Korona virüsü dünyayı kasıp kavuruyor. Duamız ve temennimiz salgına dönüşmeden bir an önce ait olduğu yokluk yurduna geri dönmesi. Grip kelimesi Korona ile tanışıncaya kadar istirahatle iyileşebilen, gerektiğinde savuşturabileceğimiz basit bir hastalıktı. Son yıllarda basit çağrışım yapan hastalıkların çok kötü neticeleri ile karşılaşıyoruz. Veba, kolera, verem ve kanser derken insanlık tehlikeli gribal hastalıklarla da tanıştı. Kolera deyince hemen akla Kolombiyalı yazar Gabiel Garcia Marquez’in “Kolera Günlerinde Aşk” isimli ünlü aşk romanı geliyor. Koleranın belirtileri ile aşkın tezahürleri arasındaki yakınlıktan yola çıkarak kaleme alınan roman dönemin hastalık psikolojisini göz ardı etmiyor. Osmanlı’ya kolera hastalığı Basra Körfezi üzerinden ulaşmış 1831 yılında İstanbul kapılarına dayanmıştır. 4 ay içerisinde bu hastalıktan 30.000 kişi yaşamını yitirmiştir. Hatta kolera salgını hac zamanına rastladığı için birçok kişi haclarını tamamlamadan memleketlerine geri dönmüştür. 20. yüzyılın en güçlü Fransız yazarlarından olan Albert Camus’nün 1940 yılında Oran kentini etkisi altına alan Veba hastalığına karşı yapılan direniş mücadelesini anlattığı Veba romanı aynı şekilde salgın hastalık üzerine insanın çaresizliği ve yalnızlığını işleyen seçkin eserlerdendir. “Kara Ölüm” olarak adlandırılan vebanın Osmanlı topraklarına girmesi ise 18. yüzyıla rastlar. Başta İstanbul ve İzmir olmak üzere birçok şehri kasıp kavurur. İstanbul’da iki ay boyunca her gün yaklaşık 5000 insan veba yani taûn’dan ölmüştür. II. Mahmut döneminde de büyük veba kıyımı yaşanmış ve Keçecizade İzzet Molla bu salgına şu satırlarla tarih düşmüştür: