GİRİŞ
Necip Fazıl Kısakürek, 1949 yılında Büyük Doğu Cemiyeti’nin kuruluşu sonrası yıllarca Anadolu şehirlerini gezmiş ve büyük idealinin temel taşlarını, ana gayesini ve nihai hedeflerini duyurmayı amaçlamıştır. Bu toplantıların konuları farklı olsa da özünde hep aynı manayı taşır: Son iki yüz yıldır yapılan devrim ve Batılılaşma adı altındaki inkılaplarla eritilen ruhumuzu tekrar canlandırmak. Böylece tüm insanlığın ihtiyacı olan ilaç, Türklerin ruh ve madde dünyasını yeniden kazanmasıyla bulunacak ve bu buluşa Batılılar bile hayranlıkla bakacaktır. Necip Fazıl’ın bu idealini kavramlaştırdığı kelime “ideolocya”dır.
İman ve Aksiyon adlı eser de bu ideali içermektedir. Gençlere dava şuuru aşılama, Müslümanlara kelime-i şehadetten sonra amel dairesinde yapmaları gerekenleri hatırlatma amacını güder ve hem İslâm dünyasından hem de Batı dünyasından aksiyonun yani fikrin eyleme dönüşmesinin örneklerini sunar.
Eserde farklı tarih ve şehirlerde sunulan iki ayrı konferans bulunuyor. “İman ve Aksiyon” konferansı Erzurum’da, “Özlediğimiz Nesil” konferansı ise Kayseri’de yapılmıştır. Bu konuşmalar Büyük Doğu Cemiyeti’nin kendi yayın kuruluşu tarafından yazıya aktarılmış ve kitaplaştırılarak okuyucuya sunulmuştur.
Aksiyon Nedir?
Aksiyon, Fransız kökenli bir kelimedir ve “şuurlu hareket etme, tesir ve hamle” manalarına gelir. Biz bu konferansımızda elbette bu kelimenin lügat manasından daha fazlasına değineceğiz. Öncelikle şunu bilelim ki aksiyon sadece basit bir fiil demek değildir; o, eyleme dökülmüş fikirdir. Aksiyon, onu ortaya koyan fikrin, ideanın hâl tercümesi gibidir.
Dilimizdeki en uygun karşılığı ise “amel” kelimesidir. Bir iş ve oluş ile onu ortaya koyan fikrin ahenkli uyumu demektir. Artık anlamış olmalıyız ki aksiyon basit bir fiil değil; cemiyeti aşan bir yenilik ortaya koyacak türden bir ameldir. Peki, böyle bir eylemi hayvan yapabilir mi? Elbette yapamaz; o hâlde bellidir, aksiyon insan işidir ve dahası iman eden, inanan insan işidir. Fikir, bir imana bağlanmadan herhangi bir fiilinde tesirli olamayacağına göre o, ancak iman ile harmanlanırsa gerçek manada aksiyona dönüşebilir.
Neden aksiyonun bir imana ihtiyacı var?
Mesela; makinenin keşfi bir eylemdir fakat makinenin işleyişi asla aksiyon değildir. O, motomot kendisine ne programlandıysa ona göre eylem yapar. Ruh içermeyen bir varlığın fiili asla aksiyon olamaz. İçinde ruh barındıran aksiyon da bunu inanç değerleriyle ortaya koymuştur. Buradan anlaşılıyor ki bir makine asla ve asla insan seviyesinde iş göremez. Bu gerçek ortada olduğu hâlde materyalist ve komünistler makineye tapmaya, ruhu reddedip her şeyin bir makine gibi iş gördüğüne inanmaya ve onu bir put olarak görmeye devam etmektedirler.
Bir makine, kalabalıkların karşısına çıkıp onları ardına alan bir lider olabilir mi? Onlara kurtuluş yollarını gösterebilir mi? İşte bu ne kadar imkânsız ise ruh ve iman olmadan gerçek bir aksiyon ortaya koymak da o kadar imkânsızdır.
