Polonya'nın en eski ve en büyük üç şehrinden biri olan Krakow, geleneksel olarak ülkenin bilim, kültür ve sanat merkezi olmuş. Kralların oturdukları eski başkent olması ve birçok tarihi sahneye tanık olmasından dolayı Polonya'nın kalbi olarak da söz ediliyor bu şehirden. Bu küçük ve oldukça şirin şehir, Doğu Avrupa’nın en dindar, dünyanın en Katolik şehri aynı zamanda.
Açıkçası gitmeye karar vermeden önce adını dahi bilmediğimiz bir şehirdi Krakow. Gitmeye karar verdikten sonra ise bizi korkutmaya başlamıştı. Diğer Avrupa şehirleri gibi yabancı nüfusu olan bir şehir değil. Yabancıların olmaması diğer milletlere karşı kapalı bir toplum oldukları, ırkçı olabilecekleri gibi fikirleri de beraberinde getiriyordu. Üstelik meşhur Papa II. Jean Paul de Krakow Başpiskoposluğundan papalığa terfi etmiş. Gitmeden kendimizi bütün felaket senaryolarına hazırlamıştık.
750 bin civarında bir nüfusu var şehrin. Ve Müslüman sayısı 100’ü ya aşar ya aşmaz. Şehir merkezine yakın sayılabilecek bir yerde, bir bodrum katında “Krakow İslam Merkezi” açmış orada okuyan/ çalışan Arap ve Asyalı Müslümanlar. Toplu namazların kılındığı ve bazı özel programların yapıldığı oldukça mütevazı bir yer. Cuma günleri oradaki şenlik görülmeye değer! Sanki Kâbe’de namaz kılıyoruz; bir yanımda Ukraynalı yeni Müslüman olmuş genç bir arkadaş, öte yanımda Malezyalı tıp öğrencisi, farklı renkten, farklı cinsten, farklı dillerden Müslümanlarla hepimiz aynı yöne yönelmiş, aynı Rabbe yalvarıyoruz. Hayatımda ilk Cuma namazımı sanırım Avrupa’nın bu unutulmuş kentinde kıldım.
Polonyalılar Müslümanlara kin dolu değiller
İstanbul gibi bir metropolde yaşadıktan sonra Krakow köy gibi gelmişti bize. Ancak bu sakin şehrin insanları da sakin, nazik, son derece anlayışlı ve hoşgörülüydü. Birçoğu hayatlarında ilk kez örtülü hanımlar görüyor olmalı ki yolda, otobüste, alışveriş merkezlerinde birbirlerine bizi işaret ediyorlardı. İlk başlarda alışık olmadığımız bu aşırı popülerlik bizi sıkıyor, rahatsız ediyordu ama zamanla alıştık ve hoşumuza gitmeye başladı. Bizim yüzümüzden (bütün şoförler bize baktığı için) trafiğin sıkışması bizi eğlendiriyordu doğrusu ya da bize bakmaktan önlerine bakamayan insanların düşecek gibi olmaları.
Halk İslam’ı hiç bilmiyor. Bilenler ise maalesef Batı medyasının gösterdiği kadarını biliyor. Yani tamamen yanlı ve yanlış bilgiler. Buna rağmen orada kaldığımız 5 ay boyunca hiçbir hakaret ya da şiddet olayına maruz kalmadık ancak her an her hareketimizi izlediklerini bilmek dahi bize eziyet olarak yetiyordu. Orada sadece kendimiz değildik, tüm bir ümmet-i Muhammed’i temsil ediyorduk. Bunun sorumluluğu altında ezilmemek mümkün değil. Yaptığın her yanlış tüm Müslümanlara mal edilecek korkusu saç beyazlatacak cinsten bir dert.
Diğer Avrupa ülkelerinde halk İslam’ı tanımış artık uzun yıllar Araplar, Türkler ya da Asyalı Müslümanlarla beraber yaşayarak ancak maalesef ki din ile geleneğin karıştırılması yüzünden İslam’ı yanlış tanımışlar, Müslümanların tümüne karşı bir kin gütmüşler. Gerçi bunun tarihi arka planı da var elbette. Ancak Polonya’da durum daha farklı. Polonya- Osmanlı ilişkileri tarih sürecinde de iyi olduğu içindir belki de, halkta bir ırkçılık görmedik biz. Hatta bazı antika dükkânlarında Osmanlı kaftanları görünce oldukça şaşırmıştık. İçeri girip sorduğumuzda, bunların Osmanlılara ait olmadığını, bilakis Polonyalı (Lehistan) aristokratlara ait kıyafetler olduğunu söylediler. Meğer Osmanlılar götürüyormuş modayı o yıllarda. Avrupalı aristokrat-zengin sınıf da Osmanlı kaftanlarını tercih ediyormuş. Bunları anlatırken oldukça eğlenerek ve sevinerek anlatıyorlardı. Bunun bir benzerini de İsveç'te yaşamıştık. Eski İsveç yaşamını gösteren açık hava müzesinde bir aristokrat evine girmiştik. Görevli, Türk olduğumuzu öğrenince, “size ilginizi çekecek bir şey göstereceğim” dedi ve çekmeceden bir albüm çıkardı. Albümde Osmanlı saray ahalisine ait kıyafetlerin resimleri vardı! Sultan kıyafetleri, vezir kıyafetleri, yeniçeri, hamam ağası, odabaşı… Uzuyor gidiyor albümün sayfaları. Dünyanın en kuzey noktalarından birinde böyle bir şeyle karşılaşmak çok şaşırtıcı ve gurur vericiydi elbette bizim için.
Şeyma Enes yazdı