O, muhabbet deryalarının paha biçil(e)mez incisiydi.
Cehalet karanlığının hayatı çepeçevre kuşattığı bedbaht bir devirde zulmet çağını vahyin nuruyla aydınlatan tüm zamanların nebisiydi o… Kara toprağın balçığa bulanmış kucağında rahmet kırıntıları toplayan kız çocuklarının yüzüne tebessümü resmedendi. Yakıcı çöl sıcağının tutuşturduğu kavruk gönüllere bir saba rüzgârı gibi esendi. Çaresizliğe çare olandı. Ye’sin uçurumlarından kurtulup umudun limanlarına demir atandı. Kalpleri tutuşturan hicran ateşlerine su serpendi. Kâinatı bir noktaya sığdırabilen yüreği, Yaradan’ın aşkıyla dolup taşandı. Hoyrat sonbaharlarda gül yüzlü baharı düşleyendi. Paylaştıkça mutlanan, verdikçe çoğalandı. Kurumaya yüz tutmuş gönül ağacını muhabbet damlalarıyla sulayıp yeşertendi. Yokluğunda bir hurma kütüğünü bile ağlatabilendi. Ezelden ebede giden yolda, zamana ve mekâna galip gelendi.
O, muhabbet deryalarının paha biçil(e)mez incisiydi. O, yetimliği kuşanarak öğrenmiş bir kişi olarak, yetimlerin ve kimsesizlerin kimsesiydi. “Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir” (Tevbe 128) ilâhî kelâmının varlık sebebiydi. O, “Ümmetim, ümmetim” diyendi. Doğuşuyla etrafın nurlara gark olmasına sebep olandı. Sırtında nübüvvet mührü taşıyandı.
O; nefsine kul köle olup kızgın inkâr ateşinin etrafında pervaneler gibi dönenleri oradan uzaklaştırıp gülistana çağırandı. Kanayan ve kaynayan yürekleri merhametiyle kuşatandı. Yesrib’i, nurdan varlığıyla Medine-i Münevvere yapandı. Kendisini öldürmeye gelenleri nefretin dipsiz uçurumlarından çekip alandı. O, Mekke semalarından küfrün karanlıklarına bir ışık gibi doğup zulümatın kanlı gömleğini yırtandı. O, eşsiz ve katıksız sevgisiyle çölleşen yüreklere bengisu hükmünde olandı. O, Hakk’ın ve hakikatin önünü kapatan sis perdelerini ardına kadar açandı.
“Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;/Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!”
Nesilleri çıkmazlara sürükleyen bu kokuşmuş çağ, nebevî soluklara ne kadar da muhtaçtır. Bu çağın ilâcı, vahiyle soluklanmak ve vahyin elçisini hakkıyla anlamaktır. Onu anlamak ve yaşamak, zamana gül rayihaları katmaktır. Zira o, kokuşmuş bir çağı gül çağına döndürmüştür.
Kâinatın serveri Efendimiz’i anlamak için evvela onun gönderildiği zamanı ve mekânı hakkıyla analiz etmek gerekir. Aksi takdirde teşhis ve tespitlerimiz kaidesine oturmayacak, havada kalacaktır. Onun gönderildiği zamanı ve zemini Millî Şairimiz Mehmet Akif, bakın nasıl resmediyor: “Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;/... Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!”
Vahşilikte sınır tanımayan asi bir cemiyete gönderilmişti kâinatın güneşi Resulullah. Horlanmış, itilmiş, kakılmış; ama “Sağ elime Güneş’i, sol elime Ay’ı verseniz yine de davamdan vazgeçmem” diyerek Hakk ve hakikat davasındaki kararlılığını dile getirmişti. Efendimizin nasıl bir zamana elçi olduğunu anlatan aynı Akif, o kutlu rehberin böyle bir toplumdan ashab-ı güzin’in de içinde bulunduğu maneviyat kutuplarını çıkardığını ifade ettikten sonra onun hakkını şöyle teslim etmiştir: “Bir nefhada insanlığı kurtardı o mâsum/Bir hamlede kayserleri, kisraları serdi!”