İslâm ve Aksiyon
İslâm, iman ruhunun tükenmez aksiyonudur. Bir Müslüman kelime-i şehadet getirdikten sonra yapacağı birkaç ibadet ile görevini tamamladığını düşünemez hatta böyle bir iman iddiasından utanmak gerekir. Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet aksiyona işaret etmektedir ve buradan hareketle devamlı bir eylem hâlinde olmamız gerektiği ortaya çıkmış oluyor.
“Bismillâhirrahmânirrahîm.” Besmele aksiyonun anahtarıdır; Allah rızası gözetilerek yapılacak her işte dilimizden besmele dökülür. Allah, insanı iş eylesin, amel etsin diye yaratmıştır ve besmele de o işlerin anahtarıdır. Açık ya da kapalı anlamlarla aksiyon emrini içeren bazı ayet-i kerimeler şunlardır:
Bakara Suresi, 30. Ayet: “Hani Rabbin, meleklere, muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım demişti.” Ayette geçen halife olmak tabiri, bariz şekilde amelde bulunmayı zorunlu kılmaktadır.
Enfal Suresi, 65. Ayet: “Ey Nebi! Müminleri gazaya teşvik et! Eğer içinizden sabır ve sebat sahibi yirmi kişi çıkarsa bu yirmi, iki yüze yeter. Sizden yüz, onların bininden üstündür. Çünkü çarpıştıklarınız anlamazlar güruhudur.” Bu ayet, aksiyonun sırrını barındırıyor ve iman eden bir kişinin on kat insana denk geleceğini söylüyor.
Enfal Suresi, 73. Ayet: “Kâfirler bile birbirlerinin yardımcılarıdır. Eğer siz bunu yapamazsanız yeryüzünde büyük bir fesat olur.” İlk cümledeki mana önünde titremek gerekir. “Kâfirler bile…” Yani küfür ehli oldukları hâlde kendilerini bir arada tutacak bir düzene sahipler ve eğer siz aksiyon ehli olmazsanız onlara uymak zorunda kalırsınız. İşte bu, apaçık bir aksiyon emridir.
Tevbe Suresi, 38. Ayet: “Ey müminler, size ne oldu ki Allah yolunda elbirliğiyle savaşın denilince ağırlaşıp yere mıhlandınız?” Bu ayet de aksiyonu anlamayanlar ve hayatında tatbik etmeyenler için bir uyarıdır.
Ankebut Suresi, 64. ayet ise aksiyonun asıl gayesini verir: “Bu dünya hayatı bir eğlenceden, bir oyundan başka (şey) değildir. Ahiret yurdu (na gelince:) Şüphe yok ki o, (asıl) hayatın ta kendisidir, (keşke bunu) bilmiş olsalardı...” Bu gaye, ahiret yurdunu kazanmaktır ve bu da dünya üzerinde işlenecek amellerle olacaktır. Yani denir ki dünya, ahiretin tarlasıdır. Dünya görünen yüzdür ama aslolan görünmeyen yüz olan ahirettir. İşte aksiyon, bu görünmeyen yüzü görünür kılıp ona göre amel etmektir.
Peygamberler ve Aksiyon
Artık anlamış oluyoruz ki; Allah Teâlâ, kullarından aksiyonu iyice anlamalarını ve onu uygulamalarını istiyor. Kullarının içinde ise en güçlü aksiyoncular elbette peygamberleridir. Dört büyük peygamberde ise aksiyonun en güçlü hamlelerini görüyoruz. Bunlar; kâinatın efendisi ve Allah’ın sevgilisi olan Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa’dır.
İbrahim Peygamber, önce put heykeltıraşı olan babasının, daha sonra puta tapan cemiyetinin ve en sonunda da Nemrut adlı zalim hükümdarın karşısında durur. Öyle bir iman ve amele sahiptir ki ateşe atılacağı sırada Allah’ın yardımı yetişir ve ateş ona gül bahçesi olur. Kâbe’nin Hz. Âdem aleyhisselam sonrası onun eliyle yeniden inşası ve kendi şahsi duası sonucunda neslinden nice peygamberler çıkması onun aksiyonunun kalitesini gösterir.
