Kur’an-ı Kerim başlarımıza taç, hasta ruhlarımıza ilaçtır.
Yaşama kılavuzumuz olan Kur’an-ı Kerim, imtihan edilmek üzere dünyaya gönderilen insanın gözünün ve gönlünün nurudur. O, adeta bir güneş misali; buz tutan ruhları ısıtır, içimizdeki karanlıkları nuruyla aydınlatır. O; başlarımıza taç, hasta ruhlarımıza ilaçtır.
Kur’an-ı Kerim, Peygamber Efendimizin cahiliyenin bataklığında debelenen ümmetine getirdiği, insan hayatında köklü değişiklikler yapan, adeta insanı yeniden inşa eden bir hayat kitabıdır. Bu yüce kitap, hayatiyetini kaybeden sefil hayata hayat katmıştır.
Âlemleri nurlandıran Kur’an-ı Kerim bir tefekkür ve tezekkür pınarıdır. Susak ruhlarımızı bu pınardan içerek serinletmeliyiz. Bu kutlu kitabın ahir zaman ümmetine ulaşmasına vesile olan Hz. Muhammed (s.a.), “Sizin en hayırlılarınız, Kur’an-ı okuyan ve okutandır.” diyerek Kur’an okumanın ve okutmanın ehemmiyetini vurgulamıştır.
Bu çağın insanı Allah kelamı olan Kur’an’dan uzaklaştıkça huzur ve sükûndan da o derece uzaklaşmıştır. Zira Kur’an’sız yaşayanlar, maddî gözleri olsa da kördürler, kulakları olsa da sağırdırlar, dilleri olsa da lâldırlar. O kullan(a)madıkları akılları olsa da şuursuzdurlar. O, en büyük nizam ve mizan membaıdır. Berât ve necat isteyenler ona sımsıkı sarılmalıdır.
Kur’an’ı okumak tek başına yeterli değildir. Onu anlamamız ve anladığımızla da amel etmemiz gerekir. Bunun aksi bir durum, kuru malumat sahibi olmaktan öte bir şey değildir.
Müslümanların hayatında bir imam ve önder konumunda olan bu mukaddes kitap, nice sırları barındırmaktadır içinde. Onu okudukça, samimiyetimiz ölçüsünce o sırlara vakıf oluruz. Ona uyan milletler, manevî anlamda daima yükselmiş, uymayanlar da alçalmıştır.
Aslında şairin de dediği gibi hayatımızın özeti şudur: Ya Kur’an ya hüsran...
Yasin-i Şerif için "Kur’an’ın Kalbi (kalbu’l Kur’an)" ifadesi kullanılır.
Kur’an-ı Kerim’den bahis açınca öncelikle ve özellikle Yasin Suresi gelir aklımıza. Müminin hayat kitabı olan yüce Kur’an-ı Kerim’in bütün sureleri kıymetli olsa da "Yasin Suresi" bunlar içerisinde apayrı bir yere ve öneme sahiptir. Şayet Kur’an-ı Kerim’i bir bedene benzetirsek Yasin-i Şerif o bedenin ruhudur. Bu surenin faziletleriyle ilgili pek çok hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan bir kısmı zayıf olsa da bu surenin ehemmiyetine dair güçlü hadisler de mevcuttur. Kütüb-i Sitte, Ebu Davud, Tirmizî, Sünen, Müsned ve İbn Mâce’de bununla ilgili geçen hadislerin sayısı toplamda yirminin üzerindedir. Anlam olarak birbiriyle benzerlik teşkil eden bu hadislerden sadece ikisini almakla yetineceğim: “Her şeyin bir kalbi vardır. Kur’an’ın kalbi de YAsîn’dir. Kim Yâsîn’i okursa Allah onun okumasına, Kur’an’ı on kere okumuş gibi sevap yazar.”; “Yâsîn, Kur’an’ın kalbidir. Allah’ı ve ahiret gününü arzu ederek Yâsîn okuyan kimsenin geçmiş günahları affedilir. Onu ölülerinize okuyunuz.”
