı Fakat Kabil iyice çileden çıkmıştı.
Kabil'in Akibeti:
Kabil Habil’i öldürdükten Sonra Âdem (as), Kabil'e:
"Git! Artık, sen, hiçbir zaman korkutulmaktan uzak kalmayacak, gördüğün hiçbir kimseden de güvenlikte ve selâmette olmayacaksın!" dedi.
Kabil; kendisiyle birlikte doğan kızın elinden tutarak Nevz dağından inip Yemen topraklarından Aden'e gitti. Burada nesli çoğaldı.
Kabil'in oğullarından Kabil'e rastlayıp da onu, taşa tutmayan bir kimse yoktu. Kabil'in ama olan oğlu, bir gün, Kabil'in yanına kendi oğlu ile birlikte gelip oğlu: "İşte, bu, baban Kabil!" deyince, âmâ, hemen bir taş atarak babası Kabil'i öldürdü!
Âdem, Kabil oğullarının zina ve içkiye düştüklerini, bozulduklarını görünce de Şit (as)’ın oğullarına, Kabil oğulları ile evlilik bağlantısı kurmamalarını tavsiye etti.
Şit (as)’ın yurdu, dağın başında; Kabil oğullarının yurdu ise, vadinin altında idi.
Şit (as); Allah'ı, takdis ve tenzihden geri durmaz, kavmine de; Allah'ın buyruklarını yerine getirmemekten sakınmalarını, Allah'ı, her türlü noksan, eksik sıfatlardan uzak tutmalarını ve daima iyi işler işlemelerini emrederdi.
Âdem (as)’ın oğullarından, Şit (as)’dan başkasının nesli devam etmeyip kesilmiş, Şit (as), böylece, Ebülbeşer olan Âdem (as)’la birlikte bütün insanların soylarının varıp dayandığı soy direği olmuştur.
Kabil oğullarında, öteden beri içki, zina düşkünlüğü hayasızlık gibi türlü kötülükler vardı. Çeşit çeşit çalgı âletleri de edinmişlerdi. Kadın, erkek, genç, ihtiyar, sık sık toplanıp davul, düdük, zurna, def çalarlar, güler, oynarlar, nara atarlardı.
Hattâ, onların seslerini, dağda oturan Şit oğullarından bazıları duyarlardı. Onların, bu meclislerine, gençlerinden ziyade, yaşlılar, düşkündüler. Günah olan her kötülüğü işlemekte birleşmişlerdi.
Zaman, uzayınca, Şit oğulları da aralarında gereğini titizlikle yerine getire geldikleri Ahd ve mîsaklarını bozdular.
İçlerinden, yüz erkek, oturdukları mukaddes dağlarından inip amca oğullarının, ne yaptıklarını görmek istediler.
Şit (as)’ın oğlu bunu, haber alınca, hemen yanlarına vardı. Onlara "Allah aşkına yapmayınız!" dedi. Atalarının bu husustaki vasiyetini ve kendilerinin yaptıkları And'ı hatırlattı.
Kendilerine, va'z ve nasihatta bulundu ise de dinlemediler. Oğlu İdris (as), ayağa kalkıp:
"İyi biliniz ki: içinizden, kim Babamız Yerd'i, dinlemeyerek dağımızdan inerse, biz de onun bir daha dağımıza çıkmasına meydan vermeyiz!" dedi. Fakat, onlar, yine de inmekten başkasına yanaşmadılar. Dağdan, Kabil oğullarının yanına indiler. Kabil oğullarının kadınları, Şit oğullarını yanlarında tutup bırakmadılar.
Bundan sonra, Şit oğullarından yüz kişilik ikinci bir erkek kafilesi daha "Kardeşlerimiz, ne yapıyorlar?" diyerek dağdan, onların yanına indiler. Onları da Kabil oğullarının kadınları tutup bırakmadılar.
Daha sonra, bütün Şit oğulları, dağdan, onların yanına indiler. Azgınlık ve onlarla evlilik yapıldı, birbirlerine karıştılar. Kabil oğulları, yeryüzünü dolduracak kadar çoğaldılar.
Peygamberimiz (sav) “Ben insanlığın ikindi vaktinde geldim.” buyuruyor. Diğer bir hadisinde ise “Benim ümmetimin ömrü 1500 seneyi pek geçmeyecek.” buyurmuş. Günün dörtte ya da beşte biri olan ikindiden akşama kadar ki vakti 1500 yıl kabul ettiğimizde, insanlığın ömrünün 6000-7500 yıl arasında olduğu ortaya çıkar.
Diğer bir meşhur hadis rivayetinde ise bu açıkça ortaya konmuştur: “Âdem'den kıyamete kadar insanlığın ömrü yedi bin senedir.” Görüldüğü gibi bu üç hadis birbirini teyit etmekte ve tamamlamaktadır.
HZ. ŞİT (a.s)
Âdem (as)’dan sonra peygamberlik, Hazreti Şit'e verilmiştir. Şît'in anlamı "Hibetullah (Allah'ın bağışı)"dır. Hazreti Âdem'e, Kabil tarafından şehid edilen Habil'e bedel olarak Allah tarafından ihsan buyurulmuş demektir. Şit (as) Hz. Âdem'in beşinci çocuğudur, annesi Havva'dır ve Kur'an'da adı geçmeyen peygamberlerdendir. Şit (a.s)'a Şis de denir. Şis kelimesi İbranicedir.
Rivayetlere göre Âdem (a.s)'ın oğlu Kabil, kardeşi Habil'i öldürdüğü zaman, Âdem (a.s) ve Havva validemiz çok üzülürler. Yüce Allah bunun üzerine, onlara bir hibe, bir nimet olarak Şit (a.s)'ı verir. Şit (a.s), Kabil'in Habil'i öldürmesinden beş sene sonra dünyaya gelir. O dünyaya geldiği zaman, Cebrail (a.s), Hz. Havva'ya "Allah bu çocuğu (Şit Aleyhisselâm'ı) Habil'in yerine verdi" diyerek teselli eder. Âdem (a.s) da o zaman "Bu çocuk, Allah'ın bize bir hediyesi, bir hibesidir" diyerek sevinir.
Âdem (a.s)'dan Hz. Muhammed (sav)'e kadar devam eden bir peygamberlik nuru vardır. Bu nur, Hz. Havva Şit (a.s)'a hamile olunca, onun alnında parlamış, yani Âdem (a.s)'dan ona geçmiş ve Şit (a.s) doğunca da onun alnında parlamıştır. Bunu fark eden Âdem (a.s), Şit (a.s)'ın kendisinden sonra yerini tutacağını anlamıştır. Bu nur, peygamberden peygambere intikal ederek, nihâyet Abdülmuttalip'den Abdullah'a ve ondan da Hz. Muhammed (s.a.s)'e geçerek, son temelli sahibinde karar kılmıştır.
Âdem (a.s)'ın oğlu Kabil ve ondan türeyen Kabiloğulları, Hak yoldan sapmışlardı.
Şit (a.s) bunları daima Allah'a inanmaya ve ibadet etmeye davet etmiştir. Kabil ve çocukları onu dinlemeyince, kendi çocukları arasında Allah'ın emir ve yasaklarını tebliğ etmeye devam etmiştir. Zaten Şit (a.s), Âdem (a.s)'ın çocuklarının en iyisi, en üstünü ve babasına en çok benzeyeni idi.
Hz. Âdem (a.s.) vefatından önce onu çağırmış, nasihatta bulunmuş ve: "Ey oğulcuğum sen, benden sonra halifemsin" diyerek takva üzerine hareket etmesini ve bu yoldan asla ayrılmamasını tavsiye etmişti.
Şit (a.s)'a kaç sahife gönderildiği hususunda farklı rivayetler vardır. Muteber olan rivayete göre, kendisine Yüce Allah tarafından elli sahife gönderilmiş, o da ona göre tebliğ vazifesini yerine getirmiştir.
Şit (a.s) aynı zamanda, Âdem (as)'dan sonra Kâbe'nin onarımı ile uğraşan, duvarlarını taş ve çamurdan yapan ilk kişidir.
Hz. Şit'e nazil olan sayfalarda; hikmet ve riyaziye (matematik) ilimleri, kimya, simya ilmi ve çeşitli sanatlar, ayrıca daha bir çok şeyler bildirildi. Şit (as) dininin esasları, Âdem (as)'ın bildirdiği dinin esaslarına uygun idi.
Şit (as) 1000 şehir kurup sınırlarını tespit etti. Her şehrin kapısında: «La ilahe illallah, Âdem Safiullah, Muhammed Habibullah» yazılı idi.
Şit (as), Habil'i şehit ettikten sonra Yemen'e gidip azgınlaşan Kabil'in çocuklarına ve torunlarına Allah'ın yasaklarını ve emirlerini anlattı. Bu kavim Hz. Şit'in davetini kabul etmeyip azgınlık gösterdiler. Hz. Şit onlar ile cihat etti. Bu savaşta kılıç kullandı. Şit a(as) vefat etmeden önce yerine oğlu Enus'u halife tayin etti. Şit (as) vefat ettikten sonra kuvvetli rivayete göre Mina'daki mescidin minaresi dibinde medfun olan Âdem (as)'ın yanına defnedildi.
Âdem (as) vefat edeceği zaman oğlu Şit (as): "Yavrum! Bu alnında parlayan nur, son peygamber olan MUHAMMED (sav)'in nurudur. Bu nuru mü'min, temiz ve iffetli hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyette bulun" buyurdu.
Ebu Zer Gifari (ra) şöyle rivayet etti: "Resulullah (sav)'e: «Ya Resulallah! Allah kaç kitap gönderdi?» diye sordum. «104 kitap gönderdi. Şit'e 50 sahife indirdi...» buyurdu."
Hz. İDRİS (a.s)
Hazreti İdris, Hazreti Şît'den sonra peygamber olmuştur. İlk yazı yazan ve ilk elbise giyen Hazreti İdris'dir. Yeryüzünde üç yüz atmış sene yaşadığı rivayet edilmiştir. Sonunda Allah tarafından yüksek bir makama kaldırılmıştır.
İdris (a.s) Kur'an-ı Kerim'de adı geçen peygamberlerden biridir. Peygamberler silsilesinin üçüncü halkasında bulunan İdris (a.s) Kur'an-ı Kerim'de adı geçmeyen Şit/Sis (a.s)'den sonra peygamber olmuştur.
Kur'an-ı Kerim'de yer alan İdris (a.s) hakkında dört ayet-i kerime vardır. Bunlardan ilk ikisi şu şekildedir:
"(Ey Muhammed)! Kitapta İdris'e dair söylediklerimizi de an. Çünkü o, dosdoğru bir peygamberdi. Onu yüce bir yere yükselttik”
İdris (a.s) hakkında nâzil olan diğer iki ayet-i kerime şu anlamdadır: "(Ey Muhammed)! İsmail, İdris, Zülkif hakkında anlattığımızı da an; onların her biri sabredenlerdendi. Onları rahmetimize kattık. Doğrusu onlar iyilerdendi."
İslâm alimlerinin belirttiğine göre, İdris’in asıl adı “Uhnuh”dur ki Kitab-ı Mukaddes’te “Honuk” olarak geçer.
Kitab-ı Mukaddeste de Hz. İdris için şu bilgilere yer verilmiştir: “Hanok/İdris toplam 365 yıl yaşadı. Tanrı yolunda yürüdü, sonra ortadan kayboldu; çünkü Tanrı onu yanına almıştı."
Hz. İdris'in de Hz. İsa a.s gibi göklere yükseltildiği ve hayatta olduğu kabul ediliyor. Nitekim bir rivayette:
"Dört zat vardır ki: hala hayattadır. Bunlardan Hızır ve İlyas yerde, Hz.İsa ve Hz. İdris de gökte hayat sürmektedirler." denilmektedir.
Hayat mertebeleri beş’tir. Hz. idris ise üçüncü mertebededir. Bu mertebeler ise:
1- Bizim hayatımızdır. Bizim hayatımızın devam edebilmesi için, yemek, içmek ve hava almak gibi zaruri ihtiyaçları görmek zorundayız.
2- Hz. Hızır ve İlyas (as) hayatlarıdır ki bir anda birkaç yerde bulunabilirler. Yemek içmek zorunda olmamakla beraber, istedikleri zaman yerler, içerler ve beşerî duruma girerler.
3- Hz. İdris ve İsa (a.s) hayatlarıdır. Bu zatlar beşeriyet ihtiyaçlarından uzaklaşmışlardır. Melek hayatına benzer bir mertebeye çıktıklarından, bizimle hiç münasebetleri olmaz.
4- Şehitlerin hayatıdır. Kur’anın ifade ettiği gibi, şehitleri olarak bilmemek gerekir. Çünkü onlar kendilerini ölü bilmedikleri için, kendilerini hayatta bilmektedirler. Ve kabir ehlinden farklı bir mertebede yaşamaktadırlar.
5- Kabir ehlinin hayat mertebeleridir. Ölülerin bile kendilerine münasip bir hayat mertebesinde oldukları imanın ve kur’anın ifadeleriyle sabittir. (Bkz. Nursi, Mektubat, Birinci Mektup)
İdris (as)’ın Soyu:
İdris b.Yerd b.Mehlâil b.Kaynarı b.Enuş, b.Şis, b. Âdem (as)
İdris (as)’a İdris denilmesinin sebebi:
İdris (as)’a; Yüce Allâh’ın kitabından ve İslâm Dininin Sünnetinden, Kitaplardan, Âdem ve Şis (as)’ların Sahifelerinden çok çok ders yaptığı için İdris adı verildiği rivayet edilir.
İdris (as)’ın Şekil ve Şemaili:
İdris (as); beyaz tenli uzun boylu, büyük karınlı, geniş göğüslü, kaba sakallı, iri kemikli, güzel yüzlü idi. Yürürken, adımını, kısa atar, önüne bakardı. Vücudu, az kıllı, başı, çok saçlı idi. Vücudunda, yaratılıştan beyaz bir nokta vardı. Sesi, ince ve konuşması mülayimdi.
İdris (as)’ın Özelliklerinden Bazıları:
İdris (as), Âdem (as)’dan sonra, kalemle ilk kez yazı yazan, ilk kez yıldızlar ve hesap ilmini gözden geçiren zat idi. Geçmiş devirlerin bütün ilimleri kendisinde toplanmıştı. Hz. İdris (as)’ın gök ilmiyle uğraştığı söylenmektedir. Bu uğraş sahası hem astroloji hem de astronomi ile ilgiliydi.
Hz. İdris kırk yaşında peygamber olduktan sonra kendisine otuz sayfalık bir kitap da verilmiş ve zamanın en büyük bilgini olmuştu.
Mısır'da doğan Hz. İdris (as), değişik seyahatlerde bulunmuş ve insanlara Allah’ın emirlerini tebliğ etmiştir. Şark tarafına yaptığı seyahatinde 140 şehir inşa etmiştir ki, bunların küçüğü Ruha / Urfa’dır.
Kendisi terzi idi. İlk kez, iğne ile dikiş diken, ilk kez elbise dikip giyen de İdris (as)’dı. Halbuki, ondan önceki insanlar, hayvanların derilerini giyerlerdi İdris (as), çok ibadet edici bir zat idi.
İdris (as)’ın Peygamberliği, Mücadele ve Mücâhedesi:
İdris (as); kavmini, yüce Allaha ibadete davet etti. Fakat, onlar, onu dinlemediler.
Yüce Allah'ın; Kabil oğullarını, onlarla düşüp kalkanları ve onlara meyledenleri azaba uğratacağını bildirdi ve kendilerini, onlarla düşüp kalkmaktan nehyetti. Allâh’a ibadette ihlaslı olmalarını, doğruluk ve yakîn üzere amel etmelerini tavsiye etti. Bundan sonra, Yüce Allah, İdris (as)’ı, pek yüce bir yere kaldırıp yükseltti.
O zaman, kendisi, yüz altmış beş yaşında idi.
Cehennem ve Cennetin İdris (as)’a Gösterilişi:
Hz.Ümmü Seleme'nin, bildirdiğine göre: İdris (as), Ölüm Meleğinin dostu idi. O'ndan, Cennet'i ve Cehennem'i, kendisine göstermesini istedi. O da onu, yükseltti. İdris (as), Cehennem'i görünce, ondan korktu. Az kalsın bayılacaktı.
Ölüm Meleği: "Gördün onu, değil mi?" dedi. İdris (as): "Evet! Bugüne kadar, onu, hiç görmemiştim!" dedi.
Ölüm Meleği, Cennet'i görünceye kadar onu götürüp Cennet'e girdi ve İdris (as)’a: "Cennet'i de, gördün değil mi?" dedi. İdris (as): "Evet! Vallahi, burası, Cennet'tir!" dedi.
Ölüm Meleği: "Haydi, gördüğüne git!" dedi. İdris (as): "Nereye gideyim?" diye sordu. Ölüm Meleği: "Nerede olmak istersen, oraya git!" dedi.
İdris (as): "Hayır! Vallahi, ben, oraya girdikten sonra, çıkmam!" dedi.
Ölüm Meleğine: "Sen, onu, oraya koyma! Oraya girince, hiç kimse için, bir daha oradan çıkmak yoktur!" denildi.
Peygamberimiz Muhammed (sav)’in Mîraç Gecesi’nde İdris (as)’la Selamlaşması:
Peygamberimiz, Miraç gecesinde, Cebrail ile birlikte dördüncü kat göğe yükseldiği zaman, orada, İdris (as)’la karşılaştı.
Cebrail’e: "Kim bu?" diye sordu.
Cebrail : "Bu, İdris (as)dır! Selâm ver ona!" dedi.
Peygamberimiz, selâm verdi. O da peygamberimizin selâmına muKâbele ettikten sonra:
"Hoş geldin, safa geldin sâlih kardeş, sâlih Peygamber!" dedi ve hayır dua etti.
HZ.NUH (as)
Hazreti Âdem'den sonra insanlar çoğalmış, birçok yerleri imar etmiş; fakat Allah'ın birliğine dayanan gerçek tevhid dînîni bırakıp putlara tapınmaya başlamışlardı. Kendilerine kırk veya elli yaşında bulunan Nuh (as) peygamber gönderildi. Bu peygamberin dokuz yüzelli sene süren öğütlerini dinlemediler.