Peygamber Efendimizin yaptığı ilk iş, özgürlüğün önündeki bütün engelleri kaldırmak ve yürekleri bir sarmaşık misali saran ayrık otlarını temizlemekti. Zira bu olmayınca verilen kararların vicdanî bir hükmü yoktu. Onun içindir ki Rabbinden aldığı hükümleri hakkıyla tebliğ etmekten öteye gitmedi, hiçbir konuda zorlayıcı olmadı. “Resul’ün görevi sadece tebliğ etmektir.(Maide 99)” ayeti de onu bu konuda sınırlandırıyordu zaten. Muallim olarak gönderilen Resul-i Ekrem, bunu hakkıyla ve lâyıkıyla gerçekleştiriyordu. O, doğru yolu gösteren bir rehberdi (Şûra 52). O, Allah’a çağıran ve nur saçan bir çerağ olarak gönderilmişti (Ahzab 46). Bütün çağlara sesleniyordu.
“O, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkoyar." (Âraf, 157)
Efendimiz; vahşileşmekte sınır tanımayan, yaratılış gayesinden alabildiğine uzaklaşan insanların ruhundaki prangaları çözmekle işe başladı. Onların fıtratlarıyla yüzleşmelerini sağladı. Bu insanlaşma sürecinden sonra ruhlara yüklenen aşırı ve gereksiz yükler, üzerlerinden kaldırıldı. Zira onlar helâlleri haram, haramları helâl sayacak kadar ileri gitmişler, lüzumsuz yere kendilerini sınırlandırmışlardı. Rabbimiz, Peygamberimizin vazifesiyle ve insanları özgürleştirme süreciyle ilgili olarak şunları söylüyor: “O, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkoyar. Onlara iyi ve temiz şeyleri helâl, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Sırtlarındaki ağırlıklarını indirir, üzerlerindeki prangaları/zincirleri/ bağları söküp atar. Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âraf, 157)
Resulullah zamanında(Mekke'nin fethinde) sadece Kâbe’deki putlar kırılmamış, insanların özgür düşünmelerini engelleyen, yüreklerdeki ve zihinlerdeki putlar da birer birer kırılmıştır. Böylece şeytanî saplantıların ve gece kadar karanlık olan kör taassubun gönüllerdeki kalıntıları da temizlenmiştir. Fıtratın gereği olarak kula kulluk değil, Hakk’a kulluk etmenin yolu açılmıştır. Böylece özgür düşüncenin önündeki en büyük engeller de kaldırılmıştır. Kula kulluktan Hakk’a kulluk mertebesine yükselen insanlar, bunun doyumsuz hazzını doyasıya yaşamışlardır.
Onun safı Hakk'ın ve hakikatin safıydı.
O, insanoğlunun özgür düşünmesini engelleyen zihnî tutsaklığın pas tutmuş zincirlerini kırdı. Cehalet ve zorbalık ikliminde kanayan bilinçlere merhem oldu. İnsanları ısrarla kötülüğe sürükleyen nefse karşı direnişin vahyin fitlini ateşledi. Muhayyileleri yalan yanlış düşüncelerden ve inanışlardan arındırdı. İman ve imkân dairesini zorlayan masiva tutkusunu küllendirdi. Manevî uçurumların eşiğinde debelenen, boşluğa düşme arifesindeki insanlığın elinden tutup onu dipsiz uçurumlara yuvarlanmaktan kurtardı. Böylece tarihin insanlığı nereye götürdüğü bilinmeyen akışına teslim olmak yerine, iyi ve yerinde bir manevrayla tarihin akışını değiştirdi. Onu hakikat mecrasına çekti. İnsan böylelikle kölelikten kurtulup gerçek özgürlüğü Hakk’a ve hakikate teslimiyette buldu.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Resulullah Efendimiz; adaletin, hakkaniyetin, mazlumun, mağdurun, yetimin, çaresizin, yoksulun, merhametin, ölçünün, dengenin, medeniyetin, temizliğin, insan onurunun, hukukun ve hakkı üstün tutmanın yanında olan örnek bir insandı. Onun safı Hakk'ın ve hakikatin safıydı. Onun ipine tutunanlar kurtulacaktır cehennemin dehşetli alevinden. Zira o, Allah'tan aldığı manevî kurtuluş reçetesini ahir zaman ümmetine sunmuştur.