İslâmî tebliğin Mekke döneminde nazil olan Yasin-i Şerif için “Kur’an’ın Kalbi (kalbu’l Kur’an)” ifadesi kullanılır. Bu sureye, Azime (şerefli), Muimme (dünya ve ahiret sıkıntılarını bertaraf eden), Mudafia-i Kadiye (sahibinden sıkıntıları gideren, hayırları celbeden) de denmektedir. Bu kutlu surenin kelime sayısı 727, harf sayısı ise üç bindir.
Yasin Suresi, adını ilk ayeti olan “Yâ-Sîn” harflerinden almıştır. Bu harflerin ne anlama geldiği hususunda müfessirler tarafından farklı görüşler irat olunmuştur. Bunlar Yasin dışında bir kısım surelerin başında da yer alan ve ayrı okundukları için “hurûf-ı mukattaa” diye adlandırılan harflerdendir. Öte yandan “Yâsîn” ifadesinin iki ayrı harf değil de (Tay kabilesinde) “ey insan!” anlamında anlamlı bir kelime olduğunu söyleyenler de vardır. Bunların yanında Allah’ın ve Peygamberimizin bir ismi olduğuna dair rivayetler de mevcuttur.
Yasin Suresi’nin ilk ayetlerinde Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’in üzerine yemin ederek Resulullah Efendimizin “dosdoğru bir yolda (sırât-ı müstakîm) yürümek üzere gönderilmiş bir peygamber” olduğunu vurgulamaktadır. Zira o dönemde Hz. Muhammed’in peygamberliğini yalanlayanlar büyük bir yekûn teşkil ediyordu. Bu inkâr, küfürbazlığa kadar varıyordu. Bu ayetlerde, huzuru kaçan Peygamber Efendimizi tasdik ve teselli etmek gayesi de vardır.
Seksen üç ayetten meydana gelen Yasin-i Şerif, mushaftaki sıralamada otuz altıncı, iniş sırasına göre de kırk birinci suredir. Cin Suresi’nden sonra, Furkan Suresi’nden önce indirilmiştir. Yasin Suresi’nde insanın ahlâkî sorumlulukları, vahiy, Hz. Peygamberi yalanlayan Kureyş kabilesi, Antakya halkına gönderilen peygamberler, Allah’ın birliğini ve kudretini gösteren deliller, öldükten sonra dirilme, hesap ve ceza konu edilmektedir.
Yasin Suresi, beşeriyete gönderilmiş bir çeşit ilâhî manifestodur.
Müslüman halkımız Kur’an-ı Kerim’in bütününe değer verse de: “Kur’an’ın kalbi” olarak nitelendirilen Yasin-i Şerif’e hayatlarında ayrı bir yer ayırmışlardır. Onu diğer surelerin üzerine koymuşlardır. Onun hikmetlerinin peşine düşmüşlerdir. Ona her şeyleriyle bir anlamda teslim olmuşlardır. Zihinlerini onun ahkâmıyla süslemişlerdir. Bunun belirtisi olarak da Kur’an’daki kısa surelerle birlikte, onu da ezberlemişlerdir. Yani, başta Türkiye’dekiler olmak üzere, dinî değerlere ehemmiyet veren birçok Müslüman, Yasin hafızıdır. Orta düzeyde bir Müslüman bile cuma geceleri bu sureyi okuyarak ölülerine gönderir. Öte yandan ölmek üzere olan kişilere de faydası olur (kolay can verir) diye Yasin-i Şerif okumak adeta bir geleneğe dönüşmüştür. Bütün bunlar Yasin’in hayatımızdaki yerini ve önemini gösterir.
Yasin Suresi, Allah’a kullukla vazifeli olan bütün insanlara (beşeriyete) gönderilmiş bir çeşit ilâhî manifestodur. Yüce Rabbimiz bu surenin başında tebliğle görevlendirdiği sevgili Peygamberinin ruhundaki hüzün tortularını izale etmek için onun yanında olduğunu belirtmiş, ona umut ve cesaret vermiştir. Zira çevresindeki insanların çoğu onu yalancılıkla suçluyordu. “O inkârcılar, ‘Sen peygamber değilsin’ diyorlar”dı. (Rad Suresi, 43) Böyle bir ahvâlde yüce Rabbimiz, Kur’an üzerine yemin ederek O’nun, “dosdoğru bir yolda yürümek üzere gönderilmiş bir peygamber” olduğunu vurguluyordu. Yüce Allah’ın Peygamberini tasdik için Kur’an üzerine yemin etmesi, Arapların yemine çok büyük önem vermesinden dolayıdır.