Musa Peygamber, Firavun ile mücadele edip kurtardığı kavmini asasıyla ikiye yardığı denizden karşı kıyıya geçirmişti. Kıymet bilmez İsrailoğulları kavmi ile uğraşmış, bir tek Allah’a tapınmaya çağırdığı hâlde onları yine altından bir buzağıya tapınırken bulmuştu. Aksiyon bu kutlu peygamberin hayatının her anında cereyan etmiştir.
İsa Peygamberin yaşamında aksiyon bariz bir şekilde görünmez. O, ölüleri diriltmiş, körleri iyileştirmiştir ama aksiyonu bir süre sonra Roma İmparatorluğunun Hristiyanlaşmasıyla görünür olmuştur.
Peygamberler peygamberi, kâinatın efendisi, Allah’ın en sevgili kulu ve resulü... Hürmetimizden ismini söylemeye imtina ettiğimiz o mukaddes peygamber… O’nun yaşamının kendisi aksiyondur ve hem davanın hem de hakka davetin zirvesidir. Allah Teâlâ O’na hitaben, “Ey örtülere bürünen nebi, kalk ve insanlara emirlerimi bildir!” dedikten sonra ayağa kalktı ve vefatına kadar amel etmekten geri durmadı. “Sağ elime güneşi, sol elime ayı verseler yine de dönmem.” dediği bu davada hem İslâm aksiyonunun nasıl yapılacağını gösterdi hem de bu işin edep ve ahlâkını belirledi.
Hukuki ve ruhi nizamı kurdu ve asıl gayenin tarifini vererek kıyamete kadar gelecek olanlara bir yol haritası sundu. Veda Haccı’nda verdiği o meşhur hutbesinden konuya dair pek çok örnek verebiliriz. Hukuki nizama en yerinde misal, “Borç eda olunur, alınan geri verilir. Hediye, hediyeyle karşılık görür, başkasına kefalet olan kefaletinin sorumluluğunu yüklenir.” buyruğudur. Ruhi nizama ise “Ey insanlar, mübalağa ve ifrattan çekininiz! Sizden evvelkilerin helak olmalarına, ifratları ve hududu taşırmaları sebep oldu!” hadisi örnektir.
Gayenin tarifini aldığımız hadis ise şudur: “İşte zaman, devrini tekrarlayarak Allah’ın yeri ve göğü yarattığı ilk andaki heyetine döndü.” Manası; zamanın bir amaç uğrunda çalıştığı, o amacın da artık yeryüzünde olduğudur. Amaç, Resulullah Aleyhisselam’dır ve O da aksiyonunu tamamlamıştır.
Bu arada bir parantez açıp İslâm’da cihad mevzuundan bahsetmek isteriz. Gayrimüslimlerin İslâm’ı karalamak için cihad emirlerini yanlış yorumlamaları çok meşhurdur. Özellikle Hristiyanların yanlış telkinleriyle insanlar, İslâm’ın merhametsiz bir kılıç dini olduğunu düşünüyorlar. Gerçek şudur ki İslâm’ın elindeki kılıç, ameliyathanedeki doktorun elindeki neşter hükmündedir. Hasta çocuğunu ameliyat ettirmeyerek ona iyilik ettiğini zanneden anne mi daha merhametlidir yoksa onu ameliyat edip iyileştirmek isteyen doktor mu? İslâm’ın kılıcı da ucunda şifa taşır ve İslâm ile insanın arasındaki engelleri kaldırmak için cihad meydanına çıkar.
Ayrıca yine bilinir ki kişinin kendi nefsiyle cihadı her şeyden mühimdir. Hatta Peygamberimiz savaştan dönerken ordusuna, “Şimdi küçük cihaddan, büyük cihada gidiyoruz.” demek suretiyle insanın kendisiyle olan savaşını daha müşkül görmüştür.
