Nazife Şişman’la gelişen tıp teknolojisi, biyoteknoloji ve genetik biliminin ‘insan’ ile ilişkisini, özelde Müslümanlar’ın tavrını, bu konularla alâkalı kitabı Yeni İnsan: Kaderle Tasarım Arasında etrafında konuştuk. Ayrıca kendisiyle ilgili bazı özel sorularımıza da cevap verdi Nazife Şişman.
Ekonomi bölümünden mezunsunuz, sosyolojiden yüksek lisans yapmışsınız ve son yıllarda özellikle genetik alanındaki tıbbî gelişmelerin dünya insanıyla ve özelde Müslümanlarla kurduğu ilişkiyi irdeliyorsunuz. Çok mu dertli Müslümanlar sizce son bahsettiğim konuda, yoksa gereği kadar ilgilenmiyorlar mı? Ne diyorsunuz?
Biliyorsunuz bizim modernleşme maceramıza “İslâm terakkiye mani midir?” sorusunun gölgesi düşmüştür. Bu oryantalist kalıp yargının etkisiyle bilim ve teknolojiyi eleştirmek “gericilik” gibi görülegeldi hep. Bu sebeple dindar insanların ve ilahiyatçıların, bilim eleştirisinden ziyade “İslâm bilimle çelişmez” cümlesine takılıp kaldıklarını görüyoruz.
Halbuki bilim neyi bilmektir? Teknoloji engellenemez bir süreç midir? Bu soruları bugün İslâm dünyasının dışındakiler tartışıyor. Çünkü Aydınlanma sonrası modern bilimin ürettiği teknolojinin yaptığı tahribat, meselâ atom bombası, modern bilimle ilgili rüyayı sona erdirdi. Müslümanların da bu etik tartışmalara dâhil olması gerekiyor. Ama çoğu zaman bu konularda söyledikleri, bireysel fetvalar düzeyinde kalıyor. “Organ nakli caiz midir?” düzeyinde. Halbuki “bu konuda İslâm ne söyler” sorusunun cevabı fetva düzeyinden verilemez. Sosyal ve iktisadî düzlemi de, varoluşsal ve uhrevî çerçeveyi de dikkate alan bir söz söylemesi gerekiyor Müslümanların. Rahmanın ruhundan bir nefha olmak ne demek? Bedenin kutsiyeti ve emanet oluşu, bu etik tartışmaları nasıl bir zemine taşır? Bu düzeyde bir tartışma ne yazık ki henüz yapılmıyor.
Son kitabınızda (Yeni İnsan- Kaderle Tasarım Arasında) olsun, seminerlerinizde olsun bahsettiğiniz bir mevzu var: Doğum ve ölüm algımızın değiştirilmesi. Modernizmle ilişki kurmadan bu konu değerlendirilebilir mi ve algımızın değişmiş olması istenen durum mudur aslında?
“Hayatın tıbbîleştirilmesi ve sağlık fetişizmi” bir taraftan, genetik bilgilenme diğer taraftan dünyanın eskisi gibi görülmediği bir bakış açısı sunuyor. Ölümü ‘bir gün çaresi bulunacak bir hastalık’ olarak algılamak Müslümanların ahiret şuuru ile ilgili nasıl bir tasavvur değişikliğine yol açıyor? Tabii ki biliyoruz, ta kadim dönemlerden itibaren ölümsüzlük peşinde olmuştur insanlık. Ama bugün Bauman’ın ‘özelleştirilmiş beka’ diye tanımladığı bir takım insanların uzun ömür hatta ölümsüzlüğü temin edecek teknolojileri satın alabilir olması nasıl bir gelecek tasavvuruna yol açıyor? Dünyevî çerçevedeki ahlakî ve adaletle ilgili sorunlar bir tarafa uhrevî tasavvur nasıl değişiyor? Bu soruları metafizik bir endişe olarak muhafaza etmek gerektiğini düşünüyorum.
Tıp endüstrisinin sunduğu ‘sağlık’ merceğinden bize ulaşan, sadece bu dünyaya odaklı görüntü ne kadar hakikattir? “Kendini bilen, Rabbini bilir” sözünde ifadesini bulan hakikate ulaşmak ise maksudumuz, kendimizi somatik ve moleküler gerçeklikte bulabilir miyiz? Bu sorular her daim benimle. Çünkü çağdaş teknolojiyle, yeni sosyal örgütlenmelerle, yeni kimlik ve benlik kurgularıyla ilgili bilgileri aktarırken bir taraftan da teemmül ve tefekkür ameliyesine alan açmaya çalışıyorum.