"Ulul-Azm" peygamberlerin ilki olan Nuh (a.s)'ın, kavmini tevhide döndürmek için verdiği mücadele, Kur'an-ı Kerim'de uzunca zikredilmektedir. Adı, kırk üç ayrı yerde zikredilen Nûh (a.s)'ın kıssası: A'raf, Hûd, Müminûn, Şuârâ, Kamer ve kendi adıyla adlandırılmış olan, Nûh surelerinde geçmektedir.
Nûh (a.s), Âdem (a.s)'dan yaklaşık olarak bin sene sonra gönderilmiştir. Bu zaman zarfında insanlar tevhid üzere olup, Allah Teâlâ'ya şirk koşmaktan kaçınırlardı. İbn Abbas (r.a)'dan şöyle rivayet edilmektedir:
"Âdem ile Nûh arasında on asır vardır. Bu zaman zarfında insanların hepsi İslâm üzere idiler."
Tevhidden ilk sapma, Âdem (a.s)'den en az bin sene sonra olmuştur.
Allah'a şirk koşan bu putperest topluluk, aniden ortaya çıkmadı. İdris (a.s)'dan sonra insanlar, onun şeriatına uyarak ibadet ediyor ve salih alimlerin çizgisinden yürümeye özen gösteriyorlardı. Bir zaman sonra insanların sevip uydukları bu salih kimseler ölüp gittiklerinde, kavimleri onları kaybetmekten dolayı büyük üzüntüye kapıldılar. Şeytan, onların bu hassasiyetlerinden istifade ederek, sevdikleri bu salih kişileri hatırlamak ve böylece onların nasihatlarını zihinlerinde canlı tutmak için onlara, bu kişilerin her zaman bulundukları yerlere, onların birer heykelini, anıtını dikmeyi telkin etti. İlk defa put diken bu nesil onları, kesinlikle tapınmak için dikmemiş ve onlara ibadet edip, şirk koşanlardan olmamışlardı. Ancak bunların peşinden gelen nesiller zamanla bu heykellerin birer ilâh olduğuna inanmaya, hayır ve şerrin sahibi olduklarını vehmetmeye başlamışlardı.
Nûh kavminin tapındığı putların her birinin, Kur'an-ı Kerim'de zikredildiğine göre bir adı vardı:
"...'Ved, Suva', Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin.' dediler. “
Allah Teâlâ, ilâhi rahmeti gereği, doğru yolu bulup hidayete erebilmeleri için sapıtan bütün topluluklara peygamberlerini göndermiş, böylece onlara, şirk ve isyan bataklığından kurtulmanın yollarını göstermiştir.
Peygamber, Allah Teâlâ'nın kullarına rahmetinin en açık bir delilidir. Allah Teâlâ, elîm Cehennem azabından sakındırmaları için peygamberlerini göndermiş; bunlardan, inkârcıların isyan ve işkencelerine karşı sabrederek, tebliğlerine devam etmelerini istemiştir. Allah Teâlâ, Nûh (a.s)'ın, kavmine gönderilişi hakkında şöyle buyurmaktadır:
" 'Milletine can yakıcı bir azap gelmeden önce onları uyar.' diye Nuh'u milletine gönderdik. “
Allah'ın elçisi Nûh (a.s), şirki bırakıp, tevhid akidesine dönüşü tebliğle görevlendirildiğinde, onlara yaptığı ilk tebliğ, Kur'an-ı Kerim'de şöyle zikredilmektedir:
"...'Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka ilâhınız yoktur; doğrusu sizin için büyük günün azabından korkuyorum.' dedi."
" 'Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah'tan başkasına kulluk etmeyin! Doğrusu ben, hakkınızda can yakıcı bir günün azabından korkuyorum.' dedi.”
" 'Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Sakınmaz mısınız.'dedi.“
"Ey Milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım. Allah'a kulluk edin, O'ndan sakının ve bana itaat edin ki, Allah günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar ertelesin. Doğrusu Allah'ın belirttiği süre gelince geri bırakılmaz. Keşke bilseniz!”
Nûh (a.s)'ın bu tebliği karşısında onlar, büyüklenerek ve şımararak Nûh (a.s)'a türlü şekillerde saldırılarda bulunmuşlar ve çeşitli kötülüklerle itham etmişlerdir. Her zaman hakkın karşısında durup, toplumlarını peygamberlere uymaktan alıkoyan mele' (ileri gelenler) Nûh (a.s)'ın da karşısına çıkmış, Kureyşin ileri gelenlerinin Hz. Muhammed (s.a.s)'e yaptıklarını andıran bir tarzda, onu, sapıklıkla ve sefihlikle itham etmişlerdi. Nûh (a.s) onları, Allah'tan başkasına kulluk etmemeye çağırdığında; "Kavminin ileri gelenleri: "Biz senin apaçık sapıklıkta olduğunu görüyoruz" dediler".
Nuh (a.s) merhametle onlara; "Ey kavmim! Bende bir sapıklık yoktur; ancak ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim, Rabbimin sözlerini size bildiriyor, öğüt veriyorum. Sizin bilmediğinizi Allah katından ben biliyorum. Sakınmanızı ve böylece merhamete uğramanızı sağlamak için aranızdan bir vasıtayla Rabbinizden size haber gelmesine mi şaşıyorsunuz?" dedi.”
Şirkin ve küfrün pisliğiyle bulanmış akıllar, tarihin her döneminde Allah Teâlâ'nın, bir elçi gönderdiği zaman, onu hangi topluma gönderiliyorsa o toplum içerisinden çıkarmasına şaşmışlar, bundaki açık gerçekleri görmemişlerdir. Nuh kavmi de ona itiraz ederken, Allah Teâlâ'nın elçisinin bir insan değil ancak bir melek olabileceğini ileri sürmüştü:
"Senin ancak kendimiz gibi bir insan olduğunu görüyoruz. “
"Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir. Sizden üstün olmak istiyor. Allah dilemiş olsaydı melekler indirirdi. İlk atalarımızdan beri böyle bir şey işitmedik.”
"Mustaz'af (toplumun en düşük kesimi) insanlardan bir topluluğun etrafında toplanıp onu tasdik etmeye başlaması sebebiyle, tebliğini tesirsiz bırakmak için çareler arayan Mele', bu gelişme üzerine daha da sertleşerek, onu yalancılık ve delilikle itham etmeye başlamışlardı. Onun için şöyle deniliyordu: Daha başlangıçta, sana bizim ayak takımı dışında kimsenin uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizden bir üstünlüğünüz de yoktur. Biz sizin bir yalancı olduğunuz kanaatindeyiz."[5]
"Bu adamda nedense biraz delilik var. Bir süreye kadar onu gözetleyin.”
"Bu putperestlerden önce Nuh milleti de yalanlayarak; delidir." demişlerdi, yolu kesilmişti.“
Zenginlik ve riyaset sahibi bu insanlar, üstünlüğün malda ve topluma hâkim bir konumda olmakta olduğunu zannettikleri için, gerçekte, kendileriyle kıyas kabul etmez derecede bir üstünlüğe sahip olan Nuh (a.s)'a inananları küçümsüyor ve onlarla bir arada, aynı seviyede bulunmayı nefislerine bir türlü kabul ettiremiyorlardı. Bunun için Nuh (a.s)'a müracaat etmişler ve bu insanları yanından uzaklaştırırsa, o zaman belki kendisini dinleyebileceklerini bildirmişlerdi. Ancak Nuh (a.s) onlara kesin bir uslupla cevap vererek, gerçek anlamda üstünlüğün, inananlarda olduğunu şu ifade ile ortaya koymuştur:
"Ben inananları kovacak değilim. Ben sadece açıkça bir uyarıcıyım.”
Nuh (a.s), bıkmadan, her türlü eziyetlerine sabrederek onları her yerde İslâm'a çağırıyor, Cehennem azabından kurtulmalarının yollarını belletmeye çalışıyordu. Ancak kavmi, onu her defasında alaya alıyor, söylediklerini aralarında eğlence konusu yapıyorlardı:
"Kavminin ileri gelenleri (Mele) yanından her geçtiklerinde onunla alay ediyorlardı. Nuh (as) ise onlara şöyle diyordu: Bizimle alay edin bakalım. Biz de, bizimle alay ettiğiniz gibi sizinle alay edeceğiz.”
Nuh (a.s), kavmini şirkten dönmeye davet ederken, onlara tesir edebilecek her yolu deniyordu. Onlara Allah'a ibadet etmeyi ve bir peygamber olarak kendisine tabi olmayı telkin ederken, buna karşılık kendilerinden hiçbir maddî menfaat istemediğini ve beklemediğini; amacının yalnızca onları, Allah Teâlâ tarafından gelecek olan büyük cezalardan korumak olduğunu bildiriyordu:
"Kardeşleri Nuh, onlara Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak alemlerin Rabbine aittir." "Doğrusu hakkınızda büyük günün azabından korkuyorum."
Kavmi, inadında direnmiş ve kesin kararını vermişti. Ona; "İster öğüt ver ister öğüt verenlerden olma, bizce birdir" dediler.”
Buna rağmen O, çağrısında ısrar edince, müşrikler tamamen sertleşmiş ve onu tehdit ederek, artık bu söylediklerini tekrarlamayı terk etmezse kendisini taşlayacaklarını bildirmişlerdi: "Ey Nuh! Eğer bu işe son vermezsen, şüphesiz taşlanacaklardan olacaksın." dediler.”
Nuh (a.s), davetini tekrarladıkça onların inadı artıyor, ona ve inananlara eziyetlerini daha da şiddetlendiriyorlardı. Nuh (a.s) onların bütün bu tahammül edilmez eziyet ve işkencelerine katlanıyor ve onları kurtarmak için bir an olsun boş durmuyordu. Asırlar süren bu yorucu tebliğ faaliyeti, kavminden çok az bir topluluk dışında, kimsenin iman etmesini sağlayamamıştı:
"Pek az kimse onunla beraber inanmıştı.”
Azgınlaşan kavmi, Allah Teâlâ'ya meydan okurcasına Nuh (a.s)'a şöyle çıkışıyordu:
"Ey Nuh! "Bizimle cidden tartıştın; hem de çok tartıştın. Doğru sözlülerden isen tehdit ettiğin azabı başımıza getir." dediler."
Onlar, Nuh (a.s)'ın tebliğine kulaklarını tıkadıkları için, onun ne söylediğini bir türlü idrak edemiyorlardı. Nuh (a.s), belki düşünürler diye, azabın sahibinin kim olduğunu ve onun kudretinin sınırsızlığını bir kez daha onlara tebliğ ediyordu:
"Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir, siz O'nu aciz bırakamazsınız. Allah sizi azdırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz. O, sizin Rabbinizdir. O'na döndürüleceksiniz."
Nuh (a.s), bu zalim topluluğun iman etmeyeceğini anlamıştı. Kavmi için hiçbir kurtuluş yolu kalmamıştı. Onlar zulümlerini artırdıkça artırdılar. Bunun üzerine Nuh (a.s), dokuz asırdan fazla bir müddet tahammül ettiği zorluklar karşısında hiç kimseye tesir edemediğini ve edemeyeceğini anlayınca, kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya havale etmekten başka çare bulamadı.
Allah Teâlâ, onun bu durumunu Kur'an-ı Kerim'de şöyle dile getirmektedir:
"Nuh; 'Rabbim! Milletim beni yalanladı. Benimle onların arasında sen hüküm ver. Beni ve beraberimdeki inananları kurtar.' dedi.”
"Nuh; 'Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et.' dedi.”
Allah da ona, kavmini sularla helâk edeceğini, bunun için bir gemi yapmasını bildirdi. Ayrıca bundan dolayı kavmine acıyıp da onlar için bağışlama dilememesi gerektiğini de bildirdi:
Nuh (a.s), Cebrail (a.s)'ın gözetimi altında gemiyi yapmaya başladı. Müşrikler yanına geldikleri her defasında onunla alay ediyorlardı:
"Gemiyi yaparken kavminin inkârcı ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay ederlerdi. O da bizimle alay ediyorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi bizde sizinle alay edeceğiz. Rezil edecek olan azabın kime geleceğini ve kime sürekli azabın ineceğini göreceksiniz." dedi."
Âişe (r.anh)'dan rivayetle, Resulullah (sav)'ın şöyle söylediğini nakletmektedir:
"Nûh, kavminin arasında dokuz yüz elli sene kalmıştı. Bu zaman zarfında onları hakka davet etti. Son zamanlarına doğru bir ağaç dikti. Ağaç her taraftan çok büyüdü. Sonra onu kesip gemi yapmaya başladı. Onun yanından geçerlerken, ona ne yaptığını soruyorlar ve onunla dalga geçerek şöyle diyorlardı: "Onu yap; karada gemi yapıyorsun, bakalım nasıl yüzdüreceksin?" Nuh (a.s) da onlara; "yakında bileceksiniz"diyordu.” Ve yine ona; "Nebiliği bırakıp, Marangozluğa mı başladın?" diyerek eğleniyorlardı
Nuh (a.s)'ın yaptığı geminin şekli ve büyüklüğü hakkında İbn Abbas (r.a)'dan şöyle bir rivâyet nakledilmektedir:
"Geminin uzunluğu, Nuh'un babasının dedesinin {yani İdris (a.s)} zıra'ıyla üç yüz zıra'; eni elli zıra'; yüksekliği otuz zıra'; su seviyesinden yukarısı ise altı zıra' idi. Katlara ayrılmış olan geminin üç kapısı bulunmaktaydı. Bu kapılar üst üste açılmıştı.”
Nuh (a.s), gemiyi inşa ederken, tahtaları birbirine mıhlar kullanarak çakmıştı:
"Onu, tahtadan yapılmış, mıhla çakılmış bir gemiye bindirdik.”
Nuh (a.s) bu esnada, artık tamamen yüz çevirdiği kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya arz ediyor ve onları bütün imkânlarını kullanarak şirkten nasıl vazgeçirmeye çalıştığını anlatarak, buna karşı kavminin takındığı tutumu O'na şikayet edip, yeryüzünde onlardan kimseyi bırakmamasını istiyordu.
Allah Teâlâ, bu kavme helâkı umumi kıldığı gibi, Nuh (a.s) da bunun umumî olmasını istemişti. Çünkü, asırlar süren daveti neticesinde anlamıştı ki; bunlardan kalan nesil, yine onlar gibi inkarcılar olacaktı. İbn İshak şöyle demektedir: "Bir sonraki asır geldiğinde o nesil, bir öncekinden daha berbat oluyordu. Sonra gelen nesiller; "Bu adam babalarımızla, dedelerimizle birlikte yaşamıştı ve onun hiçbir sözünü kabul etmemişlerdi. Bu deliden başka biri değildir" diyorlardı.”
Yeryüzünde ilk defa fesad çıkararak, zâlimlerden olan bir toplumu cezalandırmak için Allah Teâlâ'nın takdir etmiş olduğu vakit yaklaşmakta idi. Allah, Nuh (a.s)'a tufanın gelişini haber veren alâmet olarak, tandır (tennûr)'dan suların kaynamasını göstermişti.
Su kaynamaya başlayınca Allah, ona her cins canlıdan birer çifti ve kendisine inananları gemiye bindirmesini vahyetti:
"Emrimiz gelip, tandırdan sular kaynamağa başlayınca; her cinsten birer çifti ve aleyhine hüküm verilmemiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu ve inananları gemiye bindir." dedik. Pek az kimse onunla beraber inanmıştı.”
Onunla beraber olanların sayısı hakkında yedi kişi ile seksen kişi arasında değişen rivayetler vardır.
Nuh (a.s) ile, ailesinden Ham, Sam, Yâfes adlarındaki üç oğlu da gemiye binmişti. Ancak dördüncü oğlu Kenan (Yam), ona iman etmediği için gemiye binmemişti.
"Sular her yeri kaplamaya ve gemi yüzmeye başlayınca Nuh (a.s) oğluna; "Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gel; kâfirlerle birlik olma" diye seslendi. Oğlu; "Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır." deyince, Nuh; "Bugün Allah'ın buyruğundan, O'nun acıdıkları dışında kurtularak yoktur" dedi. Aralarına dalga girdi. Oğlu da boğulanlara karıştı.”
Nuh (a.s), muhtemelen, oğlunun küfredenlerden olduğunu bilmediği için, Allah Teâlâ'ya; "Rabbim! oğlum benim ailemdendi. Doğrusu senin va'din haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin" diye seslenerek, oğlunun başına gelenlerin hikmetini öğrenmek istemişti. Allah, bir peygamber dahi olsa, kan bağının hiçbir şey ifade etmediğini, insanların birbirinden olmalarının yegâne ölçüsünün akide olduğunu; "Ey Nuh! O senin ailenden değildir. Çünkü o, çok kötü bir iş işlemiştir. Öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme." ayetiyle Nuh (a.s)'a bildirerek, ortaya koymuştur.
Tufan, yeryüzünde, gemidekilerin dışında hiç kimsenin sağ kalmasının mümkün olmadığı bir şekilde bütün dünyayı sular altında bırakmıştı. Gök, kapılarını açarak sularını boşaltmış; Yer, her tarafından sular fışkırtmaya başlamıştı:
"Biz de bunun üzerine gök kapılarını boşanan sularla açtık. Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık. Her iki su, takdir edilen bir ölçüye göre birleşti."
Allah'a isyanda direten ve O'nun elçisine olmadık eziyetleri reva gören ve asırlar boyu, gidişatında hiçbir değişiklik yapmayan zâlim bir topluluk, sonraki nesillere, inkârcı zalimlerin sonunun ne olduğunu anlamaları için, bu şekilde, tufan ile helak edilmişti.
Allah Teâlâ, inkârcı zalimler helâk olduktan sonra, Tufanı sona erdirmiş ve inananların bulunduğu gemiyi selametle Cudi dağı üzerine durdurtmuştu;
"Yere; "Suyunu çek!"göğe; "Ey gök sen de tut!" denildi. Su çekildi, iş de bitti. Gemi Cûdiye oturdu. "Haksızlık yapan millet Allah'ın rahmetinden uzak olsun" denildi."
Resulullah (s.a.s)‘a dayandırılan bir rivayete göre Tufan, altı ay sürmüştür. Recebin ilk günlerinde başlayan Tufan, Muharremin onuncu gününde son bulmuş ve gemi Cudi dağının üzerine oturmuştu. Nuh (a.s), şükür için, herkese oruç tutmasını emretmişti. Bugün, Aşure günü olarak o zamandan günümüze dek hatırasını sürdürmüştür.