Sahabe Efendilerimiz ve Aksiyon
Son peygamberin görevini tamamlaması sonrası raşid halifeler devri başlamıştır. Ebubekir radıyallahu anh, sahte peygamberleri bastırmış ve dinden dönen kavimlerle savaşmıştır. Onun yerine gelen Ömer radıyallahu anh ise devletin sınırlarını kat kat arttırdığı, ganimetlerin arka arkaya geldiği o muazzam devrin halifesi olarak yamalı elbiseleriyle dolaşıyordu. O, nefsiyle cihadda ulvi aksiyonu en mükemmel şekilde ortaya koyuyordu.
Yine büyük olan diğer iki halife devrinde aksiyon içe yönelmişti yani iç meseleler ve halifelik makamına yönelik kavgalarla uğraşılmıştı. Muaviye radıyallahu anh devrinde ise yine dışa dönük, sınırları zorlayan bir cihad örnekliği sergilendi, fakat kökte zedelenmeler, ayrılmalar baş göstermeye başladı.
Sahabe efendilerimiz aksiyonu öyle derinden, öyle muntazam anlamışlardı ki onların bu hâlini en iyi ifade eden Hasan Basri Hazretleri olmuştur. Etrafındaki insanlar onu, sahabeye benzetince, “Ben nasıl sahabeye eş olabilirim ki? Siz onları görseydiniz divane derdiniz; onlar da sizi görselerdi, bunlar Müslüman değil, derlerdi!” diyerek daha İslâm’ın ilk yıllarında aradaki farkı ortaya koymuştur.
Dünyadan Aksiyon Örnekleri
Buraya kadar anlattıklarımız aksiyonun öz hakikatiydi yani iman ile yoğrulmuş hâliydi. Şimdi ise sadece aklı önceleyen aksiyonun örneklerini görmeye çalışalım ve dünyada meşhur olan isimlerden bahsedelim.
Eski Yunan tarihi aksiyon örnekleriyle doludur. Bâtıl da olsa büyük bir medeniyet kurmuş; bilim, felsefe, edebiyat ve siyasette yüksek mertebelere çıkmışlardır. Bu alanlarda özgün eserler vermeleri onların aksiyonlarını sağlamlaştırmıştır. Çünkü taklit ile aksiyon asla bir arada bulunamaz. Aksiyon adamı, şahsiyet sahibi ve özgün olmak zorundadır.
Roma medeniyetinden de bahsetmeliyiz çünkü bu medeniyet, imparatorluk nizamını oluşturmuş, bütün âlemi Roma’nın çizilmiş yolları hâline getirmiştir. “Tüm yollar Roma’ya çıkar; çünkü tüm yollar Roma’dan çizilir.” deyimi bu anlamda önemlidir. Sezar, Roma’nın baş aksiyon adamıdır ve şöyle der: “Çizmemde bir çivi eksik olsa Roma medeniyetinin bütünü yerinde değil demektir.” Aslında bu sözün ilk manasını veren Hz. Ali radıyallahu anh’dır: “Küçük parçalara hor bakmayın, onlar bütünden habercidir.” İşte aksiyon, işte ruh...
Hristiyanlık hâkimiyetindeki aksiyona bakarsak orada Saint Poul isimli Yahudiyi görürüz ki Yahudiler bu dini bozmak için çok uğraşmışlardır. Nasıl biri olursa olsun kabul edilmelidir ki Saint Poul kendi davasını savunmuştur. Bütün Anadolu’yu yaya olarak gezmiş, yanlış da olsa inandığına ölesiye bağlanmıştır. Tanıdığım bir veli zat inanmanın gücünü şöyle özetlemişti: “İnan da istersen bir odun parçasına inan.” İnanmanın kuvveti en basitinden bir odunda dahi tesirini gösterebiliyor.