Cehalet bataklığında debelenenleri hakikat düzlüğüne çıkaran Peygamber Efendimiz, özgürlük tohumlarını yürek toprağına serpen ve yeşermesi için onları merhamet suyuyla sulayan şefkatli bir bahçıvandır. Onun ektiği maneviyat tohumlarının mutlak hakikate teşne gönüllerde can bularak filizlenmesi, gerçek özgürlüğün Hakk'a kulluktan geçtiğini hatırlatır bizlere.
O, hayırda ve cömertlikte de doruktur.
Resulullah kula kulluk etmeyi yasaklayandır. Çünkü kulluğa lâyık olan sadece Allah'tır. O Hâtem-ül-Enbiyâ ki köle azat etmeyi takva sebebi sayandır. O, Allah'tan başka hiçbir varlığa kul olunmaması gerektiğini yineleyendir. O, köleleri özgürleştirmeyi bir ibadet olarak görmüş, savaş esirlerini misafir saymış, bilgiden yoksun olanlara ilim öğretmeleri şartıyla onları özgürlüklerine kavuşturmuştur. Bedir Savaşı esirlerinin özgürlüklerine böyle kavuşması bunun en güzel örneğidir.
O zamanki İslâm Devleti'nin başkanı olan Resulullah, işçiyle patronun bir masada yemek yiyemediği o zamanda (bugün de böyledir) kölelerle aynı sofrayı paylaşmıştır. Çünkü onun lügatinde kibir ve hor görme asla yoktur. O, hayırda ve cömertlikte de doruktur. Yeri geldiğinde üzerindeki elbiseleri fakire bağışlamıştır. Bu tutum karşısında köleler azat edildikleri halde gönüllü olarak onun yanında kalmayı ve onunla aynı mübarek atmosferi paylaşmayı tercih etmişlerdir.
Efendimiz kabilecilik ruhuyla hareket etmeye müsaade etmemiştir. Öte yandan kendisi gibi düşünmeyenleri dışlamamış, onlara sevgi ve merhametle yaklaşmıştır. Farklı görüşlere müsamaha edilmeyen, sert tabiatlı, kaba kuvvet ve şiddeti çözüm aracı olarak gören bedevi bir topluluğa gönderilen Resulullah müsamahanın en güzel numunelerini bizzat davranışlarıyla göstermiştir. Kibarlıktan ve sistematik düşünceden yoksun olan bu insanlara lâf anlatmak deveye hendek atlatmaktan daha zordu. Fakat o, Eyüp sabrına sahip olduğu için bunun da üstesinden gelmiştir.
O, gönüllerin baharı ve aydınlığın şafağıdır.
Hz. Muhammed(sav) tarihin kaydettiği en büyük yenilikçi ve özgürlükçüydü. En büyük yeniliği insan şahsiyetini öncelemesiydi. Tolstoy "Peygamber Hz. Muhammed, büyük bir ıslahatçıdır. İnsanlığa çok büyük hizmette bulunmuştur. Bir ümmeti hak nuruna kavuşturdu. Ona bu, şeref olarak yeter. Onları kan dökmeden kurtardı, barışa eriştirdi. Onlara yükselme yollarını açtı. Onun gibi büyük bir zat her türlü sevgiye lâyıktır." diyerek bu hakikati teslim etmiştir.
Efendimiz’in inşa ettiği devlete ve mukaddes topraklara “Dâru’l-İslâm (Barış Yurdu)” adını vermesi onun barışa ve özgürlüğe verdiği önemin bir delilidir. Öte yandan şehirleri yönetenlere “şehremini” denmesi Resulullah’ın barış ve huzuru korumaya verdiği ehemmiyeti gösterir. Zira o, gönül şehirlerimizin şehreminiydi. Onun nazar kıldığı gönüllerde korku ve endişeye yer yoktur.
O, gönüllerin baharı ve aydınlığın şafağıdır. Karakışlar onun ikliminde üşütemez müminleri. Zira onun nazarları güneş kadar sıcaktır. Onun girdiği ortamlarda karanlıklar asla barınamaz. Bugün her ne yapsa bir türlü mutlu olamayan bedbaht insanlar, onun izinden giderek saadete varmalıdır. Zira gerçek mutluluk onun getirdiği Kur'an'da ve İslâm'dadır. Gerisi lâf ü güzaftır.