İnsan kendine varmak için çıkar bazen yola, bazen kendinden uzaklaşmak ister, bazen de sadece yolda olmaktır gayesi insanın, hiç bitmesin ister yolculuğu.
Yol ve yolculuk hali birtakım sürprizlerle dolu. İnsan yola çıkmaya dursun, karşısına nelerin çıkacağını kestirmesi zor. Şehri geride bıraktığımızda karşılaşıyoruz ilk sürprizle. Bahar gelmiş yurduma haberimiz yok. Baharı takvim yapraklarında arayanlar için güzel bir sürpriz bu. Şehri her geride bırakışımda yaşadığım burukluğu yaşıyorum. Şehirlerin kaderi bu mu olmalıydı, baharı, güzü takvim yapraklarında mı aramalıydık.
Bu dalgınlık içerisinde hayli ilerlemişiz, Bolu dağlarını bile aşmışız ama uyanamamışız. Yeşil manzarada ilerlerken fotoğrafın yavaş yavaş griye dönmesi, kıraç topraklarda çiçek açmış yüzlerce yaban meyvesi ve gri beyaz bir tablonun önümüze serilmesiyle uyandık ki Samsun yol ayrımını çoktan geçmişiz. Bir anda kendimizi Ankara Kızılcahamam’da bulduk. Böyle yanlışlarda hep hayr murat ederiz. Bir keresinde Trakya’da ayçiçeği tarlalarının büyülü güzelliği arasında ilerlerken Çanakkale çıkışını hayli geçip ilerlemiştik. Her yolculuğa ayrı bir anlam katan bu meyandaki dalgınlıklarımız yol hikâyemize unutulmaz renkler katıyor. Zaten yola çıktığımızda varmaktan çok yolda olmayı seviyoruz. Bu sayede Kızılcahamam’a güzel köylere, çeşmelere, kıvrım kıvrım akan ve etrafına hayat veren çaylara derelere mezarlıklara selam verme imkânına eriştik. Kızılcahamam’ı daha çok termal suları ve siyasi toplantıların yapıldığı yer olarak bilirdik meğer bazlaması (patıl ekmeği) da meşhurmuş.
Kahraman Kazan, Güdül gibi kazalarımızın civarından bir ara yol tutturup Çerkeş’e vasıl olduk. Çerkeş hep muhitinden geçtiğimiz bir kasaba idi. Bu sayede Çerkeş çayının beslediği etrafı dağlarla çevrili geniş bir düzlüğe (ovaya) kurulmuş, eski sivil mimari güzel konaklarıyla, evleriyle bir tarım şehrini yakinen görmüş olduk. Geriden baktığınızda şehri ve etrafındaki ovayı ve yemyeşil tarım arazilerini aynı fotoğraf içerisinde görebiliyorsunuz. Düzlüklere kurulan şehirler biraz sıkıcı gelir bana, ancak Çerkeş’i sıcak ve samimi buldum. Yanı başından geçtiğimiz halde Çankırı vilayetimiz de uğramadığımız şehirlerimizden. Ilgaz’a varıp Kastamonu tarafına saptığımızda yolculuğumuz daha da güzelleşir. Karlı Ilgaz dağına eteklerinden selam verip geçiyoruz. Tünel Ilgaz’ı bypass etmiş ama biz de genelde tüneli bypass eder Ilgaz’a çıkarız. Giderken Ramazan günü olması hasebiyle Ilgaz Dağı hakkımızı dönüşe bıraktık. Onu dönüş yolunda anlatırım. Kastamonu hakkında birikmiş hatıralarımız var ama yeterli olmamalı ki henüz cümle kurmak nasip olmadı. Aynı durum güzel bursa için de geçerli, nasip kısmet. Kastamonu’yu çevre yolundan geçip Taşköprü, Hanönü, Gerze, Alaçam ve Bafra’ya uzanıyoruz. Ne güzel topraklar buralar.