Kitabınızda ‘İslâmî biyo- etik’ten bahsediyorsunuz ve tıp ilmini terkibe kavuşturmada Müslüman biyo- etikçinin cevap vermesi gerektiğini belirtiyorsunuz. Devamında sorunun cevabının fetvalar düzeyinde verilemeyeceğini söylüyorsunuz. Bunu açabilir misiniz?
Daha ziyade teşri ve fetva düzeyinden bakıyor Müslümanlar bu meselelere. Süt bankası ile ilgili son tartışmalara bakarsak bu durumu net olarak görebiliriz. Halihazırda ilahiyatın felsefe ile bağı çok sağlam olmadığı için de bu tür meselelere sadece caizdir/değildir düzeyinden yaklaşılıyor. Halbuki bu düzeyde bile isabetli bir içtihat yapabilmek için alanla ilgili çok boyutlu bilgi ve çok disiplinli bir yaklaşım gerekir. Meselâ sütün metalaşma sürecini dikkate almazsanız, nikâh ve mahremiyet ilişkisinden başka bir şeyi önemsemezseniz –ki bunun çok merkezî bir önemi haiz olduğunun ben de farkındayım–, yeni biyoteknolojileri ahlakî, metafizik ve varoluşsal açıdan eleştiremezsiniz.
Müslümanlar tıp teknolojisi, endüstrileşen tıp, biyogenetiğin va’dettiği gelecek ve ahlak arasında nasıl bir terkip kuracakları üzerinde kafa yormalılar. Müslümanların ortaya koyacağı biyoetik prensiplerin varlık, ontoloji, metafizik ve uhrevî bir seviyeden ortaya konulması kaçınılmazdır. Bir uygulama, sadece bu dünyadaki sonuçları bakımından değil, insanın yönü ahirete dönük bir varlık olması da dikkate alınarak değerlendirilmeli. Yirmi birinci yüzyılda insanlık, Müslümanların bu seviyeden söyleyecekleri sözlere muhtaç.
Genetik müdahale ile insanlar en mükemmele ulaşmaya çalışıyor, bu açık. İstenilen niteliklerde bir bedene sahip olmak, tıbbî müdahele aracılığıyla doğacak çocuğun şeklini ve davranışlarını tayin etme arzusu… Kitabınızda da bahsettiğiniz bu konu hakkında akıllara şöyle bir soru geliyor: Kâmil insana mı ulaşmaya çalışılıyor, mükemmel insana mı?
Yeni bir zamanın eşiğindeyiz ve bu dünyanın ahlakı yok. ‘İnsan nedir’, ‘hayat nedir’ gibi metafizik sorular sorulmasını baskılayan bir vasatta yaşıyoruz. Bu sorulara verilmiş kadim cevaplar, bize ulaşamıyor. İnsanın sınırlarını belirsizleştiren bir teknolojiye muhatabız. Genetik tasarım, biyonik destek, yapay zeka gibi teknolojiler insanın değişmez bir özü olduğu şeklindeki kadim kabulleri yerle bir ediyor.
Teknolojinin defakto hâkimiyetini kaçınılmaz kabul edenler “bakalım görelim” diyorlar. Zaten insanın doğası ve kutsiyeti gibi ona dokunulmazlık bahşeden bir takım özellikleri de kabul etmiyorlar. İnsanın mükemmeli arama çabasını bedenini ölümsüzleştirmeye teksif ediyorlar. Böylece kadim ‘kâmil insan’a ulaşma emeli, yenilenen organlar, eklenen protezler ve genetik müdahale ile bedeni kusursuzlaştırmaya indirgenmiş oluyor.
Yıllardır kitaplar yazıyorsunuz, özellikle Müslümanların bu yıllar içindeki gelişimine dair kafa yoran kişilerdensiniz. Merak ettiğim husus, bu gelişmelere (özellikle tıbbî alandaki gelişmeler) Müslümanların yaklaşımları nasıldı, şu anda nasıl?