Ve Türkler… Cengiz Han, Türk ve benzer ırkların İslâm öncesi döneminin büyük imparatorudur ve aksiyoncudur. Fakat Türklerin İslâm öncesindeki çabalarının çoğu ruh taşımaz bu sebeple sadece madde planındaki bir çabadan ibarettir. Yine de bu büyük imparatorun, “Bir çivi bir nalı, bir nal bir tırnağı, bir tırnak bir ayağı, bir ayak bir atı, bir at bir kumandanı, bir kumandan da bir milleti mahveder.” sözü bize Romalının sözünü hatırlatıyor ve şuurlu bir aksiyonu icra ettiğinin mesajını veriyor.
Şimdi tekrar Avrupa’ya dönelim ve Rönesans hareketlerine değinelim. Bu hareket, Müslümanların elinde başlamalı iken maalesef Batıda başlamıştır. Roma, Yunan’ı silmişti ve Yunan medeniyetine dair hiçbir belge kalmamıştı. Batılı adamlar da Yunan medeniyetini Doğu dillerinden aldıkları metinleri kendi dillerine tercüme ederek canlandırma gayretine düştüler. Böylece bizde olan onlara geçmiş oldu ve bizde başlaması gereken onlarda başladı.
Bu dönem fikri yöndeki aksiyonun uç noktalarındandır ve aslında Hristiyanlık hâkimiyetine bir son verme girişimidir. Siyasette Machiavelli; edebiyatta Tasso; bilimde Kopernik ve Galileo; sanatta Da Vinci; fikirde Bruno ve diğerleri… Rönesans, İstanbul’un Fatih Sultan Mehmed tarafından fethedilmesiyle başlamış ve şimdinin Batı medeniyetinin temelini atmıştır. O zamanlar Batı’yı tanıyabilseydik bu gelişmeleri Kur’an-ı Kerim hükümleriyle birleştirir ve yıllar sonra ilk füzeyi icat eden toplum biz olabilirdik.
Fransız Devrimi ise başka bir aksiyon örneğidir ve Rönesans gibi Hristiyanlığa karşıt bir tepkimedir. Çünkü kilise, derebeylik ve krallık birlikteydi. Öyle ki onlara karşı hürriyet arzusuyla bir araya gelen toplum, katışıksız bir aksiyon ortaya konmuştur.
Fransa’dan bahis açılır da Napolyon’dan bahsetmemek olmaz. O sadece büyük bir asker değildir; dehadır ve halen yürürlükte olan birçok askeri kaideyi belirlemiştir. Napolyon’un temelde bir imanı ve ana gayesi yoktu; olmazların peşinde gidiyordu ama çabası ve azmi burada ondan bahsedilmeyi gerektiriyor. Mesela; bir sefer sırasında ordusunda büyük bir veba patlak vermişti ve binlerce askeri hastaydı. Oturup onların iyileşmesini beklemedi veya onları ardında da bırakmadı. Afyon ile hasta olanları öldürüp temiz olanlarıyla yoluna devam etti. Bir başka örnek de yanında birkaç güvenilir askeriyle Fransa’ya gitmesi ve daha önce indirildiği tahta yeniden oturmasıdır. Yine kendisini teslim almaya gelen bir asker grubunun karşısına tek başına çıkmış ve “Ben sizin imparatorunuzum ya beni öldürün ya da işte göğsüm, beni vurun.” diyerek göğsünü açıp beklemiştir. Nihayetinde askerler ona katılmış ve dünya tarihindeki en garip hadiselerden biri böyle yaşanmıştır. Aksiyon adamında olması gereken cesaret, kararlılık ve gözü karalık kendisinde mevcuttu fakat her şuursuz aksiyon gibi o da sönmeye mecburdu.
Şimdi de baştan aşağı düşmanımız olan aksiyonculardan bahsetmek istiyorum. Marks ve Engels Komünizmin fikir anlamında kilit kişileri iken Lenin, o fikri pratiğe döken isimdi. Bâtıl davalarında öyle ileri gitmişlerdi ki işte o adamdan ders alınması gereken bir söz: Bir toplantıda üyelerden biri kendisine, “Bu bizim hususi hayatımız, karışamazsınız.” der. Lenin de “Bir komünistin hususi hayatı yoktur; o her an davasının adamıdır!” diyerek karşılık verir. İşte Lenin’in idealistliğinin en muhterem örneği, bu konuşmasıdır.