Bu güzergâh üzerinde Taşköprü ile Hanönü arasında yol üzerinde bulunan Kornapa köyü ve Ahşap minareli Tarihi Kornapa Camii uğrak yerlerimizden. Bir vakit namazını oraya denk getirmenin gayreti içerisinde oluruz. Yalnız Cuma ve bayram namazlarında açık olan caminin içini ziyaret etmek nasip olmadı henüz, ama güzel bahçesinde dut ağaçlarının altında kuş cıvıltıları arasında çimlerin üzerinde namaz kılıp dinlenmeyi ihmal etmiyoruz. Bir Cuma vaktine denk getirip içini ziyaret etmeli nasipse. Bir de Ahibabazade adında bir zatın türbesi var köyde pek bakımsız. Bir vatandaşla çeşme başında ayaküstü sohbet ediyoruz. Ramazan olmasaydı bir şeyler ikram ederdik diyor, teşekkür edip onu tarlaya uğurluyorum. Ekinlere yabani ot ilacı atacakmış geç kalmamalı. Taşköprü’nün insanı yardımsever ve cömert. Geçen yıl seyahat esnasında bu civardan geçerken önce taşlandığımızı zannettik sonra anladık ki doluya yakalanmışız. Ceviz büyüklüğündeki doludan sığınacak bir yer ararken sarımsak satan bir amca o alamette araçları tezgâhının önüne çağırıp elinde halı kilim keçe ne varsa üzerini nasıl örtüyordu görmeliydiniz. Daha araçtan inmeden kocaman bir yün halıyı attı aracın üzerine biz ininceye kadar her tarafını kapattı. Böyle birkaç aracı doluya karşı korumaya aldı ve yolcuları tezgâhında misafir etti. İyilik unutulmaz, hele de böyle “kul sıkışmayınca Hızır yetişmez” diyebileceğimiz dar zamanlardaki iyilik hiç unutulmaz.
Yolumuzun üzerinde bulunan Sinop Gerze Dere Cuma Camii de uğrak yerlerimizden. 400 yıllık geçmişi olan taş ve ahşabın buluşmasından meydana gelen bu cami de kapalı, sanırım o da Cuma ve Bayram namazlarında açılıyor. Derken bir ikindi vakti salyangoz logolu sakin şehir Gerze’ye varıyoruz. Gerze’ye uğrayıp sahilden dağların denizdeki yansımasını temaşa etmeden olmazdı. Gerze sakin şehir unvanına sahip komşu kasabamız bizim. Ancak güzelliğini yeni yeni keşfediyoruz. Bir ikindi vakti teşehhüd miktarı uğrayıp Yakakent Alaçam ve iftar vakti Bafra’ya vasıl oluyoruz.
Bir boşluk bulduğumuzda kendimizi köye götürürüz. Yıllardır bu böyle devam ediyor. Doğduğumuz topraklarla bağımızı koparmamaya gayret ediyoruz. Hatıralarımızı süsleyen her yere dokunduk. Boğazımızdan ilkin bu toprakların ekmeği geçti, damarlarımızda bu toraklardan süzülen pınarların suyu dolaştı ilkin. Tekneyanından akan soğuk suyla kader birliğimiz var. Bir pınar düşünün, kuşaktan kuşağa aynı kaynaktan su içiyorsunuz. Bayram namazından sonra gidip Tekneyanı’nın suyundan kana kana içtim. Suyla kuşların melodisi hatıralarımızla birleşip yankılanıyordu dereye yukarı. Yaylayanına varıp göğem olmuş ekin tarlalarının arasından önüme serilen ovanın Karadeniz’le kesiştiği ufka bakıp güneşin taze ışıklarına karışan kuş seslerine dalıp gidiyorum. Buraya gelip bu manzaraya karşı vakit geçirmek iyi gelir bana. Bir bülbül gece boyu karanlığa dil döktü durdu. Geçen yıl da aynı yerde aynı dille içini dökmüştü. Kâh pırıl pırıl güneş aştı, kâh mırıl mırıl yağmur yağdı, bazen de sis çöktü ekran karıncalandı. Köyde sıkıştırılmış koşa koşa bir hafta geçirdik. Hani ocakta kullandığımız tüp bitince sonuna kadar kullanmak için deviririz ya, biz de İstanbul yolunda trafik olma ihtimalini göze alarak son güne kadar kullandık zamanı. Durumumuz böyle bizim, ne bulunduğumuz şehirden kopabiliyoruz ne de doğup büyüdüğümüz topraklardan. Şimdiye kadar onlarca şehirde yaşamayı geçirdik aklımızdan. Gördüğümüz her güzel şehre, kasabaya, köye ait kılıyoruz kendimizi. Ama sonunda İstanbul’a dönüyoruz. Yine dönüş yolundayız işte. Kastamonu muhitinden geçiyoruz Şâbân-ı Velî hazretlerine selam ile. Bu şehre uğrayıp ziyaret etmeden her geçişimde kendimi suçlu hissederim. Önümüzde Ilgaz dağı, gelirken bu kadar kar yoktu, yeniden yağmış, eteklerine kadar inmiş. Dağ bereketi, dağlar olmazsa halimiz nice olur bizim. Ilgaz tünelini baypas edip Ilgaz’a çıkıyoruz. Kimsecikler yok, rüzgâr üfürüyor, 23 Nisan’da tipiye yakalanıyoruz Ilgaz’da. En çok bir dağa çıktığımda unutuyorum her şeyi. Dağla bağ kurmam çok kolay oluyor. Kristalleşmiş kardan avuç avuç yiyorum ve avucumu tutuyorum buz gibi suyun altına dayanabildiğim kadar. Siz gidin seçiminizi yapın, ben seçimimi yaptım diyorum içimden.