İnkâr edip yeryüzünde fesad çıkaran topluluk yok edilip sular çekildikten sonra, Allah peygamberine artık emniyet içerisinde gemiden inebileceğini bildirmişti:
"Ey Nûh! Sana ve seninle beraber olan topluluklara bizden bir selamet ve bereketle gemiden in." Allah, Kur'an-ı Kerîm'de, insanlara ibret olsun diye onu, bulunduğu yerde bıraktığını zikretmektedir:
"And olsun ki Biz, o gemiyi bir ibret olarak bıraktık; öğüt alan yok mudur?”
Nuh (a.s) ile birlikte Tufandan kurtulanlardan, Nuh (a.s) ve oğulları dışında kalanlar, yok olup gitmişler ve sonraki nesiller Sam, Ham ve Yafes'ten türemişlerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Ancak onun soyunu sürekli kıldık.”. Resulullah (s.a.s) bu ayeti okuduğu zaman, sürekli kılınanlardan kastın, Ham, Sam ve Yafes olduğunu söylemiştir.
Tarihçiler; Sam'ı, Arapların ve Fars'ların atası; Ham'ı, Zenciler ve Habeşlilerin atası ve Yafes'i de Türkler, uzak doğu milletleri, Berberîler, Çinliler ve Mâverâünnehir kavimlerinin atası olarak kabul etmektedirler
Nuh (a.s)'ın tufana kadar dokuz yüz elli beş yıl yaşadığı kesindir:
"Şüphesiz ki biz Nuh'u kavmine peygamber olarak gönderdik. Aralarında elli yıl hariç bin yıl kaldı.” Ancak, Tufandan sonra ne kadar yaşadığı hakkında bir bilgi yoktur. Bir görüşe göre, Nuh (a.s) bin yedi yüz seksen sene yaşamıştır ve öldüğünde de Mescid-i Haram'a yakın bir yere defnedilmiştir.
Allah Teâlâ onu, "çok şükreden kul (abden şekûra)" olarak isimlendirmiş ve kıyamete kadar gelen nesiller, anıp selam getirsinler diye onun ismini herkesçe bilinir kılmıştır: "Sonra gelenler içinde "Alemlerde, Nuh'a selam olsun diye ona iyi bir ün bıraktık. Doğrusu o, bizim inanmış kullarımızdandı."
Allah, Peygamberimiz (asv)'e, kendisine yapılan itiraz ve işkencelere karşı, Nuh (a.s) ve onun yolunda olan diğer ulul-azm peygamberler gibi sabretmesini emretmektedir. Yani o, Resulullah (s.a.s)'e bir örnek olarak gösterilmektedir:
"Resullerden azim ve sebat sahibi (ulul-emr) olanların sabrettiği gibi sen de sabret.”
Tufan olayına gelince, bu âlimlerin çoğunluğuna göre genel olmuştur. Bütün yeryüzünü kapsamıştır. En yüksek dağların tepelerinde görülen deniz hayvanlarının fosilleri de bunu kuvvetlendiriyor.
Bazı âlimlere göre de özel bir bölgede olmuştur. Yalnız Hazreti Nuh'un bulunduğu Babil bölgesine ve etrafına aittir. Gerçeğini Allah Tealâ Hazretleri bilir.
Hz.Hûd (a.s)
Ad kavmine gönderilmiştir ki, Ad kavmi Hz. Nuh tufanından sonra putperestliğe dönen ilk kavimdir
Hz. Hud (a.s.) Kur'ân-ı Kerim'de kıssası geçen peygamberlerden biridir.
Hud (a.s), Âd kavmi içinde soyu sopu şerefli bir kişiydi. Peygamberlikten önce ticaretle uğraşırdı. Hud (a.s) orta boylu, esmer tenli, gür saçlı, güzel yüzlü idi. Ãdem (a.s)'a benzerdi. Zâhid, muttakî ve ibâdete düşkün idi. Cömert ve şefkatli idi; yoksullara bol bol sadaka verirdi.
Ad kavmi Arabistan yarımadasına ilk yerleşen kavimlerdendir. Hadramevt'e ve Yemen'e kadar uzanan bölgede oturan bu kavmin yurtları otu, suyu ve çeşitli nimetleri bol olan bir yerdi. Yerin üzerinden akan ırmakları, bağları, bahçeleri, sürü sürü davarları, yer altında da su depoları ve köşkleri vardı. Başkalarına nazaran onlara boy pos, güç ve kuvvet verilmişti.
Allah, Ad kavmine, Peygamber olarak Hud (a.s)'ı gönderdi. O da kavmini bir ve tek olan Allah'a iman ve ibâdete, insanlara zulmetmekten vazgeçmeğe dâvet etti ise de red ve tekzib ile karşılandı. Bunun üzerine, Allah onlardan üç yıl yağmuru kesti. Onlar yağmur için Mekke'ye bir heyet gönderdiler. Allah, yağmur bekledikleri halde bir kasırga ile onları helâk etti.
Hz. Peygamberimiz (s.a.s) vedâ haccında, Usfan vadisine vardığı zaman, Hz. Ebû Bekr'e: "Ey Eba Bekr! Bu hangi vâdidir" diye sormuş. Hz. Ebû Bekir "Usfan vâdisidir" diye cevaplayınca: Hz. Peygamber (s.a.s) "Hûd (a.s)'un, beline aba tutunmuş, belinden yukarısını alacalı bir kumaş ile bürümüş, genç ve kızıl, yuları hurma liflerinden örülmüş dişi bir deve üzerinde, hac için buradan telbiye ederek geçmiş" olduğunu haber vermiştir
Ad kavmi helâk olunca Hz. Hûd (as) kendisine inananlar ile beraber Mekke'ye gelmiş ve vefat edinceye kadar orada kalmıştır.
Âd kavminin, Hz. Hud (as)'a karşı çıkarken ileri sürdükleri itirazlar, diğer peygamberlere karşı muarızlarının ileri sürdükleri itirazların aynıdır. Hatta günümüz münkirlerinin de itirazları aynı türdendir. Ona itirazda baş çekenler de, diğer peygamberlere itiraz gibi kavmin ileri gelenleridir.
Hz. Hud'a yaptıkları itirazlarını şu maddelerde özetlemek mümkündür:
a. Hz. Hûd (as)'ı beyinsizlik ve sapıklıkla itham etmek:
"Kavminden ileri gelenler dediler ki: Biz seni açık bir sapıklık içinde görüyoruz"
"Kavminden ileri gelen inkârcılar dediler ki; biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve biz seni yalancılardan sanıyoruz.'‘
b. Atalar dinine bağlılık:
"Dediler ki: demek sen, tek Allah'a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi bize geldin."
"Dediler: sen bizi tanrılarımızdan çevirmek için mi geldin?"
c. Kendilerinin güçlü kuvvetli olduklarını söyleyip Hz. Hûd (as) tarafından gelebilecek bir zararın olamayacağını ileri sürmeleri:
"Ad kavmi, yeryüzünde haksız olarak büyüklük tasladılar ve; 'Bizden daha kuvvetli kim var?' dediler.”
d. Ahireti inkâr etmeleri ve hayatın sadece dünya hayatından ibaret olduğunu ileri sürmeleri:
"Ne ise hep bu dünya hayatımızdır; ölürüz ve yaşarız (bir kısmımız ölürken bir kısmımız doğar). Biz öldükten sonra diriltecek değiliz.”
e. Hz. Hûd (as)'ı küçümsemeleri:
''Kavminden, kendilerine dünya hayatında bol nimet verdiğimiz o inkâr eden ve âhiret hayatına kavuşmayı yalanlayan eşraf takımı dedi ki; bu da sizin gibi bir insandan başka birşey değildir. Sizin yediğinizden yiyor, sizin içtiğinizden içiyor. Eğer sizin gibi bir insana itaat ederseniz o takdîrde siz, mutlaka ziyana uğrayanlardan olursunuz."
Onların bu itiraz ve tavırlarına karşı Hz. Hud (as)'ın takındığı tavır şöyle idi:
''Ey kavmim. Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. (O'na karşı gelmekten) sakınmaz mısın?" ''Ey kavmim, bende bir sapıklık yok; ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve Allah tarafından, sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum.”
Geçmiş peygamberlerin ve kavimlerin kıssalarının Kur‘an'da zikredilmesi inananların ibret almaları içindir. Geçmiş peygamberlerin her tavrı Müslümanlar için de takip edilecek bir yoldur. Meseleye bu yönden baktığımızda Hz. Hûd (as) kıssasından alınacak ibretleri de şu şekilde özetlememiz mümkündür:
Hz. Hud (as), Allah yoluna samimiyetle sarılmış vakûr bir kişidir.
Söyleyeceğini, ölçüp tarttıktan sonra söylemektedir.
Kötülüğe, kötülükle karşı koymadığı gibi yumuşak davranmaktadır.
Kavmi kendisini beyinsizlikle itham ederken, kendisinin beyinsiz olmadığını, onları uyarmak üzere Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu söylemekle yetinmektedir.
Allah'ın üzerlerindeki nimetlerini kendilerine hatırlatmakta ve bu nimetlere şükretmiş olmaları için Allah'ın emirlerine riayet etmeleri gerektiğini anlatmaktadır; bundan dolayı onlardan bir ücret istemediğini özellikle belirtmektedir.
HZ. SALİH (a.s)
Sâlih Peygamber Semud kavmine gönderilen peygamber olup Nuh (as) ın oğullarından Sam'ın neslinden olup Hz. Âdem'in 19. kuşaktan torunudur. Âd kavmi helâk olduktan sonra felaketten kurtulanlardan Semud, (Hz. Hud (as)'ın vefatından sonra, torunları) Şam ile Hicaz arasındaki Hicr denilen yere yerleşti.
Kendilerine köşkler, saraylar inşa ettiler. Taşları oydular, onlara yeni şekiller verdiler. Köşklerini ve saraylarını bu şekillerle süslediler.
Semud kavmi, tevhit inancını unutup Allah'a ortak koştular ve yapmış oldukları putlardan kendilerine tanrılar edindiler.
Bu kâvmin ahlak ve fazilet bakımından en üstünü olan Salih'e kırk yaşına geldiği zaman peygamberlik görevi verildi.
Hz. Salih (as), kavmine gerçeği bildirdi. Onları doğru olan yola çağırdı. Tebliğde bulundu;
"Şüphesiz ben, size gönderilmiş emin bir peygamberim. Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben sizden tebliğim için bir ücret istemiyorum. Benim ücretim âlemlerin Rabbine aittir." dedi.
Salih (as) gerçekten saygı duyulacak bir insandı. Semud kavmi de Hz. Salih (as)'i sever, sayardı. Salih, davetini açıkladıktan sonra durum değişti. Kavmi, Salih'e karşı cephe almaya başladı. Babalarının yanlış inançlarını sürdürmeyi tercih ettiler. "Babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi yasaklıyor musun?" dediler.
Semud kavmi, kendi aralarından birisinin gerçeği haber vermesini kabullenemediler, "İçimizden bir insana mı uyalım?" dediler.
Kavmi, Hz. Salih için "O, şımarık bir yalancıdır." dediler.
Semud kavmi, Hz. Salih (as)'e engel olamayacaklarını anlayınca, onunla uğraşmaktan vazgeçtiler. Salih Peygambere inanan mü'minleri yollarından döndürmeye çalıştılar. Allah'ın elçisini yapayalnız bırakmak istediler. Mü'minlere; "Salih'in, Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu gerçekten biliyor musunuz?" dediler.
O, gerçek iman mutluluğuna eren insanlar da "Biz, onunla gönderilen her şeye iman ederiz" dediler.
Hiçbir şüpheye yer vermeyen bu kayıtsız şartsız iman karşısında, Semud kavmi'nin inkarcıları şaşkınlığa düştüler; "Sizin inandığınızı biz inkar ederiz." diyerek vicdanlarını bir kez daha sattılar.
Hz. Salih (as) sabretti. Ümitsizliğe kapılmadı. Gerçeğe yüz çeviren kavmini putlardan uzaklaştırmaya çalıştı. Onlara öğütlerde bulundu.
Semud kavmi'nin sapıkları Hz. Salih (as)'e; "Eğer doğru söyleyenlerden isen bir mucize getir." dediler. Bu istekleri inanmaya yönelmelerinden değildi. Sapkınlıklarına yeni malzeme aramalarındandı.
İstedikleri mucize, dişi ve hamile bir deve idi. Allah, mucize olarak Semud kavmi'ne bu dişi deveyi verdi. Bu mucize karşısında bazıları iman ettiler, bazıları da inkarlarında direttiler. Allah elçisi hakkında "Amma da sihirbazmış." demek alçaklığında bulundular.
Semud kavmi, bu kez de deveden rahatsız olmaya başladılar. Devenin fazla su içmesinden yakındılar. Yüce Allah suyu, deve ile Semud kavmi arasında paylaştırdı; "Suyu içme hakkı bir gün onun, bir gün de sizindir." buyurdu.
Deveyi her gördüklerinde mü'minlerin inancı yenileniyordu. Azgınların da kini artıyordu. Hz. Salih (as) bu durumu biliyordu. Kavmini uyarıyordu;
"Sakın ona fenalık ile dokunmayın. Eğer dokunursanız sizi büyük bir günün azabı yakalar." diyordu.
Bu kavmin inkarcıları Salih'in sözlerini dinlemediler. Kendi aralarında Salih'i, mü'minleri ve dişi deveyi öldürmeyi kararlaştırdılar. Önce, mucize olarak gönderilen deveyi öldürdüler. Bu hareketleriyle Salih Peygamberi ve müminleri yıldırmak, korkutmak istediler. İsyanlarını ve kinlerini kustular. "Ey Salih!" dediler. "Eğer sen gönderilmiş peygamber isen va'dettiğin azabı getir!"
Hz. Salih (as), kavmine yine kurtuluş yollarını gösterdi. Tövbe etmelerini öğütledi. "Ey kavmim" dedi. "Niçin tövbeden evvel çabucak kötülüğü istiyorsunuz? Allah'tan mağfiretinizi istemeli değil miydiniz? Belki merhamet olunurdunuz."
Semud Kavmi bu sözlere kulaklarını tıkadılar. "Biz, seninle ve seninle bulunanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık." dediler. Bela ve musibetlere sebep olarak Salih'le mü'minleri gösterdiler.
"O şehirde dokuz kişi vardı ki bunlar yeryüzünde fesat çıkarıyor, iyilikte bulunmuyorlardı."
Deveyi öldürten bu adamlar, kötü arzularını devam ettirmek niyetindeydiler.
Bunların hepsi bir araya geldiler. "Gece baskını yapıp Salih'i ve ailesini öldürelim. Sonra velisine; biz o ailenin helakinde hazır değildik, gerçekten biz doğru söyleyenlerdeniz diyelim." dediler. Kendi aralarında bu karara vardılar.
Salih Peygamber'e münkirlerin bu hilesi haber verildi. O da ailesini ve mü'minleri yanına alarak bu şehri terketti. Böylece hicret olayı da gerçekleşti.
Salih Peygamber de kendisine îman edenlerle beraber çıkıp önce Şam'a, Filistin’e, sonra da Mekke-i Mükerreme’ye gitti.
Azgınlar, planlarını uygulamak için geceleyin Salih Peygamberin evini kuşattılar. Evin içinde kimseyi bulamayınca şaşırıp kaldılar.
Cebrail aleyhisselam onları bir sabah vakti sayha ile azablandırdı. Semud'un muhkem binaları bile kendilerini kurtarmadı ve onlar sayhanın şiddetinden hepsinin ödleri patlayarak helâk oldu.
Ne kadar inkârcı ve sapkın varsa hepsi de helak oldu. Şehir bir harabe haline dönüştü.
Peygamberlerin Hayatlarında Ortak Noktalar
Görevlendirilmeleri (vahiy almaları)
Mucizeleri
Yaptıkları tebliğin benzerini daha önceki görevlendirilmişler tarafından yapılmış olması
Kavmin ileri gelenlerinin ortak tavırları
Sapkınlıkla, yalancılıkla delirmekle suçlanmaları
Tapınılan şeyler (putlar, mal mülk)
Meydan okumalar- inkarcıların genel tavırları
Ceza
İnananların mükafatlandırılması
HZ. İBRAHİM
Hazreti İbrahim "Ulü'l-Azm (Azm Sahipleri) denilen büyük peygamberlerden biridir. Bunlar, bizim peygamberimiz Hazreti Muhammed (a.s), Nuh (a.s), İbrahim (a.s), Musa (a.s) ve İsa (a.s) olmak üzere beş peygamberlerdir.
Nuh peygamberin çocukları dağıldıktan sonra Ham'ın soyundan "Nemrud" adında bir adam, birçok kabileleri başına toplayıp Babil’de, şimdiki Musul şehrinin bulunduğu yerlerde Babil hükümetini kurmuştu. Babil ülkesine "Geldanistan" hükümdarlarına da "Nemrud" denilir.
Babil halkı arasında"Saibe" denilen sapık bir din türemişti. Bunlar, güneşe, aya, yıldızlara, putlara ve hükümdarlara tapmakta idiler
Kahin ve müneccimlerin o sene bölgede doğacak İbrahim adlı bir çocuğun halkın dinini değiştireceğini, Nemrud'un saltanatına son vereceğini söylemeleri, diğer bir rivayete göre ise kendisinin bu mahiyette bir rüya görmesi üzerine Nemrud hamile kadınları bir yere toplamış ve doğacak bütün erkek çocukların öldürülmesini, ayrıca erkeklerin eşlerinden uzaklaştırılmasını emretmiştir.
Bunun üzerine Azer, İbrahim'e hamile kalan karısını Küfe ile Basra arasındaki Ur şehrine veya Verka denilen yere götürüp bir mağaraya saklamış, İbrahim bu mağarada doğmuştur
İbrahim mağarada on beş ay kalmış, ancak bir ayda dışarıdaki bir yıl kadar gelişme göstererek on beş yaşındaki bir çocuğun vücut ve zekâ seviyesine erişmiştir. İbrahim, Kur'an-ı Kerim'de ayrıntılı biçimde anlatılan Allah'ın sonsuz varlığına ve birliğine dair istidlallerini de bu mağaradan ayrılışını takip eden günlerde yürütmüştür.
Buna göre bir akşam vakti mağaradan çıkarılan İbrahim, babasına gördüğü şeylerin ne olduğunu ve bunların bir yaratıcısının bulunup bulunmadığını sormuş, onların bir rabbi olması gerektiğini düşünmüş; yıldızları, ayı ve güneşi görünce her biri için, "Rabbim budur" demiş: fakat gördükleri kısa süre sonra sönüp gidince: "Ben böyle sönüp batanları sevmem" diyerek bunların hiçbirinin ilah olamayacağını ifade etmiş; "Hiç şüphesiz ben, bir tevhid ehli olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim, ben müşriklerden değilim" diyerek bir olan Allah'a dönmüştür.
