Kültürü en kısa şekilde ifade edersek insanların, toplulukların maddî ve manevî birikimleri, daha ziyâde kazanımlarıdır diyebiliriz. Belirli bir kültür, yılların ve yüzyılların değerler dağının eteklerine yığdığı parçaların bütün bir görünüm halinde birbirine eklemlenmiş belirli bir hayat çerçevesi, sahibi ve üyeleri için bu hayatı anlayış, yorumlayış tarzıdır. Bu anlayış, yaşayış tarzı; mutfağı, giyinişi, görünüşü, doğum ve ölümleri, evlilikleri, inanışları, şifahî uygulamaları, konuşmayı, barınmayı, mimarîyi ve asıl mimarî olan bedenin bezendiği süslenmeyi etkileyerek diğer kültürlerden farklı, kendine özgü bir karakter sergiler. Bu karakter insanlığın ortak tarihi ve kültürü içindedir ama kendi tarihi içindeki tecrübelerinden doğan başkaca ve başlıca bir karakterdir.

Bugüne değin insan yaşamının her alanında görev almış olan “taş” da kültürün ve daha ileri bir safhası olarak anlayabileceğimiz medeniyetin yapıcı, inşa edici unsurlarından biri olmuştur. Bu bakımdan taş, kültürün birikim havzasındaki zenginliğin başat elemanlarından biridir.

Dergâh Yayınları’ndan çıkan ve derleme bir eser olan Kültürümüzde Taş, bu yapıcı ve yardımcı unsurun bizim engin hayatımızdaki maddî ve manevî zenginliğini yerinde seçilmiş makalelerle gözler önüne seriyor. Yağmur yağdıran yada taşından sadaka taşına, yitik taşından hamal taşına, loğ taşından dibek taşına, sabır taşından şamşırak (şeb-çerâğ) taşına daha pek çok taşın hikayesini ve işlevini bu yazılardan öğrenmek mümkün. Eğer dün şanslıysak görüp oynayabildiğimiz ya da ebeveynlerimizden onlar oynadıkları için dinleyip haberdar olduğumuz, bugün çocuklarımızın bilmediği, giderek hafızalardan silinen beştaş gibi, cimci gibi taş oyunlarını da…

“Taş” zenginliğimiz

Taşın dilimizde yolun açık olsun manasına gelen “ayağına taş değmesin” dileği, insan tahammülünü vurgulayan “sabır taşı” ve anlatısı, pek çok efsanede rastlanan “taş kesilme” motifi, duygusuzluğu, katılığı belirten “taş yüreklilik” deyimi, çocukların tutumlu olması gerekliliğini vurgulayan “Analar daş yesin, yarımşardan beş yesin” atasözü gibi örneklerle kapladığı yeri bir kaya ağırlığıyla görmek, edebî zenginliğimizi izleyebilmek açısından önemli. Hayırda yarışılan eski hayatımızda görülen, bazıları bugüne de kalmış olan sadaka taşları, misafir taşları, yitik taşı, hamal taşı, binek taşı gibi bu kez yardımseverliğimizin izlerini pek iyi gösteren misallerse gelecek hayatımızı, diriltebileceğimiz değerler etrafında yeniden şekillendirebilecek ilhamı sağlayabilecek nitelikte.

Daha önce kültür birikimimize katkı yapan pek çok derlemeyi hazırlayan Emine Gürsoy Naskali’nin ve Murat Koçak’ın imzasıyla çıkan kitap çok kısa bir giriş ve indeksle, dört başlık altında (Dilde ve Edebiyatta Taş, Halk Kültürü ve İnanışlarında Taş, Değerli Taşlar, Taş İşçiliği) 471 sayfada toplanan yazılarla taşları; sağlamlıkları, çeşitli adlandırılışları, kullanım özellikleri, ekonomik değerleri, kutsallık atfedilişleri, mitolojik ve efsânevî karakterleri, estetik dünyamızı şekillendirişleri yönüyle tanıtarak bizler için doyurucu bir okumaya kapılar açıyor. Bu kapılardan eşik taşlarında fazla oyalanmadan geçmek taş zenginliğimizi bilmemiz için yararlı olacaktır.

Kitabın içeriğine dair daha yerinde bir yargıda bulunabilmek adına içindeki hepsi oldukça önemli olan makalelerden ikisinde ele alınan meselelere kısaca değinmek işe yarayacaktır.

Eskişehir’de çıktı, “Viyana taşı” olarak bilindi

Canan İleri, “Eskişehir’in Yarı Değerli Taşları” adlı makalesinde Eskişehir’in iki taşını (lüle ve kalsedon) ele alırken yüzümüzü ülkemiz taş zenginliğinin bir veçhesine ilgiyle dönüyoruz.