Ilgaz deyince hemen Ilgaz dağı geliyor aklıma ama bir de Ilgaz dağının eteklerinde şirin bir kasaba olan Ilgaz var. Bir dağın, hele de Ilgaz gibi bir dağın eteğinde sırtını dağa vermek ne büyük nimet. Ilgaz ismi kulağıma hep naif ve hoş gelmiştir, ama durum öyle değil; “Atın dörtnala koşması, hücum ve akın” anlamına geliyormuş Ilgaz, biraz haşin.
Gerede’ye varamamıştık ki trafik tıkandı, İstanbul trafiği gibi adım adım ilerliyoruz. Görebildiğimiz kadarıyla yol dolu, göremediğimiz yerlere de Google’dan baktık çoğu yer kırmızıya boyanmış ve henüz Gerede’ye varamamışız bile. Daha bu yola katılacak onlarca vilayet var ki İzmit’ten sonrasını siz düşünün, biz yolu değiştiriyoruz. Bir yağmur başlamış ki insanın kıyıp gidesi gelmiyor. Hâlbuki köyde bir yıllık yağmur ihtiyacımızı almıştık. Bir süre trafikte ilerlerken yan koltukta haritalar açılıyor, alternatif yollar aranıyor. Karabük Eskipazar yönüne doğru yol tutuyoruz, dağ yolundan Bolu Mengene vasıl olacağız, sonrası Allah kerim. Tekrar Düzce’den anayola mı bağlanırız yoksa Zonguldak üzerinden sahili mi takip ederiz bunu düşünecek zamanımız var. Ben yolda sadece araç kullanırım güzergâhı ve kaçış yollarını hanımefendi belirler. Eskipazar’dan sonra üç saat durmaksızın yağmur altında dağ yolunda ilerledik. Bulutlarla yarışan ağaçların oluşturduğu orman yolundan. Yol boyu kamyonlara tomruk yükleyen orman işçilerine selam verdik. Gürül gürül akan çayları dereleri, dağların arasında şirin köyleri geçtik. Dağdan düzlüğe indiğimizde Mengen Çayının kenarından ilerliyoruz. Her taraftan sular fışkırıyor, terütaze yapraklar, çiçeğe durmuş meyve ağaçları, sanki yeşil bir fotoğrafın içerisinde ilerliyoruz. Mengene bağlı Pazarköy’deyiz, Kahvede soba gürül gürül yanıyor, bir çay içimlik küçük bir mola veriyoruz. Tarihi bir köy, hanları hamamları varmış eskiden, tarihten beri süregelen pazar kuruluyormuş çarşamba günleri. Mengen çayı bizi Mengen’e getiriyor. Neden meşhur aşçılar buradan çıkar? Mengen Kaymakamlığının web sayfasından edindiğim bilgiyi buraya yapıştırıyorum: “Mengen’in en büyük özelliği yüzyıllardan bugüne babadan oğula geçercesine devam eden gelenekle çok ünlü aşçılar yetiştirmesidir. Her haneden muhakkak bir aşçı çıkaran Mengen’ in bu ünü tarihsel bir olayla başlar. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’ u fethettikten sonra saray aşhanesini Mengenli Yakup Ağa adlı bir paşaya kurdurur. Buranın sorumluluğu da ona verilir. Mengenli Yakup Ağa’nın işe başlamasından kısa bir süre sonra yeğeni iş bulmak umuduyla yanına gelir. Yakup Ağa yeğenini saray aşhanesinin bulaşıkhanesinde çalışmaya gönderir. Çok zeki ve çalışmayı seven bu usta gün gelir saray aşhanesinin aşçıbaşısı olur. Mengen’ de ki yakınları ve arkadaşlarını da yanına çağırarak onları aşçı olarak yetiştirir. Böylece saray aşhanesi ve mutfağı da adeta bir aşçılık okuluna dönüşür. Buradan yetişen ve ünlenen Mengenli aşçılar paşa ve beylerin aşçıları olurlar. Mengenli aşçılar zamanla büyük kentlerde ve bütün Osmanlı kentlerinde aşçılığı ele alarak üne kavuşurlar. Aşçılık mesleği o günden bugüne kadar babadan oğula geçen meslek ve sanat olarak devam eder gider.” Hikâye böyle.
