Hepimiz biliriz ki, “İslami sanatlar” adını da verdiğimiz klasik sanatların hemen hemen hepsi, Kur’an’a saygı dolayımında neşet etmiştir. Kur’an’a duyulan saygı onun güzel yazılmasını gerektirmiş, böylelikle hat sanatı ortaya çıkmıştır. Kur’an’ın yazılacağı kâğıdın kaliteli, sağlam ve güzel olması istenmiş, böylelikle de kâğıtla ilgili, ebru, tezyin, cilt vb. sanatları ortaya çıkmıştır. Böylelikle, güzel sanatlarda zirveye ulaşmış bir medeniyet ortaya çıkmıştır. İnancın belirleyici unsur olduğu bu kervana, Osmanlı sonradan katılmıştır. Ama sonradan katılması, bu kervanın bayrağını burcun en yüksek noktasına çekmesine engel olmamıştır. Biraz da “güzel sanatlar medeniyeti” denilmesi gereken “İslam medeniyetine” dönüp baktığımızda, bu medeniyeti Osmanlı’nın şaha kaldırdığını görürüz. Onca yıpranmışlığımıza rağmen, günümüzde hala o medeniyetle gurur duyuyorsak, bu gururda Osmanlı’nın payının büyük olduğunu da görmeliyiz.

Bilindiği gibi, İslam medeniyetine şah eserler veren Osmanlı’nın dünyaya nizam verme yürüyüşü Bursa’dan başladı. Bu yürüyüşü başlatan kervan büyüdü, büyüdü ta Viyana kapılarına gitti. Sonra bir şeyler oldu bize ve bu kervan geri döndü. Hem de öyle bir geri döndü ki, nerdeyse geçmişe ait bir iz bırakmamacasına koyu bir inkârla geri döndü. Bu inkâr döneminde, o medeniyetin kurucu unsuru olan her ne varsa, hepsi reddedildi. Bu ret o kerteye vardı ki, ahşap kapıların süsü olan Osmanlıca beyitler bile o kapılardan kazındı. Klasik sanatlarımız yok sayıldı. Nihat Erim’in Kültür Bakanı Talat Halman, “Itri Gecesi” düzenlemek istediği için ülke kriz yaşadı, Halman bakanlıktan alındı.

Sonra içimizden birileri, “Bu gidiş iyi değil…” demeye başladı. Bunu söyleyenler zamanla çoğaldı ve o koyu ret perdesi yavaş yavaş bu toprakların üzerinden kaldırılmaya başlandı, yarıda kalan yürüyüş, sanat üzerinden yavaş da olsa yeniden başladı.

İşte sanat alanındaki bu yürüyüşün resmi ilanı olarak da okunabilecek “Anadolu’da Klasik Sanatlar Projesi”, Osmanlı’nın yürüyüşünü başlattığı şehir olan Bursa’dan yürüyüşüne başladı. On yıl sürmesi planlanan projenin amacı, bizi biz yapan değerlerle yeniden tanışıp, o değerleri yeniden okuyarak yeni bir ruh inşa etmek olarak düşünülebilir.

Anadolu’da Klasik Sanatlar Sergisi”nin açılışı, 8 Şubat Cumartesi günü İslam’ın kutlu mekânlarından Ulu Cami’de yapıldı. Halkın katılımının insanı ümitvar etmeye yetecek kadar yoğun olduğu serginin açılışından notlar aldık.

81 ilde on yıl sürecek bir sergi

Kendisi de bizzat bir açık müze olarak isimlendirilen Bursa Ulu Cami’de 8 Şubat Cumartesi saat 14.00’da açılışı gerçekleştirilen serginin arkasında, İstanbul Klasik Sanatlar Merkezi var. Merkez, bu büyük organizasyonu planlayarak hayata geçirmek gibi zor bir işi başarmış. Sergide konuşan İstanbul Klasik Sanatlar Merkezi Müdürü A. Zeki Yavaş, “Anadolu’da Klasik Sanatlar Sergisi, seksen bir ilde sergilenecek ve on sene sürecek. Hat, tezhip, ebru, minyatür, cilt, çini, Edirnekâri, kündekâri gibi sanatların mirasçısı olarak bu sanatları insanımıza yeniden tanıtmak için bu projeyi başlattık. Bu proje ile, bu sanatların Anadolu’ya ait olduğu hatırlatılacak ve insanımız yeniden bu sanatlarla buluşacak. Bu projenin Bursa’dan başlamasının da ayrıca bir sembolik anlamı vardır. Bu sergide, yüz sanatkârımızın eserleri sergilenecek ve her ilde de üç bin katalog ile üç bin tıpkıbasım dağıtılacak” diyerek projenin amacını anlattı.

Bursa, Buhara ve Bosna

Zeki Yavaş’tan sonra söz alan Bursa Müftüsü Prof. Dr. M. Emin Ay da, Bursa Müftülüğü olarak bu projeye katkı sağlamaktan dolayı mutlu olduklarını söyleyerek başladığı konuşmasını, “Bu serginin Ulu Cami’de başlaması ayrıca anlamlıdır. Bilindiği gibi Ulu Cami, iki yüzün üzerinde hattıyla zaten bir sergi görünümündedir. Ayrıca Bursa, Buhara ve Bosna gibi İslam sanatlarının yoğrulduğu en önemli şehrimizden biri olması hasebiyle, bu sergiye ev sahipliği yapma şerefini üzerinde taşıyacak bir güzide şehrimizdir.” sözleriyle tamamladı.

