Yunus Emre bir dizesinde: “Bir avuç toprak, biraz da suyum ben / Neyimle övüneyim, işte buyum ben.” diyor. İnsanı yüceltenin kendi acziyetini farketmesinde yattığını gösteriyor bize. Bir nevi kendini bilme hali. Sınırlarını, zaaflarını ve ihtiyaçlarının sınırsızlığını anlatıyor zarifçe. Övünülecek ve kusursuz olanın insan olmadığını anlıyoruz. Ve insan ruhunun kusursuzu aramaya duyduğu özlemi. İnsanın tevazu sahibi olmasının altında elinde her ne varsa kendisine ait olmadığının farkında olması yatıyor. Aldığım nefesi dahi verebilmemde hiçbir etkimin olmadığını bilmek, muhtaçlığımın soluk soluk büyüdüğünün göstergesi.

İnsan, fani ömrünün seyrini bilmesine rağmen çok cahil, bir o kadar gafil yaşayabiliyor. İnsan olmanın imzası gibi duran kusurluluk gömleğini ise hiç giyesi gelmiyor. İnsanın kusurlu yanlarını görmesi ve o yönlerini onarma çabasıyla kusursuz olan cennete ehil hale geleceğini biliyoruz. Kendini tanımasıyla başlayan süreçte bir mihenk taşı hükmünde eksiklikleri gösteren ölçü birimiyle noksan yönleri kendine ayân oluyor. Eğriye eğri diyebilmek için doğrunun nerden geçtiğini bilmek gibi. Aldığımız hasar ve yaralarla kemâle erme yolculuğundaki seyrimizi görüyoruz. Ve kusurun kula yakıştığını da. Bazen insanın bu mükemmeli arama çabası en güzeli ararken güzeli kaçırmasına neden olabiliyor. Belki burada itidal üzere yaşamak ve ortayı takip etmek diyebiliriz. Bir de güzel bir nazarla olaylara bakabilmek. Parçaya değil bütüne baktığımızda anlamlı gelen yapboz parçaları gibi. Güzellik bütünde gizli olabiliyor. Hayatımızın bir kesitinde yaşadığımız olumsuz bir olay bütünde bize ders veren bir eğitici hükmüne geçebiliyor. Kainata verilmiş ince ayarın kendi hayatımızın bütünlüğünde de varolduğunu görebiliyoruz.