Bu vakitten sonra İstanbul’a vasıl olmaya gözümüz kesmiyor. Akşama Zonguldak’ta olmayı murat ediyoruz. Göz alıcı manzara içinde ilerleyip Devrek’e varıyoruz. Devrek de güzel bir kasaba. Özellikle Devrek Çayı (Filyos Irmağı)’nın karşı tarafında taraçalara doğru bahçeli evlerle ağaçlar harika. Filyos Irmağı Bakacakkadı’dan geçirip Zonguldak’a ulaştırıyor bizi. Meğer Filyos Çayı her yörede farklı isimlerle ta Karabük’ten başlıyormuş yolculuğuna. Köroğlu Dağlarından, Bolu Dağlarından ve Ilgaz Dağlarından toplanıp 228 km yolu kat ederek Zonguldak’tan dökülüyormuş Karadeniz’e. Bir ırmağı, bir çayı takip ettiğinizde denize götürür sizi. Bu dağlardan bu suyu takiben ulaşacaksın denize ne hoş bir sefer olurdu. Tarifi mümkün olmayan güzellik içinde ilerliyoruz. Dağları inci gibi küçük tünellerle aşıp emek ve alın terinin şehri Zonguldak’a vasıl oluyoruz. İlk defa bir şehre organize sanayinin çirkin görüntüsüyle karşılaşmadan giriyoruz. Ve üzerinde batmak üzere olan güneşin bir yangın yerine çevirdiği Karadeniz karşılıyor bizi. Akşamın dar vaktinde 1890'larda yapılıp 1940’lara kadar kömür atıklarının denize taşınması için kullanılan, daha sonra yeniden düzenlenip gezi yolu olarak açılan Varagel tünelini yürüdük akşam vakti. Tünel çıkışında deniz manzarası ve eski mahalleler, ulu çınarlar çok güzel. Yamaçlara doğru tabiatla iç içe eski yerleşim yerleri resim gibi. Ancak yeni yapılaşan yerlerde yeşile kıyılmış. Geceyi bir kamu misafirhanesinde geçirip erkenden yola çıkıyoruz. Maden ocakları şehrin dışında sanıyordum meğer şehrin altı karaelmas kömür madeniymiş. Sabahın güzel vaktinde yamaçlara kurulan kömür ocaklarına uzaktan bakıyoruz. Şu güzelim dağın altından çıkıyor bu kömür gözlüm. Uzunca bir palet durmaksızın taşıyor, gün yüzüne çıkarıyor kara kömürü. Kaç can alın teri döküyor bu koca dağın kalbinde. Biz bir bahar günü geldik Zonguldak vilayetimize, doğrusu çok beğendik, ancak kışın biraz isli oluyormuş.