O zamanın Arap Yarımadası’ndaki cahiliye insanları aşırılıkta, zulümde ve sapkınlıkta adeta sınır tanımıyorlardı. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar gözleri dönmüştü zalimlerin. Bunun içindir ki aziz ve rahmeti bol olan Allah, onları (ataları uyarılmamış, bu yüzden de kendileri gaflet içinde olan toplumu) uyarmak için Kur’an-ı Kerim’i göndermişti. Fakat buna rağmen bu insanların çoğunluğu inanmamakta, küfrün karanlığında yaşamakta ısrar ediyorlardı. Bütün sözlü uyarılara rağmen bir türlü yola gelmiyorlardı. İlâhî ikazlara kulak asmıyorlardı. Neticede kendi iradeleriyle küfür ve inkârda kalıcı oldular. Sözleriyle ve fiilleriyle cezayı hak ettiler. Her neye müstahak iseler onunla karşılık buldular. Rabbimiz, bu duruma üzülen Peygamberini, “Onlar iman etmiyorlar” diyerek bir anlamda teselli etmiştir.
Yasin Suresi’nin devamında yüce Kur’an’a ve onu insanlara tebliğ eden Hz. Muhammed’e (s.a.) inanmayanlara vaat edilen ilâhî azabın kendileri için kaçınılmaz olduğu belirtiliyor. Rabbimiz onların durumunu şöyle tasvir eder: “Biz onların boyunlarına, ta çenelerine kadar dayanan bireysel ve sosyal kelepçeler geçirmişizdir; işte bu yüzden burunları havada, başları yukarı kalkıktır. Gözlerini kör eden kibir ve inatları, hemen önlerindeki hakikati görmelerine ve Allah’ın hükmüne boyun eğmelerine mâni olmaktadır.” (Yasin Suresi, 8)
Yasin-i Şerif’in hayatımızdaki yeri ve önemi çok büyüktür.
Allah’a inanmayanları ve Peygamberimize düşman kesilenleri inançsızlık çukuruna düşüren amiller önyargı, haset, bencillik, bağnazlık, taassup, mal hırsı ve dünya tutkusudur. Onların en büyük zaaflarından biri de putperest atalarına duydukları sözde saygı ve hürmettir. Kadim gelenek onlar için, yemi kavrulmuş bir fındık olan bir fare kapanından farksızdır. Atalarından kendilerine sirayet eden örfleri, hakikatleri görünmez kılan gaflet örtüleridir. Gelenekleri, onların basiret nazarlarını kör eden bir çeşit zindanları olmuştur. Bu hissiyat bataklığında ve ahvâlde debelenenler, çamurlarda yok olmaya mahkumdur. Böyle bir cendere içerisinde kalanlardan, inanmalarını beklemek beyhudedir. Böyle bir durumda neler yapılması ve nasıl davranılması gerektiğini yine Rabbimiz sevgili Peygamberine şöyle öğütlüyor: “Sen onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, onlar durumlarını değiştirmez, inanmazlar. O hâlde, onlardan dolayı üzülme, ümidini ve heyecanını yitirme! Bu çağrıya kulak verecek tertemiz gönüllere ulaşıncaya dek, bıkıp usanmadan tebliğe devam et!” (Yasin Suresi, 10)
İlâhî hakikatleri tebliğde, ümitsizliğe uğrama ve kesinti yoktur. Taş(laşmış) yüreklere rastlasanız da o sert taşı sevgi balyozuyla un ufak edip, aşmasını bilmek gerekir. Ta ki balyozunuz taşın sertliğinden kırılana kadar... Balyozunuz kırılınca o kalbin mühürlendiğine hükmedip başka yüreklere seyrü sefer etmek icap eder. Çünkü peygamberlerin, hiçbir insanı küfür bataklığında bırakma hakkı yoktur. Hz. Ömer gibi, İslâm karşısında adeta bir duvar olan nice insanlar, usulünce tebliğ edilince kalpleri yumuşamış ve İslâm kahramanı olmuşlardır. Kimin inanacağını, kimin ısrarla inkâr edeceğini ona tebliğ etmeden bilmek mümkün değildir.
“Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu (karşılığını) görür.” (Zilzal Suresi, 7-8)
Yasin-i Şerif’te inanan ve inanmayan insanların hâlleri sayıp döküldükten sonra, kıyamet gününde ölüleri diriltip mahşere çıkarma anlamına gelen “haşir” meselesine girilir. Rabbimiz, “Evet, hiç kuşku yok ki Biz, günü gelince ölüleri diriltip mahşerde hesaba çekeceğiz! Bunun içindir ki insanların yapıp ettikleri her şeyi ve sonraki nesillere miras bıraktıkları bütün etkileri, eserleri, izleri eksiksiz yazıyoruz. Çünkü Biz, yarattığımız âlemde hiçbir şekilde başıbozukluğa, düzensizliğe, adaletsizliğe yer vermeyecek şekilde, her şeyi şaşmaz kanunlara bağlı kılarak, Levh-i Mahfûz denilen apaçık bir kitaba yazıp kaydetmişizdir.” (Yasin Suresi, 12) diyerek adaletin asla şaşmadığı ilâhî mizanı işaret eder. Bütün bunlardan sonra söz, önünde sonunda herkesin dünyada yaptıklarının karşılığını bulacağının ifade edildiği “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu (karşılığını) görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu (karşılığını) görür.” (Zilzal Suresi, 7-8) ilâhî hakikatine dayandırılır.
Yasin Suresi’nin haşir hadisesinden sonraki kısmında, canlı bir misal olarak kendilerine Hak dinin tebliğcilerinin gönderildiği bir yerleşim yeri halkının (ashabu’l karye) ibretli kıssası anlatılır. Bu yerin Antakya (Hatay) olduğu söylense de tam olarak açıklığa kavuşturulamamıştır. Rabbimiz söze şöyle başlar: “Biz o şehirde yaşayan insanlara iki elçi göndermiştik fakat onlar ikisini de yalanladılar. Bunun üzerine, onları üçüncü bir elçi ile destekledik. Böylece üçü birden, ‘Ey insanlar!’ diye seslendiler, ‘Gerçekten biz, sizlere Allah tarafından gönderilmiş elçileriz! O’nun size yönelik emir ve talimatları var, onları size bildirmek için geldik!’” (Yasin Suresi, 14) Bu ayetten sonraki ifadelerden anladığımıza göre bu elçiler kendilerine inanmayanların büyük bir direnişiyle karşılaştılar. Çünkü onlar, kendileri gibi yiyip içen sıradan insanların elçi olamayacağını düşündüler. Elçiliği onlara layık görmediler. Meleklerden elçi gönderilmesini daha anlamlı buldular. Yaratıcının kendilerine karışmadığını söylediler. Neticede gelen elçilerin hiçbirine inanmadılar; bildikleri yolda yürüdüler. Küfürlerinde ısrar eden ve ahlâkî sınırları aşan bu insanların başlarına felâketler gelince, bunu kendilerine bir uyarıcı olarak gönderilmiş olan elçilerden bildiler. Onları taşlamakla ve öldürmekle tehdit ettiler. Böylece aralarında amansız bir mücadele başladı. Bunu uzaklardan duyan inanmış bir adam (ki onun adı Habib-i Neccar’dır), başına gelebilecek kötülükleri hiç hesaba katmadan, elçilerden yana bir tavır takındı. Azgın şehir halkını güzellikle uyardı. Taşkınlık yapmamalarını, dünya ve ahiret saadeti için gönderilen elçilere uymalarını onlardan istedi. Büyük bir teslimiyet, cesaret ve kararlılıkla onlara şunlara söyledi: “Dinleyin ey halkım! Beni yoktan var eden ve bana bunca nimetler bahşeden yüce Rabbime ne diye kulluk etmeyeyim ki? O’na kulluktan kaçınmaya ne hakkım var benim? Bundan daha büyük bir ahlâksızlık, daha büyük bir nankörlük olabilir mi? Unutmayın ki hepiniz eninde sonunda O’na döndürülecek ve tüm yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz!” (Yasin Suresi, 25)
Yasin Suresi’nin dikkat çekici ve etkileyici bir üslûbu vardır.