Rabbi İbrahim'e: "Müslüman ol!" dediğinde, "Alemlerin rabbine teslim oldum diyerek bu davete icabet etmiştir.
Müslüman tarihçiler Hz. İbrahim'e on sahife indirildiğini, bunların mesellerden ibaret olduğunu bildirirler.
Hz. İbrahim (a.s)’ın ismi Kur'an-ı Kerim'de yirmi beş surede altmış dokuz defa geçmiştir. Kur'an'da da geçen sıfatlarının bazıları şunlardır:
Evvah (çok ah eden),
Halim,
Munib (Allah'a sığınan),
Hanif,
Kanit (Allah'a kulluk eden),
Şakir.
İbrahim (a.s) Babil halkına uzun süre hak dini, dünyayı, ahireti, hayatı, ölümü ve yeniden dirilişi anlatmış; en yakını olan babasına ise bu meseleyi inceden inceye izah etmişti. Ancak başta babası Azer olmak üzere halk, İbrahim (a.s)'a inanmayıp inkâr etmişti. İbrahim (a.s), babasının bu hareketine kızmamış, ona darılmamıştı. Hatta onun için Allah'tan rahmet dileyerek babasına karşı şöyle dedi:
"Sana selam olsun! Senin için Rabb'ımdan mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı lütufkardır."
Bundan sonra İbrahim (a.s), baba ocağını terk ederek oradan ayrıldı.
Hazreti İbrahim, Babil halkına gerçek dini bildirmeye başladı, onları hak dinine çıkardı. Doğup batan,sönüp giden şeylerin tapılmaya uygun bulmadıklarını onlara söyledi. Fakat onlar aldırmadılar.
İbrahim (a.s), milletinin kendisine inanmadığını görünce hemen Nemrud'a gitti. O sıralar milletinin başında bulunan Nemrud, sahip olduğu servet ve saltanatıyla kendini ilah sanmaktaydı.
İbrahim (a.s), Nemrud'a Allah inancından bahsetti. Fakat o reddetti ve İbrahim (a.s) ile Rabbi hakkında münakaşaya girişti. İbrahim (a.s) Allah Teala'nın hem dirilttiğini hem de öldürdüğünü söyleyince Nemrud, kendisinin de bunu yapmağa gücü yettiğini ifade eder. Nemrud, bunu ispat için, iki adamı getirtmiş, birini öldürmüş, diğerini bırakmış; böylece öldürmeğe ve diriltmeğe kadir olduğunu göstermişti.
Bu defa İbrahim (a.s.): "Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene." deyince Nemrud şaşırıp kalmıştı.
Bir yortu günü insanlar şehir dışına çıkmışlardı. İbrahim (a.s) şehirde kaldı. Putların bulunduğu yere giderek bir kısım putları kırdı.Elindeki baltayı da büyük bir putun boynuna (a.s)tı.İnsanlar şehre dönüp bu durumu görünce, bunu Hazreti İbrahim'in yaptığını anladılar. Hazreti İbrahim de: "Eğer söyleyebilirse sorunuz; bunu büyük put yapmıştır!" dedi.
Dediler ki: "Hiç cansız olan bir put böyle bir şey yapabilir mi?" dediler. Hazreti İbrahim de "MÂdem ki bunlar cansız, ellerinden bir şey gelmez şeylerdir; artık niçin bunlara tapıyorsunuz?" dedi. Bunun üzerine hepsi de biraz sustular, cahilliklerini anlar gibi oldular. Ne yazık ki, cehalet gururları tekrar baş gösterdi. Sapıklıklarında ısrar ettiler.
İbrahim (a.s)'ın bu savunması, sapıklar tarafından onun suçlu duruma düşmesine yetmişti. Nemrud, İbrahim (a.s)'ın öldürülerek veya yakılarak cezalandırılmasını teklif etmiş ve nihayet ateşte yakılmasına karar verilmişti. Hazırlanan ateşin alevi, en şiddetli ve hararetli duruma geldiğinde İbrahim (a.s)'ı mancınıkla fırlatıp ateşe attılar. Ancak ateşin ve her şeyin sahibi olan Allah, ateşe şöyle emir verdi:
"Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve zararsız ol!"
Böylece İbrahim (a.s) ateşten kurtulmuş oldu. O sırada İbrahim (a.s)'a inanan tek bir kişi vardı; o da Lut (a.s) idi.
Kur’an-ı Kerim'de, Hz. İbrahim (a.s)kavminin, bu mucizeye karşı nasıl bir tepki verdiğine ve nasıl helak olduğuna dair bir bilgi yoktur. Yalnız Hac Suresi'nin 44. ayetinden onların da helak olduklarını anlamak mümkündür.
Öyle anlaşılıyor ki Nemrut ve halkı genel olarak -belki de Nemrud’un korkusuyla- putlara tapmaya devam etmişler. Nihayet milattan önce 2286 yılı civarında, -Hz. İbrahim daha hayatta iken- Allah, Asurileri onlara musallat etmiştir. Bunlar Nemrut’un memleketini işgal etmiş, onun saltanatlarına son vermiş ve yerine Asuri krallığını kurmuşlardır.
Hz. İbrahim (a.s)’ın Allah’ın inayetiyle, Nemrut’un başka işkencelerine maruz kalmadan onun ülkesini terk edip, Filistin’e hicret etmek suretiyle kurtulduğu bilinmektedir. Hz. İbrahim’in ateşten kurtulduğunu ifade eden ayetten sonraki iki ayette, bu hususa şöyle işaret edilmiştir:
“Hulasa onu (İbrahim’i) tuzağa düşürmek istediler ama, biz asıl onları tuzağa uğrattık. Asıl tuzağa düşenler kendileri oldular. Onu Lut ile beraber kurtarıp, bütün insanlar için kutlu ve feyizli kıldığımız diyara (Filistin diyarına) ulaştırdık.”
“Onu Lut ile beraber kurtarıp” cümlesinden anlaşılıyor ki, düşman onları takip ediyordu. Onların şerrinden korunmak için gizli firar edip kaçmışlar ve Allah da onlara yardım ederek onları kurtarmıştır.
İbrahim’e Lut iman etti.”mealindeki ayetin zahirine bakılırsa, Hz. İbrahim’e yeğeni Lut’tan başka iman eden olmamıştır. Yalnız ikisinin Filistine hicret etmeleri de bunu gösteriyor.
Kur’an’da Hz. İbrahim için "Tek başına bir ümmet." deniliyor; bu ne anlama gelmektedir?
Hz. İbrahim (a.s), bir ümmetin, bir milletin yapacağı işleri tek başına gerçekleştirmiş, onlarca imtihan geçirmiş ve kazanmıştır. Tevhit inancının bayrağını tek başına asmış, Allah’ın evini/Kâbe’yi inşa etmiştir. Allah’ın kelimesinin yüceltilmesi uğruna ölüme meydan okumuş, en cebbar zalimlerin önünde boyun eğmemiştir.
İbrahim (a.s), birkaç peygamber dışında Kur'an’da geçen bütün peygamberlerin hem babası hem mürşidi olmuştur. Bütün bu iyiliklerin ve kahramanlıkların mükafatı olarak Allah tarafından kendisine “özel dost” payesi verilmiştir.
İlgili ayetlerin mealleri:
“Gerçekten İbrahim, hak dine yönelen, Allah’a itaat üzere bulunan, tek başına bir ümmet idi. O hiçbir zaman müşriklerden olmadı. Allah’ın nimetlerine şükreden bir zat idi. Allah onu seçmiş ve doğru yola iletmişti.”
Hz. İbrahim
Hz. İbrahim (s.a.) misafirleri çok severdi. Evine misafir çağırmaktan, onlara ikramda bulunmaktan lezzet alırdı Yolculara karşı da iyi davranırdı. Onları evine davet eder, yiyecek-içecek verir, yatacak yer gösterirdi. Her sabah. Evinin yanındaki yolun kenarında durur ve
yoldan geçecek yolcuları beklerdi. Onları görür görmez de ikramda bulunmak için evine davet ederdi. Başka insanları memnun ve rahat ettirmek onu mutlu ederdi. Bir günü sofrasında bir misafir olmadan geçtiğinde rahatsız olur, evinde bir yolcu ağırlamamışsa yemeğe kendisi de dokunmazdı. Bir ara, yoldan üç gün boyunca hiçbir yolcu geçmedi. Bu durum haliyle
Hz. İbrahim"i (s.a.) üzdü. Ama bıkmadan usanmadan yola çıkıp ümitle beklemeye devam etti. Ufuğa gözlerini kısarak bakıyor, bir yolcunun gelmesini istiyordu. Üç gün geçmiş ama hiçbir yolcu gelmemişti.
Bir sabah, deve üzerinde yaşlı bir adam göründü yolda. Hz. İbrahim çok sevindi hemen yaşlı adamı yemeğe evine davet etti. Adam bu daveti kabul etti. Evde yemeğe oturduklarında Hz. İbrahim yemeğe başlamadan önce "Bismillah" dedi, ama yaşlı adam hiçbir şey demeden yemeye başladı. Hz. İbrahim sordu: "Neden besmeleyle başlamadın? Bize bu yiyecekleri hediye eden Rabbimiz hem Rahman hem de Rahim değil mi? Sunduğu bu rızkı yemeye başlamadan önce Onun ismini anmak doğru olmaz mı?
Yaşlı adamın cevabı:
"Benim dinimde böyle bir adet yok" şeklinde oldu.
"Hangi dindensin sen?"
"Mecusiyim." Adam ateşe tapılan bir dine mensuptu. Hz. İbrahim buna çok kızdı ve adamı evinden kovdu.Yaşlı adam oradan uzaklaşırken. Hz. Cebrail, Hz. İbrahim"e geldi. Bir mesaj getirmişti. Ona, Allah"ın kendisine inanmayan bu adamı 70 senedir rızıklandırdığını, ama onun, yani Hz. İbrahim"in bir öğün yemek bile tahammül edemediğini bildirdi. Hz. İbrahim hatasını anlamıştı. Hemen ihtiyarın arkasından koştu, yetişti ve evine yemeğe devam etmek üzere
dönmeye ikna etti.
Hz. İbrahim (a.s) amcasının kızı olan hanımı Hz. Sare ile birlikte Mısır tarafına seyahat ederken "Erdün" kasabasına gelmişler. Şehrin kralı ile aralarında ilginç bir hadise geçmiştir. Ebu Hureyre, Peygamber (s.a.v)'den rivayet etmiştir. Hz. Peygamber (sav) şöyle anlatmıştır:
"İbrahim (a.s) hanımı Sare ile birlikte bir şehre gelmişlerdi. O şehirde bir kral veya zalim bir idareci vardı. Bu zalime:
"İbrahim, yanında çok güzel bir kadınla şehre girdi." diye haber gönderdiler. Kral:
"Ey İbrahim! yanındaki kadın neyin, kimindir?" diye sordurdu. İbrahim (a.s):
"(din) Kardeşimdir." dedi. Sonra Sare’ye gelip:
"Sakın beni yalancı çıkarma, ben bunlara seni kız kardeşimdir dedim. Allah'a yemin ederim ki, yeryüzünde benden, senden başka iman eden hiç kimse yoktur." buyurdu.
Sare kralın yanına gelince kral (ona kötülük yapmaya) teşebbüs etti. Hz. Sare kalktı abdest aldı, namaza durdu. Sonra şöyle dua etti:
"Ya Rab! Ben sana ve senin peygamberine iman ettimse, ben kadınlığımı zevcimden başkasına karşı koruduysam (ki şu ana kadar böyleydim) benim üzerime şu kafiri musallat etme.”
Kralın nefesi boğuldu; ayağıyla yere vurarak çırpınmaya başladı. Bunun üzerine Sare:
"Allah'ım şayet bu adam ölürse bunu bu kadın öldürdü denilir." diye dua etti. Bunun üzerine adam rahatladı. Bu hadise üç defa tekrarlandı. Bunun üzerine melik etrafındakilere:
"Siz bana şeytan göndermişsiniz bu kadını İbrahim (a.s)'e gönderiniz. Hacer'i de Sare'ye veriniz." dedi. Bunun üzerine Sare Hz. İbrahim (a.s)’agelerek ona olayı anlattı ve:
"Anladın mı! Allah kafiri zelil etti; bana bir cariyeyi de hizmetçi verdi." dedi.
İbrahim (a.s), o ülkeden ayrıldıktan sonra pek çok yer gezdi. Sonunda Şam'da karar kıldı. Orada kendisine inananlar günden güne arttı. İbrahim (a.s)'e inanların oluşturduğu kitleye "İbrahim milleti" adı verildi.
Hz. İbrahim, neden Hz. Hacer ve Hz. İsmail’i Mekke'de bırakıp gitmiştir?
Hacer, Hazreti İbrahim (a.s)ile evlendikten sonra, Cenab-ı Hak onlara Hazreti İsmail'i ihsan etmiştir. Ancak yıllarca evlat hasretiyle yanıp tutuşan Sare, Hacer'i kıskanmaya başlamıştır. Hazreti İbrahim (a.s)’a bir evlat verememiş olması kendisini son derece üzmektedir. Hacer'i uzaklaştırmanın yollarını aramaya başlamıştır. Nihayet Hazreti İbrahim'den onları başka bir yere götürmesini istemiştir. Hazreti İbrahim bir süre tereddüt geçirmiş, ancak Cenab-ı Hak da vahiy yoluyla izin verince Hacer ve oğlu İsmail'i alan Hazreti İbrahim, eşi ve çocuğunu Mekke yakınlarına götürmek üzere yola çıkar...
Hz. İbrahim (a.s) beraberinde Hz. İsmail (a.s), onu henüz emzirmekte olan annesini ve kadının yanında bir de su tulumu vardı. Hz. İbrahim, kadını Beyt`in yanında Devha denen büyük bir ağacın dibine bıraktı. Bur(a.s)ı Mescid`in yukarı tarafında ve zemzemin tam üstünde bir nokta idi. O gün Mekke`de kimse yaşamıyordu, orada hiç su da yoktu.
İşte Hz. İbrahim anne ve çocuğunu buraya koydu, yanlarına, içerisinde hurma bulunan eski bir azık dağarcığı ile su bulunan bir tuluk bıraktı. Hz. İbrahim (a.s) bundan sonra (emr-i İlahi ile) arkasını dönüp (Şam`a gitmek üzere) oradan uzaklaştı.
İsmail`in annesi, İbrahim`in peşine düştü (ve ona Keda`da yetişti). "Ey İbrahim, bizi burada, hiçbir insanın hiçbir yoldaşın bulunmadığı bir yerde bırakıp nereye gidiyorsun?" diye seslendi. Bu sözünü birkaç kere tekrarladı. Hz. İbrahim (a.s), (emir gereği) ona dönüp bakmadı bile. Anne, tekrar (üçüncü kere) seslendi. "Böyle yapmanı sana Allah mı emretti?" dedi. Hz. İbrahim bunun üzerine "Evet!" buyurdu. Kadın: "Öyleyse (Rabbimiz bizi korur), bizi burada perişan etmez!" dedi, sonra geri döndü. Hz. İbrahim de yoluna devam etti. Kendisini göremeyecekleri Seniyye (tepesine) gelince Beyt`e yöneldi, ellerini kaldırdı ve şu duaları yaptı:
"Ey Rabbimiz! Ailemden bir kısmını, senin hürmetli Beyt`inin yanında, ekinsiz bir vadide yerleştirdim -namazlarını Beyt`inin huzurunda dosdoğru kılsınlar diye-. Ey Rabbimiz! Sen de insanlarda mümin olanların gönüllerini onlara meylettir ve onları meyvelerle rızıklandır ki, onlar da nimetlerinin kadrini bilip şükretsinler."
İsmail`in annesi, çocuğu emziriyor, yanlarındaki sudan içiyordu. Kaptaki su bitince susadı, (sütü de kesildi), çocuğu da susadı (İsmail bu esnada iki yaşında idi). Kadıncağız (susuzluktan) kıvranıp ızdırap çeken çocuğa bakıyordu. Onu bu halde seyretmenin acısına dayanamayarak oradan kalkıp, kendisine en yakın bulduğu Safa Tepesine gitti. Üzerine çıktı, birilerini görebilir miyim diye (o gün derin olan) vadiye yönelip etrafa baktı, ama kimseyi göremedi. Safa`dan indi, vadiye ulaştı, entarisinin eteğini topladı. Ciddi bir işi olan bir insanın koşusuyla koşmaya başladı. Vadiyi geçti. Merve Tepesine geldi, üzerine çıktı, oradan etrafa baktı, bir kimse görmeye çalıştı. Ama kimseyi göremedi.
Bu gidip-gelişi yedi kere yaptı. İşte (hacc esnasında) iki tepe arasında hacıların koşması buradan gelir. Anne, (bu sefer) Merve`ye yaklaşınca bir ses işitti. Kendi kendine: "Sus" dedi ve sese kulağını verdi. O sesi yine işitti. Bunun üzerine: "(Ey ses sahibi!) Sen sesini işittirdin, bir yardımın varsa (gecikme)!" dedi. Derken zemzemin yanında bir melek (tecelli etti). Bu Cebrail`di. Cebrail kadına seslendi: "Sen kimsin?" Kadın: "Ben Hacer`im, İbrahim`in oğlunun annesi..." "İbrahim sizi kime tevkil etti?" "Allah Teala`ya." Cebrail, "Her ihtiyacınızı görecek Zat`a tevkil etmiş." Dedi ve ayağının ökçesi -veya kanadıyla- yeri eşeliyordu. Nihayet su çıkmaya başladı. Kadın (boşa akmam (a.s)ı için) suyu eliyle havuzluyordu. Bir taraftan da sudan kabına doldurdu. Su ise, kadın aldıkça dipten kaynıyordu.
İbnu Abb(a.s) (ra) dedi ki: "Allah İsmail`in annesine rahmetini bol kılsın, keşke zemzemi olduğu gibi akar bıraksaydı da avuçlamasaydı. Bu takdirde (zemzem, kuyu değil) akarsu olacaktı." Kadın sudan içti, çocuğunu da emzirdi. Melek, kadına: "Zayi ve helak oluruz diye korkmayın! Zira Allah’ın burada bir Beyt`i olacak ve bunu da şu çocuk ve babası bina edecek. Allah Teala hazretleri o işin sahiplerini zayi etmez!" dedi. Beyt yerden yüksekti, tıpkı bir tepe gibi. Gelen seller sağını solunu aşındırmıştı.