Bu anlayış, komünistlerin değil Müslümanların olmalıydı. Asıl, Müslümanın özel hayatı olmaz, o her an davasının menfaatini düşünen bir aksiyon adamı olmalıdır.
Aksiyon Felsefesi
Sent Ogüsten aksiyonculuğun felsefesini ilk kez yapan isimdir. Ardından birçok fikir adamı gelmiştir: Nietzsche, Blondel, Rozenbourg, Heidegger… Biz burada iki ismi anacağız: Blondel ve Heidegger.
Blondel, modern bir filozoftu ve “Aksiyon” isimli bir kitap yazmıştı. Fikirlerini iki isme isnad eder: Pascal ve Sent Ogüsten. Pascal, bir insanın düşünerek dine yaklaşmasının somut örneğidir. O “Bana peygamberlerin haber verdiği Tanrı gerek; filozofların bahsettiği değil.” deme noktasına kadar gelmiş ama nasip olmadığı için imanı tadamamıştır. Blondel ise buna benzer bir tez öne sürer: “Hakikate ne saf zihinle ne de saf imanla erişilebilir. O, bütün bir amel, fiil, iş ve aksiyon hâlinde tecelli eder.”
Bu, bizim yani İslâm’ın prensibidir. Bir şey amel edilmez, hayata yansıtılmaz ise o yok hükmündedir, sözlerden öteye geçmez. Blondel yine “Bilgi bizi hareket ettirmeye asla kâfi değildir. Varlığın özü aksiyondadır.” diyerek felsefenin bitmez tükenmez boş lakırdılarına bir fiske vuruyor. Gerçek aksiyon ona göre Allah ile insan arasındaki köprüdür. Aslında farkında olmadan bir din tanımı yapmaktadır ama yine nasibi olmadığı için kapının yanına kadar gelip içeri girememiştir. Blondel’in bu bahsi tasavvuftaki hâl mertebesine benziyor. Zikir, ibadet, murakabede artık öyle bir an gelir ki bunları tasvirde kelimeler kifayetsiz kalır; tarif edilemez bir hâl durumu başlar. Keşke Blondel, İslâm tasavvufunu öğrenmiş olsaydı.
Heidegger ise makinenin mutluluk getirmediğini, insanlara bir ruh bulmak gerektiğini ve Batılı insanın kendi keşifleri eliyle öldüğünü söylemiştir. İnsan keşfettiği şeye hâkim olamazsa keşfettiği şey insana hâkim olur. Heidegger bunu durduracak bir ruh arayışının davasını gütmüştür. İnsanın bir köle olarak icat ettiği makine, insana hükmederse o zaman ruhun herhangi bir yaptırımı kalmaz. Sonuç olarak ideal yaşam, sonsuz varoluş anlamını yitirir. Egzistansiyalizm denilen bu madde planının ardındaki ruhu bulma ekolü, Fransa’da hâlen yaygın bir biçimde kabul görmektedir. Peki, ruh ne ile bulunur? Elbette iman ile bulunur.
Biraz daha beklersek tüm Batı cemiyetleri “Her şey İslâm’da.” diyecek ve bizi davet edecek. Belki biz de o zaman asıl gayenin ve aksiyonun yegâne hedefinin İslâm olduğunu anlayacağız ve böylece ötelediğimiz İslâm fikri bize cazip gelmeye başlayacak.
Aksiyonun Hikmeti
Allah’ın yarattığı her şey; evren, yeryüzü, bitkiler, hayvanlar hep kendi aksiyonlarını icra ediyorlar. Bu aksiyonun içinde tüm yaratılanların ilerlediğini görüyoruz. Herkes kendi fıtri amacına göre eylem yapıyor. İnsanın amacı da sınırsızlık yani sonsuzluktur. İşte aksiyonun ruhunu veren resim budur ve deriz ki aksiyonun ruhu ve fikri sadece İslâm’dadır.