Kitabın alt başlığında yer alan “kader” ve “tasarım” metaforlarıyla bu yaklaşım farklılaşmasına dikkat çekmeye çalıştım esasında. Bireylerin kimlik kurgularında, ölüme ve hayata bakışlarında yeni teknolojiler nasıl bir etkiye sahip? Bu sorudan yola çıktım. Yeni tıp teknolojisiyle muhatap olan, protezlerle ve organlarla bedeni sürekli takviye eden, bir nevi insanın tasarımına giden bir yaklaşım hâkim günümüzde. Tabi bir de daha klasik bir yaklaşım var. Kader inancından hareket eden, sağlığı bir imtihan olarak gören, tevekküle dayalı yaklaşım. Bir sarkaç gibi düşünürsek, kitap bu iki arada nerede durduğumuzu sorgulamaya çalışıyor. Şu anda toplum bu sarkacın neresinde duruyor?
Bu konuda genel bir şey söylemek zor. Katmanlı bir durum arz ettiği için katmanlı bir analiz gerekir. Ama ben halk düzeyinde tıbba iman derecesinde bir bağlılık gözlemliyorum. Özellikle orta yaş ve orta sınıfta aşırı bir doktora güven var. Öte taraftan alternatif tedavilerle vs. değişen yeni bir tıp kültürü gün geçtikçe yaygınlaşıyor. Bireyler için sağlıklı olmak artık bir hayat tarzı. Modern sağlık anlayışında sağlıklı olmak kişinin kendi belirlediği bir durum olarak görülüyor. Yani eğer kişi kendine bakarsa, egzersiz yaparsa, sağlıklı beslenirse, zamanında kontrollerini yaptırırsa hastalık ona ulaşamaz. Bu durumda tabii ki kişi hastaysa bu onun sorumluluğu olur. Demek ki kendine bakmamış. Böyle bir genel yaklaşım var. Bu yaklaşımın hâkimiyeti altında kalan insanlarda da sağlıklı olabilmek ve kalabilmek için aşırı bir çaba görülüyor.
Sosyolojiyle alâkalı sormak istiyorum. Sosyoloji, Müslümanları kendinden uzaklaştırıyor mu sizce?
Tek başına sosyoloji için böyle bir şey söylenebileceğini sanmıyorum. Ama aşırı bir sosyolojik bakışın bizi ele geçirdiğini de göz ardı edemeyiz. Sosyoloji bize bir analiz seviyesi kazandırır. Nihayetinde modern toplumda yaşıyoruz ve onu anlamamıza yarayacak kavramsal araçlardan biri sosyoloji. Ama sadece biri. ‘Hayat nedir? Hayatı nasıl yaşamalıyız?” sorularının cevabını da sosyolojiden istihraç etmeye çalışırsak işte o zaman başlar sorun. Ve günümüzde ne yazık ki böyle bir yere doğru savrulma yaşanıyor.
Halbuki biz gerçeklikten hakikat devşiremeyiz. Bu, yeryüzündeki anlamlılığını kendi kendine bulabileceğini zanneden insanın iddiası. Biz ise, tasavvurumuzda büyük bir resim olmadan parçaları birleştirmemizin imkânsızlığına inanırız. Ve biliriz ki, bu büyük resmi ne tarih ne sosyoloji ne de başka bir bilim temin edebilir. Yani ne olduğumuz, kim olduğumuz ve nerede olduğumuz sorularının cevaplarını tarih ve sosyolojinin alanına hapsetmek, düşülebilecek en büyük yanılgıdır. Müslümanlar, insanın mahiyetine dair cevaplarını, ahlakî bir konumda idrak ederler. Ve fakat hakikati tecrübe edebilmek için zaman ve mekân boyutunda bir şuura da ihtiyaç duyarlar. Hakikatin insan gerçeğine ışık tutan bir anlama kavuşabilmesi için bugünün içinden, tarihsellik içinden konuşmaya ihtiyacı vardır insanın. İşte sosyoloji bu işe yarayabilir ancak.
Kitap okumada nasıl bir sisteminiz var? Gençlere ne önerirsiniz bu konuda? Siz kitap alırken nasıl bir yol izliyorsunuz meselâ?
Kitap tavsiyesi sorulunca çoğu zaman şu kıssayı anlatıyorum. Bir yolcu köylüye falanca köye ne kadar sürede varabileceğini sorar. Köylüyse “şöyle bir yürü bakalım” der ve ondan sonra söyler tahminî süreyi. Bu sebeple genelgeçer bir listem yok önerecek. “En son zevkle okuduğun kitap ne?” sorusundan başlıyorum ben de tavsiye listesine. Ben nasıl seçiyorum? Üzerinde yoğunlaştığım, çalıştığım konu zaten kendiliğinden belirliyor okunması gerekenleri. Edebiyat zevkimde de yıllardır deneye yanıla belli bir yol aldığımı sanıyorum. Bu denemelerde arkadaşlarımın, özellikle Fatma Barbarosoğlu’nun önerileri benim için ayrıcalıklı bir yer tutuyor. Her gün biraz şiir, bir hikaye, biraz roman ve asıl çalıştığın konuyla ilgili kitap okuma şeklinde bir disiplin kazanmamda çok emeği var.