Hz.Hacer bu şekilde yaşayıp giderken, oraya Cürhüm`den bir kafile uğradı. Oraya Keda yolundan gelmişlerdi. Mekke`nin aşağısına konakladılar. Derken orada bir kuşun gelip gittiğini gördüler. "Bu kuş su üzerine dönüyor olmalı, (burada su var). Halbuki biz bu vadide su olmadığını biliyoruz!" dediler. Durumu tahkik için, yine de bir veya iki atik adam gönderdiler. Onlar suyu görünce geri dönüp haber verdiler.
Cürhümlüler oraya gelip, suyun başında İsmail`in annesini buldular. "Senin yanında konaklamamıza izin verir misin?" dediler. Kadın: "Evet! Ama suda hakkınız olmadığını bilin!" dedi. Onlar da: "Pekâlâ!" dediler.
Peygamberimiz der ki: "Ünsiyet istediği bir zamanda bu teklif İsmail`in annesine uygun geldi. Onlar da oraya indiler. Sonra geride kalan adamlarına haber saldılar. Onlar da gelip burada konakladılar. Zamanla orada çoğaldılar. Çocuk da büyüdü. Onlardan Arapça`yı öğrendi.
Kurban
Hz. İbrahim, oğlu ve hanımını çöle bıraktıktan sonra onlarla bütün alakasını kesmiş değildi. Aksine, zaman zaman ziyaretlerine gelip yanlarında kalıyordu. Hz. İsmail belli bir yaşa ulaşınca, kurban olayı meydana geldi. Bu olay Kur’an-ı Kerim'de şu şekilde anlatılmaktadır:
"Oğlu İsmail kendisiyle beraber iş yapacak yaşa gelince İbrahim ona dedi ki: “Oğlum, ben rüyamda seni kurban ettiğimi gördüm. Sen buna ne dersin?” İsmail ise, “Babacığım” dedi. “Sen emr olunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.” İkisi de Allah’ın emrine uydular. İbrahim, kurban etmek üzere oğlunu yere yatırdı. O sırada biz nida ettik: “Ey İbrahim! Sen rüyanda emr olunana uydun. İyilik yapan ve iyi kullukta bulunanları işte biz böyle mükafatlandırırız." Muhakkak ki bu, apaçık bir imtihandı. Ona oğlu yerine büyük bir kurbanlık koç gönderdik."
Hz. İbrahim, oğlu Hz. İsmaili kurban ettiğini rüyasında görür. Emrinyerine getirmesi lâzımdı. Bayram sabahı olunca, Hacer validemizi çağırdı. Oğlu Hz. İsmail’i hazırlamasını söyledi. Hacer validemiz, Hz. İsmail’i giydirip, süsledi. Baba oğul, beraberce Mina istikametine doğru yola koyuldular. Fakat nereye gidildiğini ne evlat ne de annesi biliyordu.
Şeytan bu duruma hayrette kalıp böyle imtihanda hiç görmedim.İbrahim (a.s) bu işi de yaparsa ve ben böyle meselede onları caydıramazsam bir daha ebediyyen onlara te´sir edemem ve üzüntümden helak olurum demişti.
Hz. İbrahim’in önüne çıkarak: Ya İbrahim! Böyle bir evlâdı nasıl kesersin? Hiç baba evlâdını kesebilir mi? Hz. İbrahim, şeytanın sözüne kulak bile vermedi, hiç tereddüt etmeyerek, yerden aldığı taşla şeytânı defetti.
Şeytan durmuyordu. Bu sefer Hacer validemizin yanına gelerek, onu kandırmaya çalıştı. Fakat Hacer validemiz verdiği cevap, teslimiyetin zirvesine varıyordu: “Eğer ’tan böyle bir emir gelmişse, ben de bir anne olarak, bu emre teslim olup, boynumu büküyorum.”Çünkü o bir peygamberdir peygamber yanlış yapmaz dedi.
Şeytan vazgeçmiyordu. Bu defa Hz. İsmail’in yanına gelip: “Baban seni nereye götürüyor, biliyor musun? Kesmeye götürüyor, kesmeye.” diyerek onu korkutmağa çalıştı. Hz. İsmail de annesinden geri kalmayarak: O benim babamdır. O bir Peygamberdir. Eğer bu emri Allah’tan almışsa, emri muhakkak yerine getirmesi lâzımdır." cevabını verdi ve şeytanı taşladı.
İbrahim a.s. kendine ve evladına vesvese veren Şeytanı Mina mevkiinde taşladığından dolayı aynı mahalde şeytan taşlamak bir sünnet olarak devam etmiştir.
Hz. İshak
Hz. İbrahim’in Hz. İsmailden sonra ikinci bir çocuğu daha olmuştur. Hz. İshak. Hz. İbrahim’den sonra gelen bütün peygamberler (ben-i israile) Hz. İshak’ın soyundan gönderilmiştir. Sadece Resulullah efendimiz, Hz. İsmail’İn soyundan gelmektedir.
Yüce Allah; Lut kavmi hakkındaki emrini Meleklere bildirir. Melekler Lut (a) kavmine varmadan evvel Hz. İbrahim’e uğrayarak ona Allah’ın ihsan ettiği, erkek çocuğu müjdelerler.
İshak; kelime manası: Müjde demektir.
Kur'an-ı Kerim'de bu olay şöyle anlatılır: "And olsun ki, elçilerimiz İbrahim'e müjde ile gelip; "Selam", dediler. O da "Selam" dedi ve eğlenmeden gidip kızartılmış bir buzağı getirdi. Onların ellerinin buna uzanmadığını görünce hoşlanmadı ve kalbine bir korku geldi. Onlar "korkma biz lut kavmine gönderildik" dediler. İbrahim'in ayakta duran zevcesi güldü. Biz de ona İshak'ı ardından da torunu Yakub'u müjdeledik. Kadın "vay, kendim koca bir kari, su zevcimde bir ihtiyar iken ben mi doğuracakmışım? Bu doğrusu pek şaşılacak bir iş" dedi. Melekler "ey evin hanımı. Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olmuşken, nasıl Allah'ın isine şaşacaksın. O Hamid ve Meciddir"dediler.
Melekler Hz. İbrahim’e Lut kavminin helak haberini de bildirirler.
Bu ayetler bize İbrahim (a) ile Lut'un (a) aynı zaman diliminde yaşadıklarını bildirir.
Kâbe ilk inşaasından bugüne kadar 12 defa yeniden inşaa edilmiştir.
Meleklerin inşaası (Âdem A.S.dan önce yapılmıştır.)
Âdem a.s. inşaası
Şit a.s.inşaası
İbrahim a.s.inşaası
Amelika'nın inşaası
Cürhümlülerin inşaası
Kusay'ın inşaası
Abdul Muttalip inşaası
Kureyş'in inşaası (Hacerül esved’i peygamberimiz yerleştirdi)
Abdullah bin Zubeyr'in inşaası
Haccac'ın inşaası
Sultan Murad'ın inşaası
Kâbe’nin yapılışı
Zaman geçti, İsmail 30 yaşlarına geldi. Hz. İbrahim’in, 30 yıl önce ailesini ıssız bir çöle getirip yerleştirmesinin asılamacını yerine getirme zamanı gelmişti. Hz. İbrahim, Allah’ın emri ile ailesini, Hz. Âdem tarafından yapılan ve yer yüzündeki ilk ibadet yeri olan mabedin temellerinin bulunduğu yere getirip bırakmıştı. "Şüphesiz ki, insanlar için kurulan, çok mübarek ve alemler için hidayet olan ilk ev Mekke’deki (Kâbe)dir."
"Hani Biz İbrahim’e Beyt’in yerini göstermiş ve “Bana hiçbir şeyi ortak koşma” diye vahyetmiştik. “Beytimi de tavaf edenler,namaz kılanlar, rüku ve secde edenler için temiz tut. İnsanlara haccı ilan et ki,yaya olarak, yahut uzak yollardan gelen yorgun düşmüş develer üzerinde sana gelsinler."
Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail, eski temellere ulaşıncaya kadar toprağı kazmaya devam ettiler. Eski temellere ulaştıklarında, bu temellerin üzerine Kâbe’yi inşa ettiler.
Uzunca bir süre yaşadıktan sonra, ömrünün sonlarına doğru Mısır'a gitti. İbrahim (a.s) vefat ettiğinde -kuvvetli rivayetlere göre- Kudüs yakınlarında Halilü'r-rahman denilen yerde defnedildi.
Haniflik: İbrahim (a.s)'in dinin temeli tevhide (Allah'ın birliğine) dayanıyordu. Ancak zamanla bu inanç unutulmuş ve putperestlik Araplar arasında tamamen yayılmıştı. Buna rağmen birkaç kişide tevhit akidesinin izleri görülüyordu. Bunlara "Hanif" denirdi.
Hanif, batıldan uzak, Hakk'a yönelen ve tevhit inancı üzere bir Allah'ı tasdik eden kişi demektir. Kur'an-ı Kerim de "hanif" kelimesi birkaç yerde geçer. "Hanif" kelimesi daha çok, Hz. İbrahim (a.s) için Allah'a saf ve temiz bir şekilde ibadet eden bir kul anlamında kullanılmıştır.
İslâm'dan önce Arap toplumunda; Varaka b. Nevfel, Abdullah b. Cahş, Osman b. Hüveyris, Zeyd b. Amr, Kuss b. Saide gibi kişiler hanifler arasında bulunuyordu. Bunlar; cansız, dilsiz, hiçbir şeye güçleri yetmeyen putların önünde eğilmeyi, onlara yalvarmayı çirkin sayan kişilerdi.
HZ. İSMAİL
Hazret-i İsmail, İbrahim (a.s)'ın oğludur. Hacer adındaki zevcesinden dünyaya gelmiştir. Hacer bir cariye idi. Bunu Mısır Hükümdarı, İbrahim peygamberin zevcesi "Sare"ye bağışlamıştı. Sare de kocası, İbrahim (a.s)'a hediye etmişti.
İsmail, Hz. İbrahim (a.s)’ın Hacer'den olan büyük oğludur. Hz. İsmail (a.s)'ın bir resul ve nebi olduğu, ümmetine Allah'ın emirlerinden olan namaz, zekât gibi emirleri bildirdiği anlatılmaktadır. İsmail (a.s)'ın babası İbrahim (a.s) ile birlikte Kâbe’nin temelini yükselten ve O'nun temizliğinden sorumlu kimseler olarak anlatıldığı görülmektedir.
Hz. İsmail (a.s) Mekke'ye yerleşen Cürhümilerin çocukları ile büyümüş ve onlardan ok atıcılığını öğrenmiştir. Eslem kabilesinden bir grup, yarış için ok atışırken, Hz. Peygamber (s.a.s) onlara şöyle demiştir:
"Ey İsmail oğulları! Ok atınız, sizin atanız da mahir bir ok atıcı idi.” Hz. İsmail (a.s) iyi bir atıcı ve avcıydı. Mekke'nin harem bölgesinin dışına çıkarak avlanır ve avlanmayı, ata binmeyi, yabani atları ehlileştirip binmeyi çok severdi. Peygamber (s.a.s) "At edininiz! Onu miras olarak alın ve miras olarak bırakınız! Çünkü bu size babanız İsmail'in mirasıdır.” buyurmuştur. Hz. İsmail Arap dilini çok güzel konuşan fasih bir insandı.
Hz. İbrahim (a.s) Allah’ın emriyle hanımı Hacer ve oğlu İsmail'i Filistin'den alıp Hicaz'a götürdü. Hz. İsmail (a.s) henüz sütte idi. Kâbe’nin daha sonra inşa edildiği yere yakın bir yerde büyük bir ağacın yanına bıraktı. Yanlarına bir dağarcık hurma ve biraz su koydu. O zamanlar henüz Mekke şehri kurulmamıştı, her taraf ıssızdı. Hatta su da yoktu.
Hz. İbrahim (a.s) dönüp giderken Hacer, "Ey İbrahim, bizi bu ıssız ve kimsesiz vadide bırakıp da nereye gidiyorsun?" dedi. Hacer tekrar, "Ey İbrahim! Bizi burada bırakmanı sana Allah mı, emretti?" diye seslendi. Hz. İbrahim (a.s), "Evet, Allah emretti." deyince, Hacer, "Öyleyse Allah bize yeter, bizi o korur." diyerek Allah'a tevekkül etti. İbrahim (a.s) Seniye mevkiine gelince Kâbe’nin bulunduğu tarafa yönelerek şöyle dua etmiştir:
"Ey Rabbimiz, ben zürriyetimden bir kısmını senin mukaddes olan evinin yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Şunun için ki, Rabbimiz (orada) namaz (ların)'ı dosdoğru kılsınlar. Artık sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve kendilerini bazı meyvelerle rızıklandır ki (verdiğin nimete) şükretsinler."[6]
Aradan günler geçti. Yanlarındaki su ve hurma bitti. Etrafta kimseler yoktu, çocuk susuzluktan ağlıyordu.
Hacer su aramaya başladı. Safa tepesine çıktı, etrafa baktı kimseyi göremedi. İndi; koşarak Merve'ye geldi; etrafına bakındı, kimseyi görmedi. Bir yudum su bulmak için Safa ile Merve arasındaki bu gidiş gelişi yedi defa tekrar etti. Yedinci defa Merve'ye çıktığında şimdiki Zemzem kuyusunun bulunduğu yerde bir melek gördü. Ayağının ökçesiyle yeri eşiyordu. Oradan su çıkmıştı. Diğer bir rivayete göre çocuk ayağı ile (veya eli ile) kumları eşelemeye başlamış ve oradan bir su çıkmıştır. Hacer gelip kana kana içti, çocuğuna da içirdi.
Hz. Hacer su boşa akmasın diye gölet yapıp suyu muhafaza etmeye çalışıyor, bir yandan da avuçlarıyla kırbasını dolduruyordu. Hz. Peygamber (s.a.s) bunu şöyle anlatmıştır:
"Allah İsmail'in annesi Hacer'e rahmet eylesin! Eğer o Zemzem'i kendi haline bıraksaydı da suyu avuçlamasaydı, muhakkak ki Zemzem akar bir kaynak olurdu.”
Hz. Hacer'in suyu bulmasından sonra Mekke vadisinden geçen Cürhümiler’den bir grup vadinin üstünde bir kuş gördüler. Bu kuşun su olan yerde uçtuğunu bilen Cürhümiler daha önce bu vadide bir su kaynağı yoktu. Acaba, yeni bir su kaynağı mı bulundu diye içlerinden birisini kontrol için gönderdiler. Suyu haber alınca, gelip su başına yerleşmek için Hz. Hacer'den izin istediler. Suda bir hak iddia etmemek şartıyla Hz. Hacer onlara izin verdi. Hz. İsmail f(a.s)ih Arapçayı bunlardan öğrendi, gençlik yaşına gelince Cürhümiler içlerinden bir kızla Hz. İsmail (a.s)'i evlendirdiler. Bu evlilikten sonra Hz. Hacer vefat etti.
Hz. İbrahim (a.s) oğlunun durumunu kontrol için Mekke'ye geldi. Hz. İsmail (a.s)’ın evine geldiğinde onu evde bulamadı. Hz. İsmail (a.s)’ın hanımı ile aralarında şu konuşma geçti:
"İsmail nerede?" diye sordu. Hz. İsmail'in hanımı;
"Rızık temin etmek için ava gitti." dedi.
"Geçiminiz nasıl?" diye sordu.
"Darlık içindeyiz, durumumuz kötü" diye cevapladı. Hz. İbrahim;
"Kocan geldiğinde selam söyle, kapısının eşiğini değiştirsin" dedi ve gitti.
İsmail (a.s) avdan dönünce hanımıyla aralarında şu konuşma geçti. İsmail (a.s):
"Evimize gelen oldu mu?"
"Evet, yaşlı bir adam geldi, seni sordu, cevap verdim. Geçimimizi sordu "darlık içindeyiz" dedim." Hz. İsmail,
"Sana bir şey tenbih etti mi?" dedi. Kadın,
"Sana selam söylememi istedi ve "kapının eşiğini değiştirsin" diye tenbih etti." dedi. İsmail (a.s) durumu anladı ve:
"O gelen ihtiyar babamdı. Senden ayrılmamı istiyor, artık evine dön." dedi.
Böylece İsmail (a.s) ilk eşinden boşandı. Bir müddet sonra Cürhümilerden başka bir kızla evlendi.
İbrahim (a.s) Mekke'ye geldi. Yine İsmail (a.s) ava gitmişti. Hanımıyla aralarında yukarıdakine benzer şekilde bir konuşma geçti. Ancak kadın geçimlerinin ve kocasınn iyi olduğunu söyledi. Daha sonra İbrahim (a.s):
"Kocan geldiğinde ona selam söyle, kapısının eşiğini güzel tutsun." dedi.
İsmail (a.s) avdan gelince hanımı olanları anlattı. İsmail:
"O babamdı. Sen de evimin eşiğisin. Seni hoş tutmamı emrediyor.” dedi.
Hz. İbrahim (a.s) zaman zaman Şam'dan gelip oğlunu ve hanımı Hacer'i ziyaret ederdi. Bir defa rüyasında oğlu İsmail (a.s)'i kurban ettiğini görmüştü. Rüya üç gece aynen tekerrür edince Hz. İbrahim (a.s) durumunu oğluna açıp:
"Ey oğulcuğum, rüyamda seni kurban ettiğimi gördüm, buna ne dersin?" dedi. Hz. İsmail;
"Babacığım, emrolunduğun şeyi yap, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın, diye cevap verdi”.
Hz. İbrahim (a.s) ve İsmail (a.s)’ın bu teslimiyetini Allah mükafatlandırdı. İsmail (a.s)’ın yerine bir kurbanlık gönderdi.
Hz. İbrahim (a.s)’ın Mekke'ye yaptığı bir sefer sırasında Allah tarafından Kâbe’yi yapması emredilmişti. Oğlu İsmail (a.s) ile birlikte Kâbe’yi yaptılar. İsmail (a.s) taş getiriyor, İbrahim (a.s) duvar örüyordu.
Babasının vefatından sonra Hz. İsmail (a.s), Hicaz halkına peygamber oldu.
Hz. Hacer'le, oğlu Hz. İsmail'in "Hicr" mevkiine defnedildiği rivayet edilir.