İnsana verilen bir beşeriyet yükü yani bir emanet vardır. Bu beşeriyetin ilk özelliği kendini aşmaktır. Hem cemiyet olarak hem de birey olarak yüklenilen emanetin şuurunda olmak ve sürekli gelişerek sonsuzluğa doğru ilerlemektir. En sondaki ana gaye ise Allah’a kavuşmaktır.
İki türlü aksiyon yolu vardır: Birisi cemiyet hâlinde olup dışarıya doğru ilerler, diğeri de bireysel olup içeriye doğru gelişir. Bireysel olan büyük aksiyon yani büyük cihaddır, nefis mücadelesidir ve onun kaideleri tasavvufta bellidir.
Dışarıya doğru olan aksiyon yani küçük cihadı da asla küçük görmemek ve her daim onun için çalışmak gerekir. Dinimizde geçmişe ibret, geleceğe ise gerçekleşmemiş bir hayal nazarıyla bakılır. Aslolan yaşanan andır ve o anı en iyi şekilde değerlendirmek icap eder. O hâlde aksiyonun vakti, saati yoktur ve mümin her zaman vazifelidir, her daim aksiyon hâlindedir.
Aksiyon olmazsa ne mi olur? Şahsiyet yok olur çünkü eylem yapmayan adam, yapılanları başkasından alan adamdır ve sürekli taklit ile günü kurtarır. Fakat birileri taklit edilerek şahsiyet kazanılmaz. Şahsiyeti olmayan insanlarda da nefs ön plana çıkar, kimse birbirine güvenmez, ahlâk çöker ve hayat anlamsızlaşır. Günlük menfaatlerle çarklar bir süre döner fakat ruh öldüğü için en sonunda o çarklar da durur.
Konferansımızın sonuna gelirken şunu eklemek istiyorum ki bizim davamız ilmi ve mukaddes bir davadır. Önce küçük cihad olan nefs ile harp ettirir, ham iken pişirir sonra da şahsiyet sahibi kılar. Şahsiyet sahibi insanların oluşturduğu toplum da yenilerini oluşturmaya muktedirdir.
Özlediğimiz Nesil ve Zaman
Kelimenin gerçek manasıyla Türk Gençliği! Sizi mağlup olduğumuz kara sevdamızla selamlıyorum. Bugün bu okulda buluşmamıza kolay izin vermediler ama biz fehime kapılmayalım. “En hakiki mürşit ilimdir.” sözünün yazdığı bu kıymetli binalarını o bina sahiplerine bırakalım, bu binalara da cadde ve sokaklara da park ve bahçelere de hâkim olacağımız günü bekleyelim.
Size tüm benliğimle haykırmak istiyorum: “Artık sen varsın, gün be gün daha kati suretle var olmaktasın. Tüm ümidimiz, özlemimiz, hayalimiz sadece sensin!”
Bu kısa girişten sonra sözlerime zaman mefhumunu aydınlatmakla başlamak istiyorum. Zaman insanların en karmaşık sorunlarından biridir. Albert Einstein’a göre eşyanın dördüncü boyutudur yani derinlik, uzunluk ve genişlikten sonra dördüncü boyut zamandır. Zamanı maddeleştirmesi dışında olağanüstü bir tabirdir bu. Birçok fikir adamı Einstein gibi zaman üzerine kafa yormuştur.
Zamanın en yerinde tanımını İslâm tasavvufu yapmıştır. Öyle bir hâldir ki zaman, tüm olayların üzerinde meydana geldiği ve yok olduğu bir zemindir. Beş duyu ile görülmez bu yüzden madde değil, onun üzerindedir. Zaman sanki Allah’ın eşya ve madde üzerine bıraktığı bir balık ağıdır. Her şeyin onun içinde olduğu ve onun içinde olmayanın aslında yok olduğu bir ağ…
Zaman kareleri film karelerine benzer. Filmde bir sahnede elini oynatan adam görürüz ama aslında o sahne, o elin farklı yerlerdeki mesela çenedeki, omuzdaki ve göğüsteki karelerinin toplamıdır. İşte zaman da böyle ince nakışlı milyonlarca farklı ve birbirine zıt anlardan meydana gelir. Burada kadere yani sonsuz bir kudretin deliline yaklaşıyoruz.