Allah tarafından gönderilen elçilere inanmamakta ısrarcı olan o beldenin inkârcı halkı; Habib-i Neccar’ın, ölümü göze alarak söylediği bu uyarıcı sözlerini duyunca, kelimenin tam anlamıyla deliye döndüler. O mübarek şahsı oracıkta şehit ettiler. Rabbimiz onu cennetiyle mükâfatlandırdı. Fakat o; cennete sevineceğine, inkârcı halkın düşmüş olduğu küfür bataklığına üzüldü. Ölümünden ibret almalarını temenni etti. “Sadece, dehşet verici bir gürültüyle patlayan ve şehrin altını üstüne getiren korkunç bir çığlık kopuverdi, hepsi o kadar! İşte o anda, bütün zalimler, kül yığınına dönüşerek yok olup gittiler!” (Yasin Suresi, 29)
Dikkat çekici ve etkileyici bir üslûbu olan Yasin Suresi, elçilerle ilgili kıssayı anlattıktan sonra; cansız yeryüzünün nasıl canlandığını, gece ve gündüzün hâllerini, başta güneş ve ay olmak üzere gezegenlerin konumlarını ve kâinatın ilâhî ölçülerde nasıl da kusursuz yaratıldığını anlatır. Bununla beraber sayısız nimetler verilen insanın ne kadar da şükürsüz ve kibirli olduğunu, fakirleri gözetmediğini, dünyaya düşkünlüğünü, doyumsuzluğunu; netice itibariyle yanlış bir yolda olduğunu söyler. Rabbimiz böylesine kötü özelliklere sahip olan insana ölümü ve kıyameti hatırlatır. İnsanın iş işten geçmeden, ebedî pişmanlık duymadan Hakk’ı ve hakikati görmesini, sırât-ı müstakîm üzere yürümesini ister. Allah, “İşte bugün, ey insanlar, hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmayacak ve ne yapmışsanız, yalnızca onun karşılığını göreceksiniz!” (Yasin Suresi, 54) diyerek insanların kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçtığı o dehşetli mahşer gününü hatırlatır. İyileri cennetle müjdelerken, kötüleri cehennem ateşine karşı uyarır.
Günümüzde Yasin-i Şerif, onu azaptan kurtaracağı ve rahatlatacağı umularak daha çok ölülere okunsa da naçizane kanaatim odur ki henüz hesap defteri kapanmamış, imtihanı sona ermemiş dirilere (dirilerce), manasının da dikkate alınarak okunması elzemdir. Zira Rabbimiz, “O, artık uyarılmalarına gerek kalmayan ölülere okunmak için değil, insanlığı bir tek Allah’a kulluğa çağırmak için indirilmiştir.” (Yasin Suresi, 70) diyerek nihai (s)özü söylüyor.
Ruhların ışığı olan Kur’an-ı Kerim ve onun kalbi hükmündeki Yasin-i Şerif benim de hayatımda apayrı bir kıymete haizdir. Cuma geceleri Yasin okumak ve anlamını tefekkür etmek ruhuma iyi gelir. Yasin’in esintileri içimdeki yangını söndürür. Vaktiyle Kur’an-ı Kerim ve Yasin-i Şerif’le ilgili olarak yazdığım mısraları sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Gönül semalarında dalgalanan bayraksın
Susayanlara zemzem, sütten daha da aksın
*
Yürek kapımız senle açılır ayet ayet
Yasin okuyan insan, mümin ölür nihayet
*
İnsanlığın muştusu, gözlerimin ferisin
İki cihanda bâkî, sonsuza dek dirisin
*
Kılavuzdur her ayet, kula Hakk’ın nidası
Susayana bengisu, gönüllerin gıdası
*
Cehennem olsa gelen, söndürürsün ateşi
Ruhları ısıtırsın ey hakikat güneşi!
*
Yasin her ne söylerse Yaradan’ın adına
Gaflete düşenlerin yetişir imdadına
*
İnsanlığın göz nuru, kurtuluş beratısın
Dirilişin öncüsü, müminin Sırat’ısın
*
Cennete taşır kulu Yüce Kur’an’ın izi
Nur akar oluklardan, taşar rahmet denizi
*
Onun yolundan giden, hakikate yaslanır
Kur’an’ı zikretmeyen diller bir gün paslanır
*
Can verir ruhumuza Yasin’in munis sesi
Mamur eyler gönlümü ebediyet bestesi.”