Yavaşlık, ânını değerlendirmek ve insana güzel bakabilmektir.

Yavaş olmak, önemlidir çünkü hızlı olmanın getirdiği sorunların ilacıdır. İş, ev, telefon, televizyon ve alışveriş arasında yaşarken hayatlarımızı, kendi içimize bakmayı, sevdiklerimize bakmayı giderek unutuyoruz. Kemal Sayar “Yavaşla” kitabında, modern hayatın karmaşası içinde yavaş kalabilmenin, insanın kendisine ve sevdiklerine zaman ayırabilmesinin önemini anlatıyor.

Yavaşlık, ânını değerlendirmek ve insana güzel bakabilmektir.

Yavaş Olmanın Güzelliği

Yürüyerek kolayca gidebileceğimiz yerlere bile arabayla gitmeyi tercih ediyoruz bugün, “otomobil uçar, gider” çünkü. Arabasına binen biri uzak yerlere bile istediği yoldan, istediği hızla gidebilir. Hız yapmak bize zaman kazandırmıyor aslında çünkü hızlı gittiğimiz için daha da uzaklara giderek zamanımızı yine yollarda harcamış oluyoruz.

Hız yapan arabamızla otoyolları kullanarak istediğimiz yerlere gidebiliyoruz ancak bu otoyollar doğayla duygusal bağımızı kesintiye uğratıyor. İçinde yaşadığımız doğayı fark edemeden ulaşıyoruz, gideceğimiz yerlere. Arabayla hız yapmak kirliliktir, yolları kirletir, çökertir ve çok sayıda insan için hayati tehdit oluşturur. Modern insanın bencilliğinin zirvesidir, araba sevdası.

Toplumdaki artan hareketlilik ve hızla birlikte o toplumda yaşayan insanlar arasında uçurum oluşur. Bu uçurum, özel taşıtlarıyla yolculuk yapanlarla toplu taşıma araçlarını kullanan insanlar arasında daha da derinleşir. Genç olduğu veya yaşlı olduğu için yahut da maddi durumu el vermediği için araba kullanamayan insanlar ikinci sınıf vatandaş oluverir. Araba sahibi olmakla, hız yapmakla ilerleme sağladığını düşünen anlayışın yanlış olduğunu, bilmek gerekir.

Yürüyerek gidilebilecek yerlere yürümeli, yürürken seyretmeli, düşünmenin tadına varmalı, insan.

Son zamanlarda hızlanmanın etkisiyle çocuklarımız bile çabuk büyümeleri gerektiği baskısına maruz kalıyor. Televizyon ve internet yüzünden çocuklar kendilerinden saklanan hayatın gerçeklerini çabuk öğreniyor. Böylece yetişkinlik ve çocukluk arasındaki sınırlar karmaşıklaşıyor. Bazı aileler de çocuklarının çabuk büyümesinde medya kadar etkin olabiliyor. Dâhi çocuk yetiştirme isteğiyle çocuklarını hep bir adım daha ileri gitmeleri için zorluyorlar. Ancak bu zihinsel zorlamayla duygusal gelişimi hızlandırmak mümkün olmuyor. Bunun sonucunda da ergenlik dönemi boyunca sorunlu, üzüntü veren bir çocuk yetiştirmiş oluyorlar. Hâlbuki çocukların gelişmek, büyümek ve öğrenmek için zamana ihtiyaçları vardır, hızlı olmaya değil. Çocukların çocukluklarını yaşamaya ihtiyaçları vardır. Biz nasıl düşe kalka, çamurda kirlenerek büyüdüysek onlar da anne/babalarına güven duydukları bir ortamda seçimler yaparak, hatalar yaparak büyüsünler.

Ebeveynler çocuklarının ritimlerini bilerek buna cevap verirlerse duygusal gelişimlerine büyük katkı sağlamış olurlar çünkü böyle çocuklar; çocukluk ve gençlik dönemlerinde duygusal dünyalarını yönetmekte daha başarılı olur.

Saldırganlık içeren oyunlarla büyüyen çocuklar, “hızlının iyi olduğuna” şartlanmış oluyor. Bu oyunların etkisiyle beyindeki bazı bölgeler etkisiz hâle geldiğinden başkalarının acısını hissedemez hâle gelen çocuklar, saldırgan kişilikleri olmadığı hâlde kavgacı olabiliyor.

Çocukları oyun başından kaldırıp onlarla uzun uzun sohbet etmemiz gerekiyor. Hızlı değil zamanın tadını çıkararak yavaş yavaş büyümek, onların hakkı.

Çocuklar sanal ortamlarda değil sınıf içinde ve aile sıcaklığında konuşarak kendilerini anlatmaya, teşvik edilmelidir.