Karadeniz’i sağımıza alıp küçük küçük tünelleri aşarak Ereğli’ye varıyoruz. Şehrin girişi beton yoğunluklu, ancak uzun ve çok güzel bir sahil şeridi var. Şehrin girişindeki yargılarınızı yıkıyor sahil şeridi. Şehirlerin girişlerine ehemmiyet gösterilmeli, yetkililerin kulağına küpe olsun. Pazartesi günleri ören yerlerinin kapalı olabileceği ihtimalini göze alarak Cehennemağzı mağarasının olduğu mekâna varıyoruz. Allah’tan kapalıymış, yoksa maazallah cehennemi boylayacaktık. İşin şakası bir yana, doğrusu bu mağara grubunu merak ettik, bir dahaki sefere nasipse. Girişte el sanatlarıyla hemhal olan Cengiz Alpago Beyefendi’yle tanışıp ayaküstü ama hatırı sayılır biz zaman sohbet ettik. Çevre hakkında detaylı malumat verdi bize. Cengiz Bey; ahşaba, taşlara harika görseller yapmış. Dört bin yıllık porsuk ağacını tanıttı bize. Alaplı Gümeli beldesinde bulunan dünyanın en yaşlı porsuk ağacının dört bin yüz yirminci yaş günü kutlanmış. Numunelik iki parça porsuk ağacı hediye etti sağ olsun. Şimdi masamda seviyorum onları. Zaman kısıtlı görülecek, sevilecek çok yer var. Ereğli Demir Çelik Fabrikasının kapısına kadar varıp Ereğli’den ayrılıyoruz. Şimdi bu iki şehirde bu iki işletmeden her eve ekmek giriyor. Bunu sokaklarda hissedebiliyorsunuz. Ayrıca Ereğli çıkışında gemi inşa tersanesi de var. Bu iki işletmenin ekmeği bu şehre yeter.
Alaplı Merkez Camii’nde namaz kılıp ilerliyoruz. Alaplı, içinden geçen çayın etrafına kurulmuş bir kasaba. İnebolu’ya çok benziyor. Akçakoca İstanbul’un istilasına uğramış, betonlaşmış bir tatil beldesi. Akçakoca Çayağzı köyü Orhangazi Camii tabelası bizi köye davet ediyor. İçinden çay geçen güzel bir köy Çayağzı köyü. Cami çayın kenarında genişçe bir eski mezarlığın içinde. Yaşlı Selvi ve ıhlamur ağaçlarının gölgesinde Samsun Çarşamba’da bulunan çivisiz camiye benziyor ama tadilat geçirmiş, eskiye ait pek bir şey kalmamış. Orhan Gazi dönemine ait çantı tipi camilere en iyi örnek olduğu belirtiliyor. Köyde eski tuğla evler var ama terkedilmiş. Yeni evler ne kadar çirkin duruyor yanlarında. Eski evlerin çoğu mirasçılar arasında anlaşmazlığa kurban gittiği için boş olduğunu söylüyor çay bahçesinin işletmecisi. Acı kahvenin kırk yıl hatırı var deyip kahve ikram etmek istiyor. Kendi ellerimizle pişirdiğimiz kahveye iki çay parasını zor kabul ettiriyoruz. İkindi yanaşıyor bugün de varamayacağız İstanbul’a yolcu yolunda gerek. Akçakoca Melen gazi Köyünde Melen Çayının denize kavuştuğu yerden geçiyoruz. Malumunuz Melen Çayı İstanbul barajlarına can veriyor. Tıpkı Sakarya Nehrinin Karasu’da denize kavuştuğu yere benziyor. Çayın ağzına renk renk balıkçı tekneleri dizilmiş. Melen çayına selam verip gözümüze dikilen güneşe doğru yola devam ediyoruz. Kocaali, Karasu, Kandıra Kefken, Kaynarca Ağva Şile ve İstanbul. Karasu’dan itibaren daha önce bir kez daha seyahat etmiş bu güzergâhla ilgili bir de yazı yazmıştım.
İki gün boyu onca yol kat ettik, ne zenginlikler gördük ne zenginlikler. İki gün boyu yeşil örtüden hiç ayrılmadan saatlerce sağanak yağmur altında yol aldık. Onlarca köy, sayısız dereler çaylar geçtik, inci gibi şehirler kasabalar. Yemyeşil dağlar, ormanlar, masmavi deniz. Zonguldak’ta kömür, Ereğli’de Demir Çelik… Bunca doğal ve tabii kaynağa rağmen neden olmamız gereken yerde değiliz bilen beri gelsin.
Bitirirken;
Seyahatlerden sonra oturup bir de neden yazıyorum: Öncelikle yazmazsam gördüklerimin, yaşadıklarımın ziyan olacağını düşünüyorum. Hem koşar adım gezdiğim yerleri yazarken sindire sindire yeniden gezmiş, yeniden yaşamış oluyorum. Her nimetin şükrü kendi nev’indendir fehvasınca, bir anlamda şükür ve sadaka niyetine yazıyorum. En önemlisi de gördüğüm güzellikleri paylaşıyorum, herkes görsün, herkes sevsin istiyorum.