Köyden indik şehre; ne bulduk ne kaybettik?

Şehirleşme; yaşayış tarzımızı, günlük rutinlerimizi, ilişki biçimlerimizi derinden etkiledi hiç şüphesiz. Belki de en çok çocuklar etkilendi bu süreçten. Çocuklarımız, önlerine çıkan beton perdeler sebebiyle engin ufukları göremez oldular. Toprağın sıcaklığına, kuşların nazlı nağmelerine yabancılaştılar. Tabiatın doğal renkleri yerine şehrin yapay, ışıltılı dünyasına gözlerini açtılar. Kısacası kurgulanmış bir çevrenin, yapılandırılmış bir dünyanın içinde buldular kendilerini. Peki bu yapaylık çocuklarımızın manevi yönünü, inanç dünyasını nasıl etkiledi dersiniz?

Kerim Yavuz Hoca’nın “Çocukta Dinî Duygu ve Düşünce Gelişimi” isimli kitabında tam da bu noktayla ilişkilendirilebilecek bir bulgu ilişti gözüme. Biri kırsalda diğeri de şehirde yaşayan ve yaşları 7 ila 11 arasında değişen iki gruba da tabiat üzerinden Tanrı’ya ulaşmanın imkânına dair sorular sormuş Kerim Hoca. Elde edilen bulgular dikkat çekici; kırsalda yetişen çocukların tabiat üzerinden Tanrı’ya ulaşmada daha başarılı oldukları görülmüş. Peki bu farklılığı doğuran nedir? Bu sonucu nasıl okumak gerekir?

Kanaatimce bu sonuç hep birlikte tecrübe ettiğimiz şehirleşme süreçlerinden bağımsız değil. Şehir bize yapaylık sunuyor. Yapay dediğimizde insan tarafından tasarlanan ve üretilen şeyler akla geliyor. Etrafımıza baktığımızda hep insan ürünü olan varlıklar görüyoruz; evler, arabalar, yollar, parklar vb. “Eser müessirine delalet eder” ilkesi mucibince bütün bu gördüklerimiz bizi insana götürüyor. Onun başarısı, onun azmi, onun gücü ve imkânları akla geliyor doğal olarak. Şehirde bize Allah’ı hatırlatacak bir şey bulmak ise bir hayli zor. Şehirler insanın hükümranlığını yansıtıyor daha çok. Burada karşımıza çıkan ihtişamlı yapılar, tezyinli eserlerle insanın güç ve hakimiyeti bir mânâda tescillenmiş oluyor. Şehirleşme bu yönüyle insanın manevi alanla ilişkisini zedeliyor ve dünyevileşmeyi teşvik ediyor. İnsan tarafından inşa edilen binaların gölgeleri bedenimiz kadar ruhumuzun üzerine de düşüyor.

Halbuki doğa ile daha içli dışlı bir ilişkiyi tecrübe edenlerde durum tam tersi oluyor. Etrafına bakan çocuk her tarafta doğal olan varlıklar görüyor; ağaçlar, dağlar, kuşlar, taşlar, göller, akarsular, çimenler, çiçekler vb. İnsan ürünü olmayan bu varlıklar ister istemez onları bir Yaratıcı’ya götürüyor. Her gördüğü Allah’ın eşsiz gücünü; yaratan, düzen ve intizam veren yönünü hatırlatıyor. Tabi ki kainat denen kitabı bu şekilde okumak için de bir niyet, bu niyete bağlı bir gayret ve bu gayretin ürünü bir bilinçlilik hâline ihtiyaç olduğu muhakkak. Zira doğadaki her insan bu okumayı yapamayabiliyor. Durum böyle olsa bile şunu net bir şekilde söyleyebilir ki çevrenin bize sunduğu uyaranların niteliği itibarıyla doğa içinde bulunmak, doğa ile temas kurabilmek Yaratıcı ile buluşma anlamında önemli bir imkanı beraberinde getiriyor.

Uzlete çekilme, toplumdan uzaklaşma, doğa ile baş başa kalma da bu noktayla ilişkili olsa gerek. Şehrin yapay uyaranları manevi ritmimizi, ruhsal frekansımızı bozuyor. Doğayla buluşup tabii uyaranlara muhatap olmaya başladığımızda ise ruhumuzda derin bir huzur ve dinginlik hissediyoruz. Ruh doğal olanı kendine yakın buluyor. Bu sebeple yapmacık tavırlardan hepimiz rahatsız oluyoruz. Yapaylık kavramının üzerine sanal gerçeklik, metaverse gibi yakın dönemde sıkça konuşulan boyutları da eklediğimizde durum ürkütücü bir hâl alıyor. Tamamen insan tarafından oluşturulmuş bir dünyada yaşanılacak deneyimler ve bunların insanların manevi dünyalarına yansımaları cidden endişe verici.

O hâlde yapılması gereken nedir? Doğayla ilişkimizi yeniden ve daha güçlü bir şekilde tesis etmeliyiz. Çocuklarımıza doğa ile iletişim kurabilecekleri fırsatlar sunmalıyız. Boş zamanlarımızda şehirde geçirdiğimiz zamanı mümkün olduğunca azaltıp doğada geçireceğimiz zamanlara yer açmalıyız. Onlara; kuşların sesini, ağaçların türünü, yaprakların şeklini, çiçeklerin rengini fark ettirmeliyiz. Her daim kendi dillerince Allah’ı tesbih eden tüm mevcutadın sesine kulak vermeyi öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Çocuklarımıza yabancı dil öğretmek için yoğun bir çaba harcayıp ciddi maliyetleri göze alırken doğanın dilini öğrenmeyi umursamaz bir tavır takınmamız çok ilginç değil mi? Çağımız insanının yaşadığı manevi buhranın üstesinden gelebilmede doğayla aynı dili konuşma becerisini çocuklarımıza kazandırmamız öncelikli görevlerimiz arasında olmalı. Şehrin yapaylığını ve boğuculuğunu doğa ve doğal olan ile dengelemeliyiz. Şehirlerin bizi sürekli bu dünyaya doğru çektiğini, doğanın ise bizi görünenin ötesine taşıdığını, bize çok daha geniş ufuklar açtığını görmeli ve göstermeliyiz.

İnsandaki din duygusunu, insanın tabiat karşısındaki acziyeti ile izaha çalışanların yanıldığı nokta da burası olsa gerek. Bu görüşü savunanlar, “ilkel” (!) diye tanımladıkları ilk dönem insanının, doğal afetler ve yırtıcı hayvanlar karşısında aciz kaldığını ve bunlardan korunmak için kendine güçlü bir Tanrı tasavvuru ürettiğini savunurlar. Onlara göre bu insan, kendi ürettiği kutsal varlığı memnun etmek için ritüeller geliştirmiştir ve dindarlığı da burayla ilişkilidir. Halbuki doğa ile daha yakın temas içinde olan insanların dine yatkınlıkları doğa korkusundan ziyade doğa ile bütünleşmedeki, doğayı okumaktaki becerilerinden kaynaklanıyor olsa gerektir. Meseleyi tersten okumak, bugünü yüceltmek için geçmişi yerme ediminin bir yansıması olarak değerlendirilebilir.

YORUM EKLE
YORUMLAR
Şerife Aksoy
Şerife Aksoy - 12 ay Önce

Çok güzel bir yazı teşekkürler.

Ayhan Öz
Ayhan Öz @Şerife Aksoy - 12 ay Önce

Rica ederim, okuma lütfunda bulunduğunız için ben teşekkür ederim.