Hızlı değil yavaşça, usul usul.

Yavaş olmak, önemlidir çünkü hızlı olmanın getirdiği sorunların ilacıdır. İş, ev, telefon, televizyon ve alışveriş arasında yaşarken hayatlarımızı, kendi içimize bakmayı, sevdiklerimize bakmayı giderek unutuyoruz. Kemal Sayar “Yavaşla” kitabında, modern hayatın karmaşası içinde yavaş kalabilmenin, insanın kendisine ve sevdiklerine zaman ayırabilmesinin önemini anlatıyor.

Hayat Geri Gelmiyor

Başarı artık kazanç artışıyla ölçülen bir kavram olmuştur. Çok kazanan, az kazanandan daha iyi kabul edilmektedir. Kazanç artışı karşısında özel hayatın kötü olması, önemli değildir.

Kazanç bize konforlu bir hayat sunabilir. Para bize bu konforu sağladıkça çalışmanın, ziyan ettiği hayat telafi edilmiş gibi görünür ancak bunlara rağmen ruhumuzda bir sızı olması mümkündür. Çünkü bazılarımız için ömrümüz daha kıymetli olabilir. Ruh, kendini gerçekleştirmek ister, hikâyeleri olsun ister.

Teknoloji, işimizi eve taşır. Kapanmayan cep telefonları, ailemizle geçireceğimiz kaliteli zamandan çalar. Hâlbuki kendimize ve sevdiklerimize ayıracağımız zaman ve eğlencenin yeri, ihtiyaçlar listesinin en altları değil en üstleri olmalıdır.

Cep telefonlarıyla birlikte özel alanların özelliği de bozuldu, kişisel zaman diye bir şey kalmadı. Konserlerde, sinemada, konferanslarda, karşılıklı konuşma anlarında öncelik daima çalan telefona verilir, oldu. Yani teknoloji, hayatın doğallığına da müdahale eder oldu. Hız, uyuşturdu bizleri. Artık her yerde gibiyiz ama hiçbir yerde değiliz. Arkadaşımızla sohbet ediyor gibiyiz fakat cep telefonumuzdaki başka sohbetlerin içindeyiz. 

Her şeyin bu kadar hızlı olmasından önce doğaya bakış bile daha farklıydı. İnsanların manzarayı izleme şekli bile değişti şimdi. Geçilen yerlerin sesi, kokusu duyulmadan geçip gidilir, oldu.

Bedenlerimiz hıza programlı değildir dolayısıyla hızlı hayatlarımız sonucu bedensel ve ruhsal hastalıklarda artış yaşanıyor.

Hayatın öncelikleri konusunda kafası karıştı, modern insanın. İş mi önce gelmeli, kişisel zaman mı?

Zaman, sevmek için de gereklidir; öğrenmek için de. Yavaş olan, telaşsız olan her şey daha güzeldir.

Modern dünyanın bizden sürekli hızlı olmamızı istemesiyle ortaya çıkan zaman hastalığı, bize daima acele etmemiz gerektiğini, zamanımızın olmadığını dikte ediyor. Ve bu hastalık, daha da ileri boyutta tükenmişlik olarak gösteriyor, kendini. Mutsuzluklarından kaçmaya çalışan insanlar daha da hızlanıyorlar ve hızlanarak unutuyorlar.

Hızlı yemek yemenin vücudumuza verdiği zararlar da azımsanacak gibi değil. Bu zararlardan kurtulmak için ortaya çıkan “yavaş besin hareketi” de gitgide yaygınlaşıyor. Oysaki dostlarla sohbet ederek, yediklerimize şükrederek yenilen yemekler, bizi daha insan yapar.

Doğayı telaşlandırmak imkânsızdır. Ne yaparsak yapalım, yağmuru, rüzgârı, güneşin doğuşunu acele ettiremeyiz, her şeyin kendi zamanı vardır çünkü. Bizim kendi dünyamızın da kendi zamanı, ritmi vardır. O ritme bağlı kalırsak daha anlamlı bir hayat yaşamamız mümkün olur. Bunun için de beklemek, sabretmek gerekir. Böylece hayatımızdaki ayrıntıları da daha iyi fark etmiş oluruz.

Sürekli çevrimiçi olmaya çalışıyoruz, bugün. Kendimizi fişten çekersek etkisiz olmaktan, geri kalmaktan korkuyoruz. Tersine, çok şeyle aynı zamanda uğraşmak yerine tek bir şeye yoğunlaşabilsek daha üretken, daha verimli işler yapmış oluruz. Birçoğumuz kırgınlıktan, yorgunluktan şikâyetçiyiz. Sanılanın aksine dijital hamallığı, bizi daha canlı tutmaz, bilakis ruhsal çöküntüye sebep olur.