Hicr: Hatim denilen yerin içidir. Altınoluk tarafından yarım duvarla çevrilmiş yerdir. Burada namaz kılmanın bir sakıncası yoktur ancak tavaf bunun dışından yapılır.
Hicr-i İsmail, Kâbe-i Muazzama'nın kuzey cephesinde bulunan bir sahanın ismidir. İbrahim (a.s.)'in oğlu İsmail (a.s.) burada yetiştirilip himaye edildiği için de bu isim verilmiştir. Hicr-i İsmail, 131 cm. yüksekliğinde ve yarım daire biçiminde bir duvarla çevrilidir. Bu duvarla Kâbei Muazzama arasında kalan sahaya Hicr-i İsmail denilir.
Hicr-i İsmail'in en az üç metresinin Kâbe’den olduğu kesinlik kazandığına ve bu kısım Kâbe duvarının bitişiği olduğuna göre, bu kısımda namaz kılan kimse Kâbe'nin içinde namaz kılmış gibi olur. Bir hadiste Aişe (r.anha):
"Ben Kâbe'nin içine girip orada namaz kılmayı çok arzuluyordum. Bunun üzerine Rasulüllah (sav) elimden tutup beni Hicr-i İsmail'e koydu ve: "Kâbe’ye girmek istediğin zaman Hicr-i İsmail'de namaz kıl. Çünkü Hicr-i İsmail, Kâbe’den bir parçadır. Senin kavmin Kâbe’yi (tekrar) bina ettikleri zaman daraltıp Hicr'i ondan çıkardılar, buyurdu.” demiştir.
HZ. İSHAK
Hazret-i İshak, İbrahim (a.s)'in ikinci oğludur. Hz. Sâre'nin çocuğu olmadığı için kocasına cariyesi Hacer'i hediye etmiştir. Hz. Hacer Hz. İsmail'i doğurunca, Hz. Sâre üzülmüştür. Hz. İbrahim yüz yirmi yaşında Hz. Sâre doksan yaşında iken Allah'ın bir lutfu ve mucizesi olarak İshâk (a.s) doğmuştur.
Kur'an-ı Kerim'de bu olay şöyle anlatılır: "And olsun ki elçilerimiz, İbrahim'e müjde ile gelip; "Selâm", dediler. O da "Selâm" dedi ve eğlenmeden gidip kızartılmış bir buzağı getirdi. Onların ellerinin buna uzanmadığını görünce hoşlanmadı ve kalbine bir korku geldi. Onlar "korkma biz lût kavmine gönderildik" dediler. İbrahim'in ayakta duran zevcesi güldü. Biz de ona İshak'ı ardından da torunu Yâkub'u müjdeledik. Kadın "vay, kendim koca bir karı, şu zevcimde bir ihtiyar iken ben mi doğuracakmışım? Bu doğrusu pek şaşılacak bir iş" dedi. Melekler "ey evin hanımı. Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olmuşken, nasıl Allah'ın işine şaşacaksın. O Hamid ve Meciddir" dediler.
Hz. İshâk'ın Yakub ve 'Ays adında iki oğlu olmuştur.
İshâk (a.s) babasının ölümünden sonra Sam bölgesine peygamber olarak vazifelendirilmiş, soyundan pek çok peygamber gelmiştir.
"İbrahim'e salihlerden bir peygamber olmak üzere de İshâk'ı müjdeledik. Hem ona hem de İshâk'a feyz ve bereketler verdik. Her ikisinin neslinden iyi hareket edeni de vardır, nefsine apaçık zulmedeni de vardır”
Hz. İshak rivayete göre yüz altmış yaslarında bu günkü Filistin'in bulunduğu bölgede Kudüs yakınlarında vefat etmiş, babası İbrahim (a.s)'ın Mezradaki kabrinin yanına defnedilmiştir.
HZ. YAKUP
Hazret-i Yakub, İshak (a.s)'ın oğludur. Lakabı "İsrail" olduğundan oğullarına ve torunlarına "Beni İsrail (İsrail Oğulları)" denmiştir.
Hazret-i İshak'dan sonra, yerine peygamber olarak Kenan ilinde kalmıştı.
Ya'kûb (a.s), önce dayısı Lebân'ın büyük kızı Leyya ile ve ondan sonra da küçük kızı Râhil ile evlenmiştir. Leyya'dan Rabil, Yehuza, Şem'ûn ve Lavi adındaki oğulları doğmuştur. Râhil'den de Yûsuf ve Bünyamin dünyaya gelmiştir. Diğer iki hanımından 6 oğlu daha vardır.
Sonradan Mısır'a gitmiş ve orada vefat etmiştir. Oradan da vasiyeti üzerine, dedesi, Hazret-i İbrahim'in gömülü bulunduğu "Halilürrahman" kasabasındaki mağaraya taşınmıştır.
Hz. Yakup ile ilgili en çok bahsedilen konu onun sabrıdır.
a. Yusuf’u kurtun yemesi ile ilgili;
Kur’an-ı Kerim ifadeleri, Hz. Yakub (as)’ın, Hz. Yusuf (as)’ın hayatta olduğuna inandığını göstermektedir.
Daha ilk başta onu gerçekten canavarın yemediğine, kardeşlerinin bu konuda yalan uydurduklarına inanıyordu:
“Yakub, hayır (onu canavar yememiş), bilakis sizin nefsiniz sizi aldatmış ve böyle bir işe sevk etmiştir.”
b. Bünyamin’in Mısır’da tutulması ile ilgili;
Hz. Yakub (as), küçük oğlu Bünyamin’in tutuklandığını duyunca, “Ümidim var ki, Allah bütün kaybettiklerimi bana geri verecektir.” mealindeki ayetten anlaşılıyor ki, Hz. Yakup (as) bu ümidini hiçbir zaman kaybetmediği için kahramanca sabır gösterebilmiştir.
c. Yusuf’dan gelen haber ile ilgili;
“Doğrusu ben Yusuf’un kokusunu alıyorum, sakın beni bunak yerine koymaya kalkışmayın. Müjdeci gelip de gömleği Yakub’un yüzüne sürünce gözleri açıldı ve; “Ben sizin bilmediklerinizi Allah tarafından vahiy yoluyla bilirim, dememiş miydim, dedi.”
HZ. YUSUF
Hz. Yusuf Kuran'da adı geçen peygamberlerden birisi olup, Yakub Peygamber'in oğludur.
Kur'an-ı Kerim'de kendi adını taşıyan bir sure vardır. Tamamı 111 ayet olan bu surenin 98 ayeti (4-101) Hz. Yusuf'tan bahseder. Bu ayetlerde anlatıldığına göre Hz. Yusuf'un hayat hikayesi özetle şöyledir:
Hz. Yusuf'un on bir tane erkek kardeşi vardı. Yusuf fevkalade güzel ve son derece zeki idi. Babaları Hz. Yakub en çok Yusuf'u seviyordu. Bu sevgiyi ağabeyleri kıskanıyorlardı.
Yusuf (a.s) bir gece rüyasında on bir yıldızın, güneş ve ayın kendisine secde ettiklerini gördü. Bu rüyayı babasına anlattı. Babası rüyanın, Hz. Yusuf'un rüyasının önemini anladı ve Yusuf'a rüyasını ağabeylerine anlatmamasını tembihledi. Ancak, ağabeyleri bundan haberdar oldular ve Yusuf'u öldürüp bir yere atmayı planladılar. Babalarından izin alarak, gezip eğlenmek bahanesiyle Yusuf'u alıp kırlara, götürdüler. Onu bir kuyuya attılar, gömleğini da kana bulayarak, "Yusuf'u kurt kaptı" diye babalarına yalan söylediler.
Kuyunun yanından geçmekten olan bir kafile Yusuf'u buldu ve köle olarak satmak üzere alıp, Mısır'a götürdüler. Orada az bir fiyatla onu Aziz (maliye bakanı)'e sattılar.
Aziz'in hanımı Yusuf'a göz koydu. Onu kendisiyle beraber olmaya çağırdı. Yusuf (a.s) bunu kabul etmeyince, ona iftira edip kocasına şikâyet etti ve hapse attırdı.
Hz. Yusuf senelerce hapiste kaldı. Orada hükümdarın şerbetçisi ve aşçısı ile tanıştı. Onların gördükleri dünyaların yorumunu yaptı. Birisinin, kurtulup efendisinin hizmetine devam edeceğini, diğerinin ise öldüreceğini söyledi. Sonunda dediği çıktı. Hz. Yusuf, kurtulana, kendisini efendisinin yanında anmasını istedi.
Hükümdar bir gece rüyasında yedi zayıf ineğin yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başakla yedi kuru başak gördü. Bu rüyanın yorumunu yaptırmak istedi. Hz. Yusuf'un rüya yorumu yaptığını öğrendi ve onu hapisten çıkarıp, rüyasını anlattı. Hz. Yusuf, yedi sene bolluk olacağını, peşinden gelen yedi senenin ise kıtlıkla geçeceğini söyledi. Bunun üzerine hükümdar, Hz. Yusuf'u maliye bakanlığına getirdi. Yusuf (a.s) bolluk yıllarında bütün ambarları zahire ile doldurttu; kıtlık yılları gelince bu zahireyi halka dağıtmaya başladı. Aynı kıtlık, Hz. Yusuf un babasının memleketi olan Ken'an diyarında da yaşandı.
Yusuf (a.s)'un kardeşleri de zahire almak için iki kez Ken'an ilinden Mısır'a geldi. Sonunda Yusuf (a.s) kardeşlerine kendini tanıttı ve onları affettiğini belirterek, “Bugün azarlanacak değilsiniz, Allah sizi bağışlar, o merhametlilerin merhametlisidir” dedi. Yusuf (a.s), babası, annesi ve kardeşlerinin tamamını Mısır'a davet etti.
Ailesi Mısır'a vardığında Yusuf (a.s) anne ve babasını tahta oturttu; diğer on bir kardeşi ise Hz. Yusuf'un önünde eğildiler. O zaman Yusuf (a.s); "Babacığım, işte bu vaktiyle gördüğüm rüyanın çıkışıdır; Rabbim onu gerçekleştirdi. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni hapisten çıkaran, sizi çölden getiren Rabbim, bana pek çok iyiliklerde bulundu. Doğrusu Rabbim, dileğine lütufkardır. O şüphesiz, bilendir, hakimdir” dedi. Bu şekilde İsrail oğulları, Filistin'den Mısır'a gelip yerleşmiş oldu. Bir süre sonra Yakub (a.s) vefat etti.
Yusuf (a.s), Allah Teala'ya şöyle münacatta bulundu: "Rabbim, bana hükümdarlık verdin, rüyaların yorumunu öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratanı! Dünya ve ahirette koruyanım sensin! Benim canımı, Müslüman olarak al! Ve beni iyilere kat!”
Yusuf (a.s)'un hayat hikayesi Kur'an-ı Kerim'de "Ahsenü'l-Kasas, Kıssaların en güzeli" ünvanını aldı. Pek çok olayları içeren bu hayat hikayesi için Allah Teala şöyle buyurdu: Andolsun ki Yusuf ve kardeşlerinin olayında, soranlara nice ibretler vardır.”
Rivayete göre Hazret-i Yakub Mısır'da on yedi sene kadar kalmıştır. Hazret-i Yusuf da muhterem babasından sonra elli dört yıl daha yaşayıp yüz on yaşında vefat etmiştir. Daha sonra Hazret-i Musa, Mısır'dan çıkarken Hazret-i Yusuf'un mermer tabut içinde bulunan mübarek naşını da beraber çıkarıp götürmüştü. Kabri Hazret-i İbrahim'in gömülü bulunduğu mağaradadır.
Şifa Bulması
Kur'an-ı Kerim'de açıklanan husus, Hz. Eyyub (a.s.)'ın şifa bulmak için yaptığı duanın Allah Teala tarafından kabul edilmesi ve hastalıktan kurtulması için ne yapması gerektiğinin bildirilmesidir.
Cenab-ı Hak, ona "Ayağını yere vur! işte sana, yıkanılacak ve içilecek soğuk bir su!" buyurarak hastalığından nasıl kurtulacağını açıklamış, bunun üzerine ayağını yere vurduğunda, oradan soğuk bir su fışkırmış ve Hz. Eyyub (a.s.), o sudan içip ardından banyo yapınca şifa bulmuştur.
Kur'an-ı Kerim, Allah Teala'nın, duasını kabul ederek sağlığına tekrar kavuşturduğu Hz. Eyyub (a.s.)'a, önceden olduğu gibi, çok sayıda çocuk ve büyük bir servet bahşettiğini, hatta önceki servetini ikiye katladığını da haber vermiştir:
Eyyüb (a.s), bütün musibetlere sabretti. Sonunda Allah ona şifa verdi. Yeniden birçok mala ve evlada kavuştu.
Hazret-i Eyyüb'ün doksan üç yaşında vefat ettiği ve kendisinden sonra "Bişr" adındaki oğlunun da Şam'da peygamber olduğu rivayet edilir. Bu peygambere "Zülkifl" denilmiştir.
Eyyüb (a.s)'ın hastalığı, insanların kendisinden kaçınacağı şekilde değildi. Bütün peygamberler, insanların kendilerinden kaçınmalarını gerektirecek hallerden korunmuşlardır. Taşıdıkları peygamberlik görevi bunu gerekli kılar.
HZ. ŞUAYP
Hazret-i Şuayb, İbrahim (a.s)'ın torunlarından veya onunla beraber Şam diyarına hicret etmiş olan bir kabiledendir. Büyük annesi Lut (a.s)'ın kızıdır. Kendisi Medyen ve Eyke şehirlerinin putlara tapan halkına peygamber gönderilmişti.
Helaka uğrayan kavimlerden bir tanesi de Medyen kavmidir. Bu kavmin de en önemli özelliklerinden biri, pek çok farklı yöntem kullanarak ticarette hile yapmalarıdır
Bunlara çok öğütler vermişti. Fakat dinsiz, ahlaksız, hırsız bu insanlar verilen öğütleri dinlemediler. Kötü davranışlarını bırakmadılar. Sonunda Eyke halkı, yedi gün süren şiddetli bir sıcak arkasından üzerlerine bir buluttan yağan ateş yağmuru ile yok oldular. Medyen halkı da bir azabın gürültüsü ile, bir yer sarsıntısı ile helak oldu.
Şuayb (a.s) Arapça konuşurdu. Fesahat ve belagat sahibi idi. Çok etkileyici olan hikmetli konuşmalar yapardı. Bundan dolayı Peygamberimiz ona "Hatibu'l-Enbiya" ünvanını vermiştir.
Hazret-i Şuayb'ın Mekke'ye hicret ettiği ve üç yüz yaşında vefat ettiği, Rükn ile Makam arasında (Kâbe önünde) gömüldüğü rivayet edilmiştir.
HZ. ÜZEYİR
Kur'an-ı Kerim, Hazret-i Üzeyr'e dair bilgi vermektedir. Fakat peygamber olup olmadığını açıklamamaktadır. İslâm alimlerden bir kısmına göre, Hazret-i Üzeyir bir peygamber değildir, velilerden büyük bir zattır.
Üzeyr (a.s), Harun Peygamber'in neslinden gelmektedir.
Hz. Uzeyr’in Yahudi tarihindeki önemi, onun kaybolan Tevrat’ı yeniden hafızasından yazan kimse olmasından kaynaklanmaktadır. Bunun bir vahiy mi veya bir ilham eseri olarak mı gerçekleştiği konusundaki belirsizlik, peygamber olup olmadığının belirsizliğinin de faktörüdür.
Hz. Uzeyr’in, Tevrat’ı yeniden ortaya çıkarıp, bu harika işe muvaffak olması, bazı cahil Yahudiler tarafından “Allah’ın oğlu” olarak vasıflandırılmasına sebep olmuştur.
Kur’an’da bu husus şöyle açıklanmıştır: “Yahudiler, Uzeyr Allah'ın oğludur, dediler. Hristiyanlar da Mesîh (İsa) Allah'ın oğludur, dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar!”[7]
Yahudiler, Süleyman peygamberden sonra, Tevrat ile amel etmeyi bırakmışlar, Tevrat’ı bilen kalmamış, kimi ölmüş, kimi öldürülmüş, kimi de unutmuş gitmişti. Allah, onu onların kalblerinden silmişti. Nihayet Tevrat ve Tabut (kutsal emanetlerin bulunduğu sandık) ortadan kaldırılmıştı. Uzeyr (a.s), yüz senelik ölümden sonra, Allah'a tazarru ve niyaz etmiş, Tevrat'ın hıfzı kendisine ihsan olunarak, genç yaşında İsrailoğulları'na gelmiş ve ezberden Tevrat'ı yeniden yazdırmıştı. Daha sonra Tevrat’ın içinde bulunduğu sandık bulundu. Bunun üzerine Üzeyr (a.s)'in öğrettiğinin aslına uygun olduğunu gördüler. Bunun üzerine Üzeyr (a.s)'i çok sevdiler. Fakat bu hususta aşırı gittiler. "O, olsa olsa Allah'ın oğludur" dediler
Üzeyr (a.s) ile ilgili bulunduğu söylenen diğer bir ayet de şöyledir;
"Yahut görmedin mi o kimseyi ki, evlerinin çatıları duvarları üzerine çökmüş (yıkık dökük olmuş) ıssız bir kasabaya uğradı. "Ölümünden sonra Allah bunları nasıl diriltir acaba!" dedi. Hemen Allah onu öldürdü, yüz sene sonra tekrar diriltti. "Ne kadar kaldın burada?" dedi. "Bir gün yahut birkaç saat" dedi. Allah ona: "Bilakis yüz sene kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamıştır. Bir de eşeğine bak. Seni insanlar için bir âyet (ibret isâreti) kılalım diye (yüz sene ölü tuttuk sonra tekrar dirilttik). Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl birbiri üstüne koyuyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz. " dedi. Durum kendisince anlaşılınca, "şüphesiz Allah her şeye kadirdir" dedi
Hz. Muhammed (sav), Üzeyr (a.s)'in peygamber olup olmadığı hususunda söyle buyurmuştur: "Bilmiyorum, Üzeyr peygamber midir, değil midir?" Bundan dolayı Islâm inancında Üzeyr (a.s)'in peygamberliği ihtilaflı kabul edilmiştir.
HZ. İLYAS
Hz. Musa (a.s)'dan sonra gelen nesebi Hz. Harun (a.s)'a dayandığı rivayet edilen İsrailoğulları peygamberindendir.