Ama bugün çok satanlar, Google aramaları karmaşık ve aldatıcı bir liste sunuyor genç okuyucuya. Bu kargacık burgacık yolda yön tayini elbette zor.
Evet, kitaplarınızı yazarken Fatma Barbarasoğlu hanımefendiyle görüş alış-verişinde bulunduğunuzu duyduk. Eleştiriye çok mu önem verirsiniz?
Okuma sürecini paylaşmanın yanı sıra, evet, yazdıklarımızı da paylaşıyoruz. Çünkü göz herkesi görür, kendini görmez ilkesi gereği, bir başka gözün eleştirel mesafesine her daim muhtacız. Çünkü din gibi ilim de ancak bir muhitle mümkün. Bu manada gençlere söyleyebileceğim böyle bir muhit içinde yer almak üzere bir çaba içinde olmaları. Bir kişi bile olsa düşüncenin, bilginin karşılıklı teatisinden bereket hâsıl oluyor.
Dergi takip eder misiniz?
Gençlik dönemlerimdeki kadar değil. O zamanlar bir dergiye mensubiyet çok önemliydi. Şimdi de bu vazifeyi icra eden dergiler var. Ama ben pek yetişemiyorum. İtibar ve Dergah başta olmak üzere bazı edebiyat dergilerini özellikle takip etmeye çalışıyorum.
Müzikle aranız nasıl, hangi türleri seversiniz, kimleri dinlersiniz sıklıkla?
Türkülerdir benim gönlümün tellerini titreten müzikler ekseriyetle. Klasik Türk müziği, tasavvufî Türk müziği de yıllardır dinlediğim türler arasında. Çocuklarımın müzik bilgisi ve becerisinden kaynaklanan detone olma, ses düşmesi gibi eleştirilere maruz kala kala şarkı ve türkü mırıldanma özgürlüğümü kaybetmiş olsam da, onlar sayesinde repertuvarım gün be gün genişliyor. 70’li, 80’li yıllarda slow parçalarla, Pink Floyd’la sınırlı kalan yabancı müzik dosyama Yasmin Levy eklendi meselâ. Ve bunun yanı sıra Mohsen Namjo’dan Fairuz’a, pek çok etnik müzisyen.
Hayatınıza etki eden isimler kimlerdir, öğrenebilir miyiz? Çalışmalarınız size ilham veren, örnek aldığınız kişiler…
Babamın tabiriyle “dinleyene acımayan”, hep fıkhî ve tasavvufi bahisler açıp “namazın kazası olur, sohbetin kazası olmaz” cümlesini hafızama nakşeden büyük dedemi saymalıyım öncelikle. Beş ile on yaş arası dönemi bir dedeler nineler topluluğu içinde anne babamdan uzak geçirdim. Dinlemeyi temrin etmemde bu ortamın önemli bir katkısı olduğunu düşünüyorum, bugünden geriye baktığımda. Dedem bize hitaben yarı nükteli “hattat mı olacaksın?” lafını çok zikretmesine rağmen kitaplarla haşır neşir bir insandı. Ömrünün son demlerinde gözleri görmedi. Bütün torunlar ona sırayla kitap okurken evliya menkıbelerine aşina olduk. Önce ona okur, ardından aynı menkıbeleri defalarca ondan dinlerdik.
Ondan sonra hocalarım oldu mu? Elbette oldu, ama çoğu kitaplar üzerinden hocalık yaptı. Pek çok yazarım, ama pek az hocam oldu diyeyim de siz anlayın. Diğer taraftan ilham aldığım, örnek aldığım çağdaşlarımın olmasını büyük bir lütuf olarak görüyorum. Onlar olmasa istikamet ve azim konusunda kimden destek alırdım?
Hâlihazırda yaptığınız çalışma var mı? Ders, seminer yahut ufukta bir kitap var mı?
Bugünlerde teknolojideki hızlı değişimin hayatı yaşayışımız ve zihniyetimiz üzerinde yaptığı değişiklikler üzerinde kafa yoruyorum. İletişim teknolojisiyle, dijital teknolojiyle ve teknoloji felsefesiyle ilgili konular var tezgahımda.
Esad Eseoğlu söyleşti