Dijital bağımlıklarımızı dayanabileceğimiz bir süre arkamızda bırakmayı başarabilirsek zamanın yavaşlamaya başladığını, fark ederiz. Hayatın doğal ritminde etrafımızdaki dünyayla etkileşime geçerek daha anlamlı bir hayata yol almak, kendimize sağladığımız nefes alma zamanı olur.

Mutsuzluk

Önceki çağlarda insanlar hastalık, acı ve ölüm gibi gerçeklerle daha kolay baş edebiliyordu. Günümüzde bedenlerinden aldıkları işaretlere daha duyarlı olan modern insan, bu işaretleri hastalık saymakta da çok aceleci. Tıbben açıklanamayan kronik yorgunluk, huzursuz bağırsak, fibromiyalji gibi modern salgınlar, insanın yaşama biçimiyle ilgili ve daha çok içsel huzuru yakalayamamış insanlarda görülüyor. Acı, üzüntü olgunlaşma sebebi, iyi bir öğretmendir hâlbuki.

Son zamanlarda, kırılgan kızlarla daha çok karşılaşır olduk. Henüz hayatla savaşmadan kendilerini mağlup sayar, mutsuzluğa hapseder bu kızlar. Dünya kötüdür ve saklanmak gerekir onlara göre. Sevilme açlığının açtığı yaraları vardır. Onları ısıtacak, hayata çıkaracak bir yürek arzu ederler. Kimi zaman sarıp sarmalayan bir anne kimi zaman kendini adayan bir âşık desteğiyle hayata katılmaları mümkün olur ama içlerinde taşıdıkları sızı zaman zaman dışarı vurur, kendini.

Genç insanların kendine ve dünyaya yabancılaşması, tabiattan kopmasıyla başladı. Tabiatla arasına duvarlar ördü ve o duvarlar zindanı oldu. Yalnızlık, kaygıların en acı olanı ve maalesef giderek daha da yalnızlaşıyor, insan. 

Son yıllarda, ülkemizde bu kadar çok alışveriş merkezi ve spor salonu açılmasının, roman yazılmasının sebeplerini düşünmek gerekir. İnsanlar, hikâye anlatmak isteyen varlıklardır. Böyle olduğu için çoğu insan kendi hikâyesinin mutlaka anlatılması gerektiğini düşünerek daha çok roman yazar oldu. Edebi metinler, ruhu olmayan oyuncaklara döndü.

Zamanımızın en büyük tesellisi; alışveriştir. İnsanlar alışveriş merkezlerinde görmek ve görülmek istiyor. Yalnız kalabalıklar, ruhlarının açlığını gidermek için alışveriş merkezlerinde geziniyor, roman okuyor ama yalnızlıkları daha da büyüyor. Çünkü ruhu yoktur oraların, merhametin tesellisi, sükûnet ve içe dönüş mekânı yoktur.

Yapılan sosyal/psikoloji çalışmalarında zenginliğin, mutluluk üzerindeki etkisinin giderek azaldığı, görülüyor. Yani insanlar zenginleştikçe daha mutlu olmuyor çünkü mutluluğu sağlayan en önemli faktör; yakın sosyal ilişkilerdir. “Kalpten kalbe bir yol var ve işte o yol, insanları mutlu ediyor.”

Modern dünyada seçeneklerimiz arttı ama aklımız onlarda kaldığı için seçimlerimizden aldığımız doyum azaldı. Seçeneklerin artması ne yazık ki beklentiyi de arttırdı ve seçimimizle mutlu olmak yerine seçmediklerimize duyduğumuz özlemle, hayal kırıklıklarımız arttı.

Mutluluğun sırlarından biri, elimizdeki şeyleri olduğu gibi kabullenmek ve onları daha iyisiyle kıyaslamamaktır.

Mal, Mülk, Zenginlik!

İnsanlar; alışverişe ve tüketmeye, kazanma ve harcamaya önem verdikçe zamanlarının çoğunu, eşyaların maddi değerini düşünmeye harcadıkça diğer insanlara da bir nesne gibi davranmaya başlar. Karşı tarafın duygularını, arzularını görmezden gelir. Maddeci değerlerin hüküm sürdüğü toplumda, aileleri ve arkadaşları birbirine bağlayan bağların zayıflamasıyla yakınlık da yok olup gider.

İnsan sosyal bir varlık olması sebebiyle dostluk ve ilişki ister, birbirine güvenmek ister. Ne yazık ki dünyada güvenin azaldığı, görülüyor. Evlerde, okullarda sağlam bir ahlak eğitimi verilerek zayıflayan güven duygusunun güçlendirilmesi gerekiyor.