Hz. Musa (as)'dan sonra İsrailoğullarının çeşitli boyları Şam civarına yerleşmiştir. Şam bölgesindeki "Bek" şehrine yerleşen ve zamanla Allah'a isyan ederek haddi aşan bir İsrail kabilesine Hz. İlyas (a.s)'ın gönderildiği rivayet edilmektedir. İlyas (a.s) Kur'an-ı Kerîm'de iki değişik sûrede anılmıştır.
"(İbrahim'e) Zekeriya, Yahya, İsa ve İlyas'ı da bağışladık. Hepsi salihlerdendi."
"Muhakkak İlyas da peygamberlerdendi."
İlyas (a.s) peygamber olarak gönderildiği insanları dine davet etmiştir:
"(Hz. İlyas) milletine; "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Yaratanların en iyisi olan, sizin de Rabbiniz önceki babalarınızın da Rabbi bulunan Allah'ı bırakıp da Ba'l putuna mı taparsınız?" demişti.
Ayet-i Kerime'de geçen "Ba'l" o kavmin tapındığı putun ismidir. Oturduğu şehirlerinin ismi "Bek" olan bu halkın, tapındıkları puttan dolayı şehirlerinin isminin "Ba'lebek" olduğu rivayet edilmektedir.
Rivayete göre İnsanları Allah'a imana çağıran Hz. İlyas (as), kavminin Ba'l putuna tapmamasını emretmiştir. O bölgenin kralı önce iman etmesine rağmen daha sonra irtidat ederek Hz. İlyas (a.s)'ı öldürmeye kalkmıştır. Hz. İlyas (as) yedi sene kadar dağlarda bayırlarda dolaşmış, insanları Tevrat'ın emirlerine davet etmiş, iman etmemeleri üzerine, o beldeye üç yıl hiç yağmur düşmemiştir. Daha sonra Hz. İlyas (as)'ın duasıyla yağmur yağmasına rağmen yine İlyas (a.s)'a iman etmemişlerdir.
Kendisinden sonraki israil peygamberlerinden Kur'an'da ismi zikredilen Elyasa (a.s)'ı Hz. İlyas (as) yetiştirmiştir. Rivayete göre kavminin imansızlığına kızan İlyas (a.s), Allah Teâlâ'dan kendisini gökyüzüne kaldırması için dua etmiştir. Allah’da duasını kabul etmiş ve onu göğe yükseltmiştir.
Bu rivayetler Tevrat kökenli rivayetleridir. İbn Kesir, İsrâiliyâttan olan bu rivayetlerin bütünüyle yalanlanamasa da sıhhatinin çok uzak bir ihtimal olduğunu söyler.
Hz. İsa, İdris, İlyas ve Hızır’ın farklı hayat mertebelerinde bulunması
HAYAT TABAKALARI
Birinci tabaka-i hayat: Bizim hayatımızdır ki çok kayıtlarla mukayyettir.
İkinci tabaka-i hayat: Hazret-i Hızır ve İlyas (a.s) hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yani, bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyet değillerdir. Bazan, istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir...
Üçüncü tabaka-i hayat: Hazret-i İdris ve İsâ (a.s) tabaka-i hayatlarıdır ki beşeriyet levazımatından tecerrüdle, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letâfet kesb eder. Âdetâ beden-i misalî letâfetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semâvatta bulunurlar."
Dördüncü tabaka-i hayat: Şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur'ân'la, şühedanın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet, şüheda, hayat-ı dünyevîlerini tarik-i hakta feda ettikleri için, Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı âlem-i berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar. Yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar, kemâl-i saadetle mütelezziz oluyorlar, ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan ruhları bâkidir; fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saadet, şühedanın lezzetine yetişmez."
Beşinci tabaka-i hayat: Ehl-i kuburun hayat-ı ruhanîleridir. Evet, mevt, tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir; idam ve Âdem ve fenâ değildir. Hadsiz vakıatla ervâh-ı evliyanın temessülleri ve ehl-i keşfe tezahürleri ve sair ehl-i kuburun yakazaten ve menâmen bizlerle münasebetleri ve vakıa mutabık olarak bizlere ihbaratları gibi çok delâil, o tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder.
HZ. ELYASA (a.s)
Hazret-i Elyasa, İsrail peygamberlerindendir.
Elyesa (a.s.)'ın ismi Kur'an'da iki defa geçmekte (el-En'âm, 6/86 ve Sid, 38/48). Ahd-i Atık'te de Elîşa' seklinde zikredilmektedir. İslâm kaynakları ondan Elyesa' b. Uhtûb ismiyle bahsederler.
Elyesa' (a.s.), küçüklüğünde kötürüm bir vaziyetteydi. O sırada İsrailoğullarının peygamberi olan Hz. İlyâs, bir gün yahudilerin azgınlığından kaçarak dul bir kadın olan Elyesa'ın annesinin evine sığınmış, kendisini koruyan bu kadının kötürüm oğluna yaptığı dua kabul olunarak Elyesa' sıhhatine kavuşmuştu. Bunun üzerine Elyesa', Hz. İlyâs'a iman edip ona tâbi oldu, hizmetinde bulundu, her gittiği yere onunla birlikte gitti.
Hz. İlyâs'tan sonra İsrailoğullarının ıslâhı ile meşgul olan, onlara va'z ve nasihatlerde bulunan Elyesa' (a.s.) Cenâb-ı Hak tarafından peygamberlikle görevlendirildi. Hz. Elyesa', hak dini tebliğ görevini var gücüyle yerine getirmeye çalışmasına rağmen İsrâiloğulları günden güne azıtıyorlardı.
Tevhîd düşüncesini yerleştirdikten sonra ruhunun alınmasını niyâz eden Elyesa' (a.s.)'ın bu duası kabul olundu ve o, yerine halef olarak Zü'l-Kifl (a.s.)'ı bırakarak vefât etti.
Hz. ZÜLKİFL (a.s)
Kur'ân'da iki yerde kendisinden bahsedilmektedir:
"Zülkifl" adı değil lakabıdır ve "nasib ve kısmet sahibi" anlamına gelir. Fakat burada dünyevî zenginliği değil, onun üstün kişiliğini ve âhiretteki derecesini kastetmek için kullanılmıştır. Âlimlerin bir kısmı da onun Eyyub (a.s)'ın kendisinden sonra peygamber olan Bişr adındaki oğlu olduğunu söylemişlerdir.
Zülkifl (a.s)'ın peygamber olmadığını söyleyenler olmuşsa da âlimlerin ekseriyetine göre peygamberdir ve makbul olan görüş de budur.
Zülkifl (as)'a; Rum toprağındaki halk, iman ettiler, tâbi oldular ve kendisini, doğruladılar.
Bunun üzerine, Yüce Allah, onlara, Allah yolunda cihad etmelerini, emredince, bunu, yerine getirmekten kaçındılar ve zaa'f gösterdiler:
"Ey Bişr! Biz, hayatı sever, ölümü, sevmeyiz. Bununla beraber, Yüce Allâh’a ve Onu Resulüne âsi olmaktan da hoşlanmayız. Eğer, ömürlerimizi, uzatmasını ve ancak, biz, dilediğimiz zaman, bizi öldürmesini, Allâh'dan dilersen, Ona, ibadet ve Onun düşmanları ile cihad ederiz!" dediler.
Zülkifl (as), onlara:
"Siz, benden, büyük bir şey istediniz. Bana, ağır teklifte bulundunuz." dedi.
Sonra, kalkıp namaz kıldı ve:
"Ey Allah'ım! Sen, Elçilik vazifelerini tebliğ etmemi, bana, emrettin, tebliğ ettim.
Düşmanlarınla, cihad etmemi, emrettin.
Sen de, biliyorsun ki, ben, kendimden başkasına güç yetirmeğe mâlik değilim.
Kavmimin, bu hususta benden istediklerini, Sen, benden daha iyi biliyorsun.
Beni, benden başkasının günahı ile muâhaze etme!
Ben, Senin gazabından rızâna, ukubetinden affına sığınırım!" dedi.
Yüce Allah, Zülkifl (a.s)’a:
"Sen kavmine, benim, onlar için seçtiğimin, kendilerinin, kendileri için seçtiklerinden daha hayırlı olduğunu öğretmedin mi?" diye vahy etti.
Bunun üzerine, onlar, ecelleri sonunda ölmeye razı oldular ve ecellerinde öldüler.
Zülkifl (as), Şam'da vefat etti. Vefat ettiği zaman, yetmiş beş yaşında idi.
Hz. YUNUS (A.S)
Hz. Yûnus (a.s)'ın Kur'an'da Zikredilmesi:
Hz. Yûnus (a.s) ismi, Kur'ân-ı Kerîm'in; Nisa, En'âm, Yûnus ve Saffât Sûresinde olmak üzere dört yerde geçmektedir.
İki yerde ise, Allah'ın ona taktığı lakap ile anılmaktadır. Bunlardan biri, "Zünnûn" (Balık sahibi)'dur.
Diğeri ise, "Sahibu'l-Hut" (Balık sahibi) 'tur.
Hz. Yûnus (a.s)'ın Soyu:
Tarihçiler, Hz. Yûnus'un (a.s) soyu ile ilgili herhangi bir bilgi kaydetmemişlerdir. Ama isminin, Yûnus b. Metta olduğunda ittifak etmişlerdir.
Hz. Yûnus, İsrail oğulları peygamberlerindendir. Soyu, Hz. Ya'kûb'un oğullarından Bünyâmîn'e ulaşır. Bünyâmîn ise, Hz. Yûsuf un öz kardeşidir.
Hz. Yûnus (a.s)'ın Daveti:
Yüce Allah, Hz. Yûnus'u, Irak'taki Musul toprağında bulunan "Ninova" halkına Peygamber olarak gönderdi. Çünkü Ninova halkı arasına putçuluk girmiş ve içlerinde putlara tapma yaygınlık kazanmıştı.
Halk, onun davetini kabul etmeyerek risaletini yalanladılar. Hz. Yûnus (a.s), Ninova halkına; öğüt veriyor, nasihat edîyor ve onları Allah'a davet ediyordu. Bu şekilde aralarında yıllarca kaldı. Fakat Hz. Yunus, onlardan; hakka tıkanmış kulaklar ve kılıflı kalplerden başka bir şeyle karşılaşmadı. Onları Allah'ın yoluna getirmede gücü yetmedi. Daha sonra onlara, eğer Allah'a iman etmezlerse, başlarına ilahi azabın geleceğini vaat etti. Kavminin durumunda bir değişiklik olmayınca, kendilerine üç gün sonra ilahi azabın geleceğini vaat ederek kızgın bir şekilde aralarından ayrılıp gitti. Bunun yanı sıra onların, Hz. Yûnus'u tehdit ettikleri, kızdıkları ve kovaladıkları, bunun sonucunda Hz. Yûnus'un, onlardan kaçtığı da söylenir.
Hz. Yûnus (a.s), Yüce Allah'ın, kendisine oradan çıkması ile ilgili emri gelmeden önce aralarından çıkıp gitmişti. Çünkü Hz. Yûnus (a.s), memleketini terk edip ailesiyle birlikte oradan çıkması ile ilgili Allah'ın emri gelmeden önce çıkışından dolayı kendisini hesaba çekmeyeceğini ve sıkıntıya düşürmeyeceğini sanmıştı... Yüce Allah'ın şu sözü, bu görüşü desteklemektedir:
"Zünnun (Yûnus)'a gelince, o, öfkeli bir halde (halkını bırakıp) gitmişti. Bizim, kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti.
Abdullah ibn Mes'ud, Mücahid ve Seleften bir topluluk dediler ki: "Hz. Yûnus (a.s), onların aralarından çıkıp gidince ve onlar da başlarına gelecek olan azabı hak edince, Cenab-ı Allah, onların kalplerine pişmanlık ve tevbe bıraktı. Peygamberlerine yaptıklarından ötürü pişman olup Allah'a yöneldiler. Canlarına eziyet vermek için de kıldan örülmüş giysiler giyindiler. Sonra da Yüce Rablerine feryadı figanla yalvarıp yakardılar. Hayvanlar ile yavrularını birbirinden ayırdılar. Allah'ın huzurunda boyun büküp sükûnet gösterdiler. Erkekler, kadınlar, oğullar, kızlar ve analar hep ağlaştılar. İrili-ufaklı hayvanlar, davarlar ve binekler bağrıştılar. Develer ile yavruları, inekler ile buzağıları ve koyunlar ile kuzuları böğürüp meleştiler. Çok korkunç bir an yaşadılar. Hz. Yûnus'a yaptıkları haksızlık nedeniyle Cenab-ı Allah; kendi gücü, şefkati ve merhameti gereği-karanlık gece parçaları gibi başlarının üstünde dönen azabı, onların üzerinden kaldırdı. İşte bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Yûnus'un kavmi müstesna, (halkını yok ettiğimiz memleketlerden) herhangi bir memleket halkı, keşke (kendilerine azab gelmeden) iman etse de imanları kendilerine fayda verseydi. Onlar iman edince, onlardan dünya hayatındaki rüsvaylık azabını kaldırdık ve onları bir müddet daha (dünya nimetlerinden) faydalandırdık.
Hz. Yûnus (a.s), Balığın Karnında:
Hz. Yûnus (a.s), kavminden ayrılıp denizin kenarına vardı. Orada yolculuğa hazır bir gemi buldu. Gemiye binmek için gemi halkından izin istedi. Onda bir hayır olduğunu anladılar ve onun gemiye binmesine izin verip onu gemiye bindirdiler.
Denizin ortasına vardıklarında, şiddetli rüzgâr esmeye ve deniz dalgalanmaya başlayınca:
- "Aramızda bir günahkâr var" dediler. Bunun üzerine aralarında kura çekmeye ve kura kime çıkarsa, onu denize atmaya karar verdiler. Kura, Hz. Yûnus'a çıkınca, ona, başından geçeni sordular. O da kavmi ile arasında geçeni anlatınca, hayret edip onu denize atmak istemediler. Onu deniz sahiline bırakmaya karar verdiler. Fakat Hz. Yûnus, Allah'ın, onlara olan gazabının dinmesi için kendisini denize atmalarını istedi. Onlar da Hz. Yûnus'u denize attılar. Allah'ın emri ile, onu, büyük bir balık yuttu. Balık, Hz. Yûnus'u, Allah'ın koruması ve himayesi altında karanlıklar içerisinde gezdirdi. Mucize tamam olunca, Allah, balığa; Yûnus peygamberin etinden bir şey eksiltmemesini ve kemiklerini kırmamasını vahyetti.
Balık, onu taşıdı ve Hz. Yûnus'u, Allah'ı tesbih ve istiğfar eder bir vaziyette denizin karanlıklarında diri olarak gezdirdi.
Hz. Yûnus (a.s), denizin karanlıkları içerisinde: "Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben, zalimlerden oldum"[8]diye niyaz etti.
Allah'ta, onun bu duasını kabul ederek onu kederli halden kurtardı. Allah, balığa, Hz. Yûnus'u sahilde düz ve geniş bir alana atmasını vahyetti. Hz. Yûnus, kurtuluşundan dolayı Allah'a hamd etti. Allah, onun üzerine gövdesiz bir ağaç bitirdi. O da o ağacın meyvesinden yedi ve gölgesinde oturdu. Böylece Allah, onun rahatsızlığını giderdi ve duasını kabul etmiş oldu.
Hz. Yûnus (a.s), (sağlığına kavuşup) yürümeye güç yetirince, kavmine döndü. Kavmini, Allah'a tevbe edip Allah'a iman etmiş ve emrine uyup onu tasdik etmek için peygamberleri Hz. Yûnus'un dönüşünü bekler vaziyette buldu. Onların içerisinde kalıp onlara (Allah'ın emri ile yasaklarını) öğretti.
Abdullah ibn Abbas'ın rivayetine göre; Hz. Yûnus (a.s), sayısı, 120.000 kişi olan bir kavme Peygamber olarak gönderildi.
HZ. ZEKERİYYA
Kur'ân'da adi gelen peygamberlerden biri. Soyu Dâvud (a.s)'a dayanmaktadır.
Zekeriyya (a.s) isrâilogullarının peygamberi olduğu gibi, aynı zamanda onların bilgini, reisi ve müşaviri yani danışmanı idi.
Peygamber efendimiz "Zekeriyya (a.s) marangoz idi" diyerek O'nun elinin emeği ile geçinen bir sanat ehli olduğunu haber vermiştir.
Zekeriyya (a.s)'in Hanımı İşa, Hz.Meryem'in teyzesidir. Zekeriyya (a.s) da Meryem'e bakmakla meşgul oluyordu. O'na Beyt-i Makdis'te bir yer yapmıştı. O'nun odasına her girdiğinde, yanında kış mevsiminde yaz meyvesini ve yaz mevsiminde de kış meyvesini buluyordu. Zekeriyya (a.s), "Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?" diye sorunca, Meryem, "Allah tarafındandır." diye cevap veriyordu
Zekeriyya a.s’ın çocuğu olmuyordu.. Rabbinden niyaz etti.
"Rabbim! Gerçekten kemiklerim zayıfladı, saçlarım ağardı, Rabbim! Sana yalvarmaktan dolayı herhangi bir şeyden mahrum kalmadım. Doğrusu, benden sonra yerime geçecek yakınlarımın iyi hareket etmeyeceklerinden korkuyorum. Karim da kısırdır. Katından bana bir oğul bağışla ki, bana ve Yâkub oğullarına mirasçı olsun! Rabbim! O'nun, senin rızanı kazanmasını da sağla!"[9]
Yüce Allah, Zekeriyya (a.s)'in duâsını kabul etti ve O'na bir erkek evlad vereceğini müjdeledi:
"Ey Zekeriyya! Sana Yahya isminde bir oğlanı müjdeliyoruz. Bu adı daha önce kimseye vermemiştik" (Meryem, 19/7).
"Mihrabda namaz kılmaya durduğu sırada, hemen melekler ona söyle seslendi: "Haberin olsun! Allah sana Yahya adlı çocuğu müjdeliyor. O, Allah'tan gelen bir kelimeyi (isâ'yı) tasdik edecek, milletinin efendisi olacak, nefsine hâkim bulunacak ve salihlerden bir peygamber olacaktır" (Âlu imrân, 3/39).
“Rabbim! Karım kısır, ben de son derece kocamışken nasıl oğlum olabilir?" (Meryem, 19/8) diyerek, bu ilginç müjde karşısında hayretini dile getirdi.
