Bugün misline çok nadir rastlanacak kadar orijinal karakterli bir dedem var: Hilmi Yıldız Hoca efendi. Emsalsiz hayatından bir iki parçayı size nakletmek istiyorum. Zira eskileri anlamak bizim için bir hobiden fazlası olmalı. Bu “eskiler”, bugünkü gibi görmüyorlar, bugünkü gibi hissetmiyorlar, bugünkü gibi yaşamıyorlar.

Her boş gün, karanlıkta fazladan bir saatti

İki dedemden birini 'dede' diye, diğerini 'hoca dede' diye çağırırız ki, karışmasınlar. Hoca dedem baba tarafından olan, diğeri anne tarafından.

Hoca dedem, diğer dedeme göre daha titiz ve hatta belki pimpirik bile denebilecek bir tarz-ı hayat sahibidir. Günlük olarak yapmayı âdet hâline getirdiği işleri yapmadığı gün yoktur. Aşırı tertipli, konuşmasında çok dikkatli, tavırlarında hassas, ilişkilerinde mesafeli ve tüm hayatında çok prensip sahibi bir insandır. Yatsıdan sonra sünnete ittiba cihetinden hemen yatar. Birçok insanın henüz rüya görmeye bile başlayamayacağı kadar bir vakit uyur her gün. On yıllardır teheccüdün abdestiyle sabah namazını kılarmış, babaannemin dediğine göre. Sabah namazından sonra yattığı vakiyse de hiç duymadım. Bildiğiniz eski zaman insanı. Gerçi artık, eski zaman insanlarını da bilmiyoruz ya, neyse hani...

Erken cumhuriyet devrinin -şimdi gerçeküstü birer efsaneymişler gibi dinlediğimiz- Müslümanlar’a zulüm hikâyelerinden onda çokça vardır. Yasaklanan Kur’an tedrisatı devrinde hafızlığını etmiş, hem de epey zorluklar ve mihnetlerle etmiş; şimdiki gibi talebe dersini vermediğinde ‘olsun canım, yarın verir nasıl olsa’ tavrı o zamanlar yokmuş. Her Kur’an ezberleyenle Kur’an’ın, hapsedildiği karanlıktan çıkmaya bir adım daha yaklaştığı tasavvur edildiğinden, her ders verilmeyen günde karanlığın biraz daha uzun süreceği düşünülüyormuş. Bu yüzden sıfır toleransla hafızlık etmiş. Aslında ‘döven hoca’ların samimi bir kısmının tavırlarının sebebini bu endişede aramak lazım. (Son dört satırdır, dedemin çok dayak yiyerek hafızlık ettiğini söylemeye çalışıyorum ama dilim varmıyor işte, torun sevgisi. Aslında onu bir nebze tanıtan yazıya sizi buyur edeyim, sonra devam edelim.)

g
(+)

‘O parayı cebine koy da öylece git’

Eski devrin karanlık zamanlarında dedemin tam olarak ilim sevdasına düştüğü an ve hatırasını hatırlayamıyorum ama ilim sevdalısı bir sülalemiz varmış. Hiç unutmam; geçtiğimiz yaz, mütevazı bahçesindeki patlıcanlar için toprak kazarken anlatmıştı: Dedemin amcası Helim Efendi, Harb-i Umumî zamanlarında köyde muallimmiş. Belki de köydeki tek muallimdi. Harp ilan edildiğinde hükümet, muallim olanların 30 lira ödeme karşılığında seferberlik kapsamı dışında kalacağını ilan edince genç amcamız babasının yanına gidip otuz lirası olduğunu söylemiş.

Dedem burada iki şeye vurgu yaparak anlatıyor: “Şu evlattaki vefaya bak ki, kendi parası ve iradesi olduğu hâlde kararı kendisi vermiyor, yine de babasına danışıyor. Babanın tavrına bak ki, o da ayrı bir vefa çeşidi.” Ne mi olmuş? Amcamızın babası oğluna, “Oğlum,” demiş, “o parayı cebine koy da öylece git.” Yani askerlikten alıkoyacak müsamahayı da parayı da istememiş babası. Dedem bu cümleyi söylerken gözyaşlarına boğulmuştu. Köydeki muallimi uğurlamak için devasa bir sükûnet ordusu, kucaklarında bebeleriyle analar, yaşlılar, çoluk çocuk, cümle cemaat gözyaşlarıyla yolcu etmişler amcamızı. Sonra şehit olduğu haberi gelmiş. Dedem, “Sülalemizde bir şehit olduğunu unutma oğlum.” demişti.

İşte dedem, bu amcasının evinde, tavan arasındaki ahşap sandukada bulunan kitapları koklayarak ilme heves etmiş. “Büyük ihtimalle ıhlamur ağacından mamuldü o kitaplar, öyle hoş kokarlardı ki…” diyor ve ekliyor: “O kitapları kokladığımda onların deryasına dalmak arzusuyla dolardım.”