Yarı değerli taşlar bakımından zengin olan Eskişehir’de bugün de ekonomik olarak öne çıkan iki taş: Lüle taşı ve kalsedon taşı. Çok eskiden beri Avrupa’ya bu mıntıkadan ham olarak pazarlanan lüle taşı, Viyana’daki işleyicilerin ellerinden türlü biçimlere bürünerek pipo olarak çıkmış, bu pipoların (ve diğer ürünlerin) ününden dolayı yüzyıllarca Viyana taşı olarak adlandırılmış. Bugün ise bu taş Eskişehir taşı olarak tescillenmiş, markalanmış, öyle tanıtılıyor. Çıktığı bölge Eskişehir’de dünyadaki en büyük ve kaliteli rezerve sahip, yakın tarihteki çabalarla ailelerin geçim kaynağını oluşturan zanaat koluyla işleniyor ve Eskişehir’in taş zenginliğine belirgin bir misal oluyor.

İnsanların ilk mücevher taşı

Eskişehir’in diğer bir yarı önemli taşı (Anadolu’da Hititlerden bu yana -belki de daha öncelerinden- kullanılan) kalsedon taşı ise, adını, Romalılar döneminde bugünkü, İstanbul’da eskiden küçük bir kasaba olan Kadıköy’deki limandan ihracatının yapılmaya başlanmasıyla alır. Kadıköy’ün o dönemki adı Chalkedon’dur. Kuvars taşlarından olan kalsedon’un akik türü bilindiği gibi tarih boyunca yüzük taşı, mühür, düğme, süs eşyaları vb. yapımında yaygın olarak kullanılmıştır. Bu taşın diğer bir türü Krizopras’tır. Krizopras kristaline “Hz. Süleyman’ın bir yüzük hâlinde taşıdığı ve tüm doğa enerjilerini, bu yüzüğün verdiği güçle idâre ettiği rivayetinden hareketle ‘Hz. Süleyman’ın taşı’ da denir.” Çin kaynaklarına göre kalsedoninsanların ilk mücevher taşıdır.” Yüzyıllardır Kadıköy taşı olarak bilinen, Eskişehirlilerin bile pek bilmediği bu taşı Av. Birsen Gerçin ve arkadaşları dış pazarlarda “Türk Kalsedonu/ Anatolian Chalcedony” olarak markalaştırmışlardır. Yine bir kalsedon türü olan ve halk arasında çakmak taşı olarak bilinen jasp’a (jaspis, jasper) ise eski çağlarda yağmur yağdırdığına inanıldığından “yağmur taşı” denmiştir. Makalenin yazarı bunun için “Eski Türklerdeki ‘yada taşı’ olmalı” diyor.

Türkiye’deki taş işçiliği ve taş ustalığı geleneği

Mahmut Davulcu’nun Ahlat’taki mimari gelenek hakkındaki yazısında ise yüzümüzü bir başka zenginliğimize, Ahlat örneği üzerinden Türkiye’deki taş işçiliği ve taş ustalığı geleneğine dönüyoruz. Ahlat’taki taş işçiliği özellikle anıtsal mezar yapıları ve taşlarının başı çektiği buradaki mimari gelenekle birlikte asırların taşıyıcılığını yapan zengin bir hafızaya sahip: “Halihazırda açık hava müzesini andıran eski Ahlat şehrinin Türk sanatı ve mimarlık tarihi açısından kendine has konumu bulunmaktadır. Ahlatlı ustalarca yaratılan mimarlık kültürü büyük ölçüde Asya gelenekleri ile Güney Kafkasya ve Doğu Anadolu’nun taş mimari geleneğine dayanan bir sentezdir.” “2010 yılı Yaşayan İnsan Hazinesi” seçilen, Ahlat mimarlık ekolünün modern zamanlardaki en önemli temsilcisi Tahsin Kalender’in mesleği hakkında anlattıklarıyla birlikte taş işçiliğinde kullanılan alet edevatın bir sözlükçesini de veren yazar sahada çekilmiş fotoğrafları da sunuyor.

Şüphesiz ülkemiz coğrafyasının her tarafı taşlar ve taşlara verilen maddî ve manevî yükler, değerler ve anlamlar yönüyle zengindir. Fakat aynı zamanda insan varlığı olarak hepimizin taş kürenin üzerinde yaşadığı düşünülecek olursa bu taş yürekli dünyayı anlamak, onunla uyum içinde yaşayarak kendi hayatımızı anlamlandırmak için taşları tanımak ve onu yüzyıllarca nasıl anladığımızı, terbiye ettiğimizi, onunla nasıl terbiye olduğumuzu bilmek, bunun için de kültür havzamızda nasıl konumlandığını görmemiz önemli sanıyorum. Kültürümüzde Taş bunun için çok yararlı bir çerçeve sunacaktır.

Kültürümüzde Taş, haz. Emine Gürsoy Naskali- Murat Koçak, Dergah Yayınları

 

Oktay Türkoğlu