Yoksulluk da içimizde, cennet de

"Modern insan, ne doğana seviniyor ne ölene üzülüyordur. Evvelce ağaçlara, kuşlara selam veren insan, toprak toplumundayken parçası olduğu doğanın yabancısıdır artık." Sakine Odabaşı yazdı.

Yoksulluk da içimizde, cennet de

         

Allah, insanı eşref-i mahlukat yani yaratılmışların en şereflisi olarak yaratmış ve Allah’ın halifesi olarak dünyaya göndermiştir. Bir rivayete göre insan kelimesi “ünsiyet etmek, alışmak, dostluk kurmak” kökünden gelmektedir. Allah, mükerrem kıldığı insanın Rabb’ini anarak onunla yakınlık kurmasını, diğer mahlukatla ve hemcinsleriyle şefkat hisleriyle perçinlenmiş bir dostluk içinde yaşamasını murad etmiştir.

Rönesans ve reform hareketleri, peşi sıra gelen Fransız İhtilali ve onun doğurduğu aydınlanma felsefesi; insan aklına duyulan güveni artırmış, insanın aklıyla dünyayı cennete çevireceği fikrini doğurmuştur. Oysa insanoğlunun zalimliği, cahilliği, tamahı ve açgözlülüğü; insanın insanın kurdu olduğu -Kafka’nın deyimiyle- bir korku çağını doğurmuş ve dünya savaşlarının da vuku bulması ile yeryüzü bir cehenneme dönmüştür. Nietzsche’nin belirttiği gibi insanoğlu kalbindeki “Tanrı’yı öldürmüş”, tanrısız bir dünyada insanların birbirine ve doğaya karşı duyduğu şefkat, saygı hisleri tükenmiş, böylece bütün denge bozulmuştur. Artık ne insanın ne de hayatın bir anlamı vardır. İnsanoğlu Tanrı’ya yabancılaştığı gibi doğaya ve diğer insanlara da yabancılaşmıştır. Yüksek kule gibi apartmanlarda yaşayan insan, “alüminyum çerçeveli geniş pencereden tomurcuklarını ansızın patlatıveren bir akasya”nın farkına bile varamamaktadır. Modern insan, ne doğana seviniyor ne ölene üzülüyordur. Evvelce ağaçlara, kuşlara selam veren insan, toprak toplumundayken parçası olduğu doğanın yabancısıdır artık.

Modern insanın yaşadığı bu yabancılaşma çıkmazı Mustafa Kutlu’nun eserlerinde sıkça işlenen bir temadır. Onun en sevilen hikâyelerinden biri olan Yoksulluk İçimizde adlı eserinde dünyaya dair heveslerle dolu olan bir genç kız olan Süheyla’nın sevdiği Engin isimli gencin zengin bir kızı tercih etmesiyle yaşadığı duygusal çöküş anlatılmaktadır. Mustafa Kutlu’nun Hikem-i Ataiye’den alıntıladığı bir cümle ile “Ne ki senden alınmıştır, o senin hayrınadır.” sözü uyarınca bu kaybediş Süheyla’ya hayır kapılarını açmıştır. Çöküş, Süheyla’nın içinde bir boşluk yaratarak onu büyük bir arayışa yöneltmiş ve nihayet dünyaya dair ne varsa elinin tersi ile iterek Allah’a ve maneviyata yönelmesine vesile olmuştur. Süheyla, süvet çizmelerini, şampuanlarını, diplomalarını, taksitle aldığı kürkünü, Elizabet Taylor’a benzeyen kaşlarını geride bırakmış; “hayatın indirimli satışlardan bir süveter almaktan öte bir anlamı” olduğunu fark etmiştir. Hayat, bir imtihandır. Süheyla “Sana ne oluyor?” diye soran annesine, “Anne, ben Müslüman oldum.” cevabını verir.

Bundan sonra o, Allah’la ünsiyet, bağ kuramamış modern insanın aksine ona yabancılaşmamış insandır. Maneviyata döndüğü için kendisine aşağılayıcı gözlerle bakan toplumun tavrı onu incitmiyordur. Çünkü o yüzünü maddiyatın çevirdiği bir dünyada birbirine yabancılaşmış modern insana değil de eşref-i mahlukat olan ve birbirlerini Allah için seven insanlara çevirmiştir. İçinde Kur’an-ı Kerim okunan evlerde bulunan bu nur yüzlü insanlar ona, “sevdiği şeylerden infak etmedikçe gerçek iyiliğe ulaşamayacağını” söylemektedir. İşte Süheyla da dünyanın süsünün ve cazibesinin toplandığı Engin’i feda etmiştir. Böylece o, gerçek iyiliğe ve manevi zenginliğe ulaşarak kendi içindeki yoksulluğu ve cenneti bulmuştur.

Sakine Odabaşı

YORUM EKLE