Yüce Allah ona söyle cevap verdi:
"Rabbin böyle buyurdu. Çünkü bu bana kolaydır. Nitekim sen yokken, daha önce seni yaratmıştım"[10]
Yüce Allah'in bu güzel müjdesine son derece sevinen Zekeriyya (a.s)
"Rabbim! Öyle ise bana bir alamet var, dedi."[11] Allah ona su cevabı verdi:
"Alâmetin; üç gün, işaretten başka şekilde insanlarla konuşmamandır. Rabbini çok an, aksam sabah hamdet!"[12]
Gün oldu, Zekeriyya (a.s)'in nutku tutuldu. Mihrabdan çıktıve milletine: "Sabah-akşam Allah'ı tesbih edin! diye işârette bulundu").[13]
Zamanı gelince, Zekeriyya (a.s)'in oğlu Yahya (a.s) dünyaya geldi.
Zekeriyya a.s, mescid’i aksanın amirlerinden idi. Yahudiler tarafından hz. Meryemi savunması gerekçesi ile şehid edildi.
HZ. YAHYA
Yüce Allah tarafından, Kur'an'da: "Ey Zekeriyya! Sana Yahya isminde bir oğlanı müjdeliyoruz. Bu adı daha önce kimseye vermemiştik."[14]ayeti ile haber verildiğine göre; Yahya (a.s.), Zekeriya (a.s)'ın oğlu idi. Kendisine Yahya adı da Allah tarafından verilmişti.
Daha genç yaşta kendisine peygamberlik ihsan edildi.
Rivayete göre Hazret-i İsa'dan üç sene veya altı ay önce doğmuştur. İlk önce Hazret-i Musa'nın şeriatı ile amel ederdi. Sonra İncil'in Hazret-i İsa'ya verilmesi üzerine, İsa (a.s)'ın şeriatı ile amel etmekle görevlendirildi.
Yahya (a.s), Hazret-i İsa'nın şeriatı ile amele başladığı bir anda idi ki, İsrail Oğullarının Reisi "Hiredus" Musa peygamberin şeriatı üzere kendi kardeşinin kızını almak istedi. Fakat Hazret-i Yahya, İsa peygamberin şeriatına dayanarak, artık bu nikahın caiz olamayacağını bildirdi.
Bunun üzerine hırsa kapılan Reis, O masum peygamberi henüz otuz yaşlarında iken şehid etti.
Daha küçük yaşta iken, kendisine hikmet verilmişti. Yaşıtı olan çocuklar kendisine:
"Ey Yahya! Bizimle gel, oynayalım." dedikleri zaman:
"Ben, oyun için yaratılmadım." derdi.
Onun küçüklüğünden itibaren böyle temiz, saygılı ve ibâdet ehli olduğu, Kur'an'da şöyle haber verilmiştir:
"(Ona çocukluğunda): Ey Yahyâ! Kitabı, kuvvetle tut! (Dedik). Henüz çocuk iken, ona, hikmet'i verdik (Tevrat'ı öğrettik). Tarafımızdan (ona) bir kalb yumuşaklığı ve (günahlardan) temizlik (verdik). O, çok muttaki idi. Anasına ve babasına itaatlı idi, bir serkeş ve asi değildi. Dünyaya getirildiği günde, öleceği gün de diri olarak (kabrinden) kaldırılacağı gün de ona, selâm olsun!"
Yahya (a.s) Allah'ın emrettiği gibi kitabı kuvvetle tuttu. Önce Tevrat'a ve daha sonra İncil'e uygun hareket etti. Bu mukaddes kitapların hükümlerinin milleti tarafından yaşanması için çalıştı. Hz. Muhammed (s.a.v) onun bu mücâdelesi hakkında şöyle buyurdu:
"Yüce Allah, Zekeriyya (a.s)'ın oğlu Yahya (a.s)'a, hem kendisi amel etmek, hem de amel etmeleri için İsrail oğullarına emretmek üzere, beş kelime emretmişti. Kendisi bu hususta biraz ağır ve yavaş davranınca, İsâ (a.s) ona:
Sen hem kendin amel etmek hem de amel etmelerini İsrâil oğullarına emretmek üzere, beş kelime ile emrolunmuştun. Bunu İsrail oğullarına ya sen tebliğ edersin ya da ben tebliğ ederim, deyince, Yahya (a.s):
Ey kardeşim! Sen bu vazifeyi yerine getirmekte beni geçersen, ben azaba uğramamdan veyâ yere batırılmamdan korkarım, dedi ve hemen İsrâil oğullarını Beytü'l-Makdis'te topladı. Beytü'l-Makdis, İsrail oğulları ile doldu. Yahya (a.s) yüksek bir yere oturarak Allah'a hamd ve senada bulunduktan sonra şöyle dedi:
Yüce Allah bana, hem kendim amel edeyim, hem de amel etmenizi size emredeyim diye beş kelime emretti. Onların ilki, Allah'a hiçbir şeyi şerik koşmaksızın, O'na ibâdet etmenizdir.
Allah namaz kılmanızı size emretti.
Allah size oruç'u emretti.
Allah size sadakayı emretti.
Allah size Allah'ı çok zikretmenizi, anmanızı da emretti.
(et-Tirmizî, es-Sünen, el-Emsâl, 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 202).
Bu hadiste görüldüğü gibi tevhid inancı, namaz, oruç, zekât ve zikir gibi ibâdetler, yalnız Hz. Muhammed (s.a.v)'in ümmetine mahsus ibâdetler değildir. Daha önceki peygamberlerin de ümmetlerine emrettiği ibâdetlerdir.
HZ. İSA
Hz. İsa (as), Kur'an-ı Kerîm'de adı geçen ve İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Hz. İsa (a.s), batılı tarihçilere göre miladi yıldan dört veya beş sene kadar önce doğmuştur.
Batılı tarihçilere göre Hz. İsa (a.s) Romalıların elinde bulunan Yahudiye'de Romalılardan iktidarı döneminde otuz yaşlarına doğru peygamberliğini insanlara bildirdi. Önce Celile'de sonra Kudüs'te insanları hak dine davet etti. Yahudilerin dinini ikmal, onların dine kattıklarını düzeltmek için gönderilen Hz. İsa (a.s) kendisine indirilen İncil adlı kutsal kitapta bunu şöyle anlatır:
"Ben yok etmeğe değil, tamamlamaya geldim."
Hz. İsa (a.s), Yahudilerin tahrif ettiği Eski Ahid'i onların anlayışından kurtarmaya, Hz. Musa (a.s)'ın getirdiği akideyi yerleştirmeye çalıştı.
Memleketi Celile'de ilk vaaz ve tebliğlerini bildiren Hz. İsa (as) daha sonra Kudüs'e gitti. Yahudiler Hz. İsa (as)'ı, dönemin Romalı Kudüs valisi Pontus Pilatus'a şikâyet ettiler. Havarilerin içinde Yahuda isimli birisi Hz. İsa (as)'a ihanet etti ve Hristiyanların inancına göre Hz. İsa (as) çarmıha gerilerek öldürüldü. Kur'an-ı Kerîm'de ise hadise şöyle anlatılmaktadır:
"Halbuki onlar İsa'yı öldürmediler ve asmadılar. Fakat kendilerine bir benzetme yapıldı."[15]. Rivayete göre Hz. İsa (as)'a ihanet eden Yahuda, Romalılar tarafından İsa (a.s.) zannedilerek asılmıştır.
İsa (a.s); orta boylu, kırmızıya çalar beyaz benizli, dağınık, düz saçlı idi. Saçını uzatır, omuzları arasına salardı. Geniş göğüslü, küçük yüzlü çok benli idi: Sırtına yün elbise, ayağına ağaç kabuğundan yapılmış sandal giyer, çoğu zaman da yalınayak yürürdü.
Kendisinin geceleri varıp barınacağı bir evi, ev eşyası ve zevcesi yoktu. Hiçbir şeyi yarın için biriktirip saklamazdı. İsa (a.s) dünyadan yüz çevirir, ahireti özler, Allah'a ibadete koyulurdu. Yeryüzünde nerede güneş batarsa orada konaklar, iki ayağının üzerinde namaza durur; gece namaz gündüz de oruç ile günlerini geçirirdi İsa (a.s) göğe kaldırıldığı zaman, yün bir kaftan, bir çift mesti, bir de deri dağarcıktan başka bir şey bırakmamıştı.
HZ.İSA
Hz. İsa (as), Kur'an-ı Kerîm'de adı geçen ve İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Hz. İsa (a.s), batılı tarihçilere göre miladi yıldan dört veya beş sene kadar önce doğmuştur.
Batılı tarihçilere göre Hz. İsa (a.s) Romalıların elinde bulunan Yahudiye'de Romalılardan iktidarı döneminde otuz yaşlarına doğru peygamberliğini insanlara bildirdi. Önce Celile'de sonra Kudüs'te insanları hak dine davet etti. Yahudilerin dinini ikmal, onların dine kattıklarını düzeltmek için gönderilen Hz. İsa (a.s) kendisine indirilen İncil adlı kutsal kitapta bunu şöyle anlatır:
"Ben yok etmeğe değil, tamamlamaya geldim."
Hz. İsa (a.s), Yahudilerin tahrif ettiği Eski Ahid'i onların anlayışından kurtarmaya, Hz. Musa (a.s)'ın getirdiği akideyi yerleştirmeye çalıştı.
Memleketi Celile'de ilk vaaz ve tebliğlerini bildiren Hz. İsa (as) daha sonra Kudüs'e gitti. Yahudiler Hz. İsa (as)'ı, dönemin Romalı Kudüs valisi Pontus Pilatus'a şikâyet ettiler. Havarilerin içinde Yahuda isimli birisi Hz. İsa (as)'a ihanet etti ve Hristiyanların inancına göre Hz. İsa (as) çarmıha gerilerek öldürüldü. Kur'an-ı Kerîm'de ise hadise şöyle anlatılmaktadır:
"Halbuki onlar İsa'yı öldürmediler ve asmadılar. Fakat kendilerine bir benzetme yapıldı.". Rivayete göre Hz. İsa (as)'a ihanet eden Yahuda, Romalılar tarafından İsa (a.s.) zannedilerek asılmıştır.
İsa (a.s); orta boylu, kırmızıya çalar beyaz benizli, dağınık, düz saçlı idi. Saçını uzatır, omuzları arasına salardı. Geniş göğüslü, küçük yüzlü çok benli idi: Sırtına yün elbise, ayağına ağaç kabuğundan yapılmış sandal giyer, çoğu zaman da yalınayak yürürdü.
Kendisinin geceleri varıp barınacağı bir evi, ev eşyası ve zevcesi yoktu. Hiçbir şeyi yarın için biriktirip saklamazdı. İsa (a.s) dünyadan yüz çevirir, ahireti özler, Allah'a ibadete koyulurdu. Yeryüzünde nerede güneş batarsa orada konaklar, iki ayağının üzerinde namaza durur; gece namaz gündüz de oruç ile günlerini geçirirdi İsa (a.s) göğe kaldırıldığı zaman, yün bir kaftan, bir çift mesti, bir de deri dağarcıktan başka bir şey bırakmamıştı.
Kur'an-ı Kerîm'e göre Hz. İsa (a.s)'ın annesi Hz. Meryem'dir. Meryem, yine Kur'an'da ismi geçen dört seçkin aileden biri olan İmrân ailesinden idi. Hz. Meryem, Zekeriya (a.s)'ın koruması ve gözetim altındaydı. Meryem, Beytü'l-Makdis'te, doğu tarafta özel bir bölmeye yerleştirilmişti. Zekeriya (a.s), Meryem'in yanına geldikçe orada, rızkını ve yiyeceğini hazır görürdü. Hz. Meryem, Beytü'l Makdis'te zikirle, ibadetle hayatını geçiriyordu. İşte bu sırada Allah, ona bir beşer sûretiyle Cebrail (as)'i gönderdi. bu durum, Kur'an-ı Kerim'de şu şekilde anlatılır:
"Meryem dedi ki; ben senden Rahman'a sığınırım. Eğer O'ndan korkuyorsan bana dokunma! O da ben, temiz bir oğlan bağışlamak için Rabbının sana gönderdiği elçiden başkası değilim, dedi. Meryem; bana bir insan temas etmemişken, ben kötü kadın olmadığım halde nasıl oğlum olabilir? dedi. Cebrail, bu böyledir; çünkü Rabbın, "Bu bana kolaydır, onu insanlar için bir mucize ve katımızdan da bir rahmet kılacağız," diyor, dedi
Böylece Meryem, İsa'ya gebe kalarak bir köseye çekildi. Hz. Meryem'in kendisini Allah'a ibadete verdiğini ve onun tertemiz bir kadın olduğunu bilenler de bilmeyenler de bu duruma hayret etmiş ve doğumun bu şekilde nasıl olabileceği tartışmasına girmişlerdi. Hz. Meryem ise olayı, çocuğa sormalarını işaret etmişti:
"...Onlar, biz beşikteki çocukla nasıl konuşabiliriz? dediler. Çocuk, ben şüphesiz Allah'ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı. Yaşadığım sürece namaz kılmamı ve zekât vermemi, anneme iyi davranmamı emretti. Beni bedbaht bir zorba kılmadı. Doğduğum gün de, öleceğim gün de, dirileceğim gün de, bana selâm olsun, dedi."[16]
İsa (a.s)'ın babasız olarak mucizevî bir şekilde doğuşu, Allah'ın dilemesinden ibaretti. Hatta Allah katında, oluş itibariyle Âdem (a.s) ile İsa (a.s) arasında fark yoktu. Nitekim ayet-i kerimede, durum şu şekilde izah edilir:
"Gerçekten İsa'nın babasız dünyaya geliş hâli de Allah katında Âdem'in hâli gibidir. Allah, Âdem'i topraktan yarattı, sonra da ona ol dedi; o da hemen (insan) oluverdi."[17]
İsa (a.s) otuz yaşında iken peygamberlik görevi aldığında, hemen İsrailoğullarına durumu bildirdi. İsa (a.s)'nın çağrısına kulak tıkayan ve ellerindeki Tevrat'ı tahrif edip pek çok değişiklikler yapan İsrailoğulları, Hz. İsa (a.s)'a inanmadılar. Ayrıca Allah, Hz. İsa'nın risâletini destekleyen mucizelerde gösteriyordu. Kur'an-ı Kerim'de zikri geçen mucizeleri şunlardır:
İsa (a.s)'nın, çamurdan kuş biçiminde bir heykel yapması ve onu üfleyince kuş olup uçması, ölüleri diriltmesi; anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulmuş olanları tedavi etmesi; gökten sofra indirmesi, havarîlerin ve diğer arkadaşlarının evlerinde ne yediklerini ve neler sakladıklarını söyleyerek gaybdan haber vermesi…
İsrailoğulları, İsa (a.s.)'ı ve ona tâbi olanları durdurmak için pek çok yol denediler; sonunda Hz. İsa'yı öldürmeğe karar verdiler. Ancak Allah, onların planlarını etkisiz hâle getirdi. Yahudiler, İsa (a.s.)'a benzeyen birini yakalayıp astılar ve "Meryem oğlu İsa Mesih'i öldürdük"[18] dediler. Öte yandan Kur'an-ı Kerîm, asıl durumu şu şekilde açıklar:
"Halbuki onlar İsa'yı öldürmediler ve asmadılar. Fakat kendilerine bir benzetme yapıldı. Ayrılığa düştükleri şeyde, doğrusu şüphededirler. Onların bu öldürme olayına ait bir bilgileri yoktur. Ancak kuru bir zan peşindedirler. Kesin olarak onu öldürmediler, bilakis Allah, onu kendi katına yükseltti. Allah güçlüdür, hâkimdir."[19]
İsa (a.s) ayette de belirtildiği gibi, öldürülmeden göğe yükseltilmiştir. Ayrıca Mi'rac'da, Peygamberimiz (asv) kendisini görmüştür. Hz. İsa (as), göğe yükselmeden önce, havârîlerine ve tüm insanlığa şu müjdeyi vermişti:
"Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş olan Tevrat'ı doğrulayan ve benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen Allah'ın size gönderilmiş bir peygamberiyim."[20]
Hz. İsa (a.s) göğe çekildiği sıralarda kendisine inananların sayısı çok azdı. Daha sonra bir ara Hz. İsa (as)'ın getirdiği inancı kabul edenler çoğaldı ise de sonunda Hristiyanlar da İsrailoğulları gibi yoldan çıktı ve pek çok yanlışlıklara saptılar. Bugün, Hristiyanların sahip oldukları teslis inancı, İsa (a.s)'nın göğe yükseltilmesinden hemen sonra ortaya çıkmıştır.
İsa (a.s)'ın annesi Hz. Meryem Hz. İsa'nın göğe çekilmesinden sonra altı sene kadar daha yaşamış ve ölmüştür.
Hz. İsa (a.s)'a dört büyük ilâhi kitaptan biri olan İncil verilmiştir. Kur'an-ı Kerîm'de İncil'in Hz. İsa'ya verilişi ile ilgili şu bilgiler vardı:
"Arkalarından da izlerince Meryem oğlu İsa'yı Tevrat'ın bir tasdikçisi olarak gönderdik; ona da bir hidâyet, bir nur bulunan İncil'i, ondan evvelki Tevrat'ın bir tasdikçisi ve sakınanlara bir hidâyet ve öğüt olmak üzere verdik.”[21]
Ancak bu İncil de Tevrat gibi tahrifata uğramıştır. Bununla birlikte Allah Teâlâ tarafından son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s)'e indirilen Kur'an-ı Kerîm, Zebur, Tevrat ve İncil'in hükümlerini ve geçerliliklerini ortadan kaldırmıştır.
Dipnot:
[1] es-Sâffât Suresi, 1.
[4] (A'raf Suresi, 23.
[5] Hûd Suresi, 27.
[6] İbrahim Suresi, 37.
[7] Tevbe Suresi, 30.
[8] Enbiyâ Suresi, 87.
[9] Meryem Suresi ,4-5-6.
[10](Meryem Suresi, 9.
[11] Meryem Suresi, 19-10.
[12] Âli- imrân Suresi, 41.
[13] Meryem Suresi, 11.
[14] Meryem Suresi, 7.
[15] Nisa Suresi ,156.
[16] Meryem Suresi , 29-33.
[17] Âli İmrân Suresi, 59.
[18] Nisâ Suresi, 157.
[19] Nisâ Suresi, 157-158.
[20] Saf Suresi, 6.
[21] Mâide Suresi, 11.