Biz de bir şey katmalıyız

Vali adına sergiye katılan Bursa Vali Yardımcısı Samet Elcoşkun’un konuşmasından sonra sıra, seminere geldi. Bu aşamada ilk sözü alan Doç. Dr. Sacit Açıkgözoğlu, “Ustalar bize büyük ve güzel bir miras bıraktılar. Şimdi bize düşen, o mirasa bir şeyler katarak o mirası gelecek kuşaklara aktarmaktır. Eğer eskilerin bıraktıklarına bir şey katamazsak, bu, kuru bir övünmeden öteye gidemez. Bu yüzden biz, bize bırakılan mirasa bir şeyler katarak bu mirası sonraki kuşaklara aktarmalıyız.” diyerek bize düşen görevin ne olduğunun altını kalın bir çizgiyle çizdi.

Ustalar, depremden daha çok zarar verdi

Programda yer almasına rağmen, aniden ortaya çıkan bir sağlık sorunu yüzünden ameliyat olması gereken Semih İrteş’in yerine öğrencisi Recep Cengiz sunum yaptı. Sunumda Recep Cengiz, “Altı yüz yıllık geçmişinde birçok onarım gören Ulu Cami, 1855 depreminden sonra neredeyse yeniden yapıldı. 1857 yılında Osmanlı sultanı tarafından onarımına karar verilen caminin onarımı yapılırken, onarımı yapan ustalar birçok esere inanılmaz derecede zarar vermişlerdir. Caminin her tarafını içine mum karıştırılmış plastik boya ile badana yapan ustalar, altın yaldızları, duvar süslemelerini, bazı hatları boyayla kapatmışlardı. Üstü boyayla kapatılmış olan bu sanat eserleri, boyanın verdiği zarardan çok etkilenmiştir. Günümüzde bu badana temizlenmiş ve hatlar ile yaldız süslemeler aslına uygun bir hale getirilmiştir. Özellikle 2006-2009 yılları arasında yapılan restorasyon çalışmalarıyla, cami ve camideki eserler tam anlamıyla onarılmış ve her şey aslında uygun hale getirilmiştir.” diyerek, iş bilmez insanların yol açtığı zararların boyutlarına dikkat çekti.

Hat zengini iki cami

Seminerin diğer konuşmacısı Prof. Dr. Uğur Derman, Türkiye’de çok sayıda hattıyla bilinen iki camiden birinin Bursa Ulu Cami, diğerinin de Edirne’deki Eski Cami olduğunu söyleyerek, kendisinin Ulu Cami’den bahsedeceğini ifade etti. Konuşmasında özellikle Ulu Cami’deki hatlardan bahseden Uğur Derman, konuyla ilgili, “Biz yakın zamana kadar Ulu Cami’deki hatların orijinal olduğunu düşünürdük. Ama elimize geçen bir belge, bunun böyle olmadığını söylüyor. Belgede, 1855 depreminden sonra köşe ayaklarının üzerine yazılan hatların, kâğıda birebir kopyasının çıkarılıp asıl yerlerinden biraz daha yukarıya yeniden yazıldığını öğreniyoruz. 1855 depreminden sonra yıkılıp adeta yeniden inşa edilen Ulu Cami’deki hatların onarımı için görevlendirilen hattatlar Abdulfettah Efendi ve Şefik Efendiler, bu çalışmaları yaparlarken bazı yazıların kâğıda birebir kopyasını alarak asıl yerlerinden daha yükseğe yazmışlardır. Ama bu hattatların yazdıkları bu hatların aslına uygun olarak yazdıklarından da eminiz. Bunun dışında, Ulu Cami’de yer alan bütün hatlara baktığımızda, bütün hatların aynı değerde ve aynı güzellikte olduklarını da söyleyemeyiz. Buraya yazılmış bazı hatlarda klasik tarzın olmadığını görüyoruz. Bunlar da bize, hem müdahale olduğunu, hem de bazı hatların yeniden yazıldığını düşündürtüyor.” diyerek çok önemli bir konuya dikkat çekti.

Maşaallah derim

Seminerin son konuşmacısı Hattat Hasan Çelebi de, uzun yıllardır önüne set çekilen klasik sanatların yeniden milletle buluşmasının kendinde uyandırdığı duyguları şöyle ifade etti: “Biz geçmişte çok büyük zahmetler çektik. Yokluk gördük, yoksulluk gördük. Bir kuşağın dinden, imandan, sanattan uzak yetiştirilmek istenmesi çabalarına şahit olduk. Hele ki bağrında İslam’ın izini taşıyan güzel sanatlarımızın yok edilmeye çalışıldığını gördük. Ama şükür ki artık bu zorluklar aşıldı ve bu sergi ile birlikte yeni bir dönem başladı. Ben buna sadece maşallah derim.”

Seminerden sonra, sergide yer alan sanat ürünleri ilgililerinin ziyaretine açıldı.

 

Ahmet Serin bildirdi