Of’un dağlık köylerinden olan Hamzalı’dan, karşı köylerden birine Arapça dersi almaya gidermiş. Onun her gün yürüyerek aştığı yollardan bugün arabayla gitmek bile insanı iki büklüm, karman çorman hâle getiriyor. Yazmak için kâğıt bulamadığı zamanlardan birinde, yakınlardaki bir cami inşaatından aldığı çimento kâğıdına not tutmuş. Bu kâğıtları dahi hâlâ sakladığını duydum fakat henüz görmedim.

q
(+)

Yarım asırdır her günü kayıt altında

Dedemin titiz ve prensipli olduğunu söyledim, yarım asra yakın zamandır her gün günlük tuttuğunu söylemiş miydim? Evet, her gün ve eski harflerle, bazen de Arapça. Geçtiğimiz günlerde dedem, okumam için bu günlüklerini ve ayrıca bir dosyanın içinde biriktirilmiş bir sürü mektubu bana verdi. İlk etapta hafif bir şok, sonra tarifsiz bir saadet hissi yaşadım.

Dedemin günlükleri sadece onu anlamama yarayacak bilgilerle değil, bir genel tablo ortaya çıkarmaya yarayacak enstantanelerle dolu olması zaviyesinden de muteber. O günü yazmayı adeta bir ekstra yük olarak değil, yapılması icap eden yarı mecburî bir vazife telakki ederek her günü yazmış; bazen bir cümlelik, bir kelimelik, bazen iki sayfaya varacak kadar miktarlarda ama mutlaka yazmış. Tek kelimelik günlerde o gün fevkalade bir şey olmadığını, mutat işlerle ilgilendiğini belirtecek şekilde düşmüş notunu; uzun yıllar hafız yetiştirdiği Kur’an Kursu’nda olduğunu ifade edecek şekilde, “Kursta…” gibi.

Birine mektup yazmışsa notunu düşmüş, mektup gelmişse ajandanın o gün yaprağının yanına iliştirmiş, seyahate çıktıysa o gün hususî küçük bir defter tutmuş, makbuzları, faturaları, reçeteleri hep saklamış. Çok mühim bir vaka olduysa o günün sayfasının başına “Tarih” kaydını eklemiş. Kitaplarında tesadüf ettiği güzel bir beyti, bir hadisi not düşmüş.Mehmet Rüştü Aşıkkutlu

“Sürurumdan kendimi kaybettim”

Bu “Tarih” kayıtlı sayfalardan birinde, 1971’in 1 Mart’ında, “sürurumdan kendimi kaybettim” dediği bir vaka yaşıyor. İkindi namazından sonra “aşr-ı şerif okunurken” son safta küçük bir cemaatin namaz kıldığını görüp cemaatin içinde o vakitlerde birkaç günlüğüne İstanbul’a gelen son devrin en büyük Kur’an muallimlerinden Mehmet Rüştü Âşık Kutlu’nun olduğunu fark ediyor. Çok sevindiği ve bu sevincini ne kadar anlatsa kelimelerin kifâyet edemeyeceği, yazdığı satırlardan belli. Hemen elini öpüyor ve talebelerini de bundan “nasibdâr” ediyor. Hatta biraz da kurnazlık etmiş olduğunu ima edercesine, “Yol tarif etmek bahanesiyle teberrük etmek için seyyare dolu olduğu hâlde efendim hazretlerinin koltuğuna Nureddin’i oturtup Yeşil Cami’ye kadar beraber gitmek şerefine nail olmuştur.” eklemesini de yapmış. Nureddin, dedemin o zamanlar on yaşındaki oğlu.

Âşık Kutlu, dedemin gençliğinde ilim tahsil ettiği iki mühim hocasından biri. Diğeri yine büyük bir isim, Çalekli Hacı Dursun Efendi. İkisinin de ismini nadiren anar, ekseriyetle ‘hocam’ der, isimlerini zikretmeye kıyamıyor. Hacı Dursun Efendi’den bahsedeceği zaman, ‘hocam’ diye başladığı cümlesini çoğu zaman tamamlayamaz ve küçük bir göz dolgunluğuyla başlayan hüzün ve hicran faslı, bir zaman sonra yerini hıçkırıklara bırakır. Yakın tarihte çok mühim bir rolü olan Âşık Kutlu hoca efendinin dedemde bir sürü mektubu var. Her fırsatta mektuplaşmışlar. “Hoca efendi, mektubu asla cevapsız bırakmazdı, çok hassas bir şahsiyetti.” diye anlatıyor dedem. “Peki, Hacı Dursun Efendi’yle niye hiç mektuplaşmamışsın?” soruma kesin bir cevap vermiyor ama “O mektuplaşmazdı.” cevabından, Dursun Efendi’nin mektupla iş yapmayı biraz fazla ‘bürokratik’ bulan bir tabiatı olduğunu ima ettiği neticesini istihraç ettim ben.

Bu insanları tanıtmamız lazım

Dedemin günlüklerini okumak benim için çok büyük bahtiyarlık; ama bu bahtiyarlığın genişletilmiş, derinleştirilmiş, tafsilatı aydınlatılmış versiyonuyla bütün meraklıların buluşup hepsinin bundan istifade edeceği bir günü görmek de nasip olur inşallah. Zira her geçen gün, dedem gibi tablolardan biri ikisi geçmişin dehlizlerine -tanınmadan, tanıtılmadan- batıp kayboluyor.

 

 

Sadullah Yıldız, yapbozun parçalarını birleştirmek istiyor