İnsanın yanındaki sevecen anne/babalar, çocukluk ve gençlik dostları, yakın ilişkide olduğu kişiler, zorluklarla mücadelesinde güçlü birer dayanaktır. Olumlu duygular yaşayan insanların, sorunları çözebilme yetenekleri daha güçlü olur. Bu insanların beden ve ruh sağlıkları da olumsuz duygular yaşayanlara göre daha iyi olur.

Batı uygarlığının aksine Doğu’da yaşlılık; tecrübe demektir, bilgi demektir, bilgelik demektir. Yaşlılarıyla beraber büyüyen çocukların aidiyet duygusu, çekirdek ailede veya tek ebeveynli evlerde büyüyen çocuklara göre daha kuvvetli olur.

Benlik Duygusu

Günümüzde pek çok insan için hayatın amacı; ne olursa olsun başarmaktır. Başarmak için her şey meşrudur. Kişi eğer başarmışsa kutsanır âdeta. Başarmış olmak için iyi bir bilim adamı olmak gerekmiyor bugün, iyi bir vatansever olmak da gerekmiyor. Şöhret, para ve iktidar daha büyük başarı ölçütleri oldu maalesef.

Herhangi bir şey; şahsi menfaatlerimize hizmet ediyorsa “iyi” olarak kabul ediliyor. Ahlâkın genel kuralları geçerliliğini yitiriyor, kişisel çıkarlar karşısında. Aşk bile kişinin kendisiyle ilgili bir durum artık. Benmerkezci insanlar, başka biri için fedakârlık yapmıyor. İlişkiler kısa ömürlü çünkü kendi benliğini esas alan insanlar, diğerlerine güven duymuyor. Hâlbuki sosyal hayat, güven duygusuna muhtaçtır.

Ölümü kabul eden insanlar, bu hayatın geçiciliğinin farkındadır ve geçici hayatlarına anlam katabilirler. Kendi küçük dünyalarından çıkıp büyük resme bakabilen insanlar; adam olmak ihtiyacını, duyacaktır. Bazı insanlar, hayatları boyunca parayı merkezde tutar, bazıları da iktidarı. Hepsinin altında kendi güvensizliklerini iyileştirme telaşı vardır. Hâlbuki iyilik ve güzelliğin peşinde olmaktan daha anlamlı bir şey yoktur.

Hayatlarımızda zalimlik, cinayet, savaş gibi kötü eylemlerden çok, anlayış ve empati gibi duygulara yer vermeliyiz. Ahlâkın temelinde empati duygusu yatar ve bu duyguya sahip insanlar yani başkalarının acısını hissedebilen insanlar, onlara yardım etmek için harekete geçmekten geri durmaz. Bu yardım etme duygusunun, insanın yaradılışında olduğuna dair çalışmalar vardır. Kimileri için iyilik sadece kendinden olana yardım etmekken kimilerine göreyse kime yardım edildiği değil yardımın kendisi; iyiliktir.

Kişisel Gizliliğe Ne Oldu?

Geçmişte özel alan, mahremiyet kavramları çok farklıydı, bugün ise kişilerin özel hayatlarını, toplum önünde sergilemesi bekleniyor. Acısını, kederini milyonların önünde yaşayan insanların daha cesur ve başarılı olduğuna inanıyoruz. Bilakis keder, insanın kendisinin yalnız yaşayacağı bir duygudur, onu olgunlaştırır.

Teknoloji çağında her şey kayıt altında. Kameralar, bilgisayarlar, internet aracılığıyla hayatlarımız takip ediliyor, hakkımızda bilgi toplanıyor ve bu bilgiler sahada belirleyici oluyor. Bu bilgilere göre tüketici eğilimleri tespit ediliyor, ona göre reklam stratejileri belirleniyor. Hatta kredi başvurularımız bile bilgimiz dışında toplanan bu bilgiler ışığında değerlendiriliyor.

Günümüzde herkes görülmek, duyulmak istiyor. “Gizleyecek bir şeyim yok” gerekçesiyle mahremiyetini, başkalarına açıyor. İnternetteki sohbet odalarında, televizyon kanallarında sırlarını ortaya dökmekte sakınca görmüyor. Herkes konuşuyor ama pek azı dinliyor.

İnternet çağında insanla, eskisi kadar dost sıcaklığına ihtiyaç duymuyor, daha da yalnızlaşıyor. Yüz yüze görüşmeyen insanlar, birbirine daha çok açılmak zorunda kalıyor. Böyle olunca da sanal ilişkiler yüzünden karşıdakinin tepkilerini ölçme şansı olmadan kurulan ilişkilerde daha çok hayal kırıklığı yaşanıyor.

YORUM EKLE

banner36