Tasavvufta da vahdet-i vücud kavramı tüm zıtların bir arada toplandığını söyler ve sonunda hepsi iki zıtta birleşir: varlık ve yokluk. Allah bir varlığı yaratıyor, bir yokluğu yaratıyor ama biz o kısa anlarda hepsini var olarak görüyoruz. Düşünelim, konuşurken söylediğimiz bir kelime cümlenin sonunda kayboluyor yani bir söylüyor, bir susuyoruz o kelime de söylediğimiz zaman var oluyor, sustuğumuz zaman ise yok oluyor. İşte böyle yorucu, böyle enteresan bir olay şu zaman!
Sadece zamanı düşünmek dahi onun yaratıcısı olan Allah’a iman etmeye yeter. Fakat insanlar, zamanın içinde kendilerinin her zaman var olacaklarını, hiç ölmeyeceklerini düşünüyorlar. Bu gafletten kurtulmak için ölümün sadece bir saniyede gelebileceğini, zamanın bizim için her an durabileceğini düşünmeliyiz.
Peki, zamanı aşmak mümkün mü? Eğer yaşamaya değecek olan hayatı bulursak evet, mümkün. Gaflette olan insanlar zamana madde ile müdahale edebileceklerini zannediyorlar. Servet üzerine servet koyup kendilerini gençleştirmeye çalışıyorlar lakin bin yıl da yaşasa, iki bin yıl da yaşasa en sonunda yontulmuş bir kaleme dönmesi kaçınılmazdır.
Zamanı aşmak ne demek? Bizim asli vatanımız burası değil, ötesidir. Vatan sevgisi de işte bu fıtratımızdaki asıl vatanımızı aramamızdan geliyor. Zamanı aşma anahtarını bize verecek olan İslâm’dır. Onun dışındaki idealar iki yoldan delalete düşerler: Zamanın altında ezilenler ve zamanı oyalanacak bir süreklilik olarak görenler. Birincisi Budistlerdir; onlar zamanı hiçlik olarak görüp bu dünyada onun dışına çıkmaya çalışıyorlar, bu gerçekten manasız bir iştir. İkincisi de materyalistler yani ruhu reddedip sadece maddeyi benimseyenlerdir. Onlar da ölümü yokluk içinde yokluk olarak tasavvur eder, sahip olduğu her şeyin bir gün sonsuz bir boşlukta sallanacağını düşünür. Bu inanca sahip insan ise daha yaşarken ölür.
Fert ve Cemiyet
Batıda ferdi silip cemiyeti savunanlar olduğu gibi cemiyete önem vermeyip ferdi yüceltenler de vardır. Mesela, komünizm hayal dünyasında kurduğu bir toplum uğruna ferdi yok sayar; kapitalizm ise fertten yana menfaat sağlamak için toplumu çürütür, bozmaya çalışır. İslâm ise bu iki uç noktaya da karşıdır.
Şimdi düşünün bir insan ne kadar da cemiyetin içinde yaşarsa yaşasın, onlarla birlikte mi ölür, tek mi? Hatta binlerce kişi sözleşseler aynı anda, aynı yerde ve aynı saniyede öleceğiz deseler... Yine her biri tek başına ölmez mi? O hâlde beraber ölünmüyorsa, yaşayan da ölen de fert ise mühim olan ferttir. İslâm her ferdi birbiri üzerine katıp cemiyeti oluşturur ve o ferdi ölümsüzlüğe giden yola yönlendirir. İslâm cemiyetine giren insan zamanı hem yaşar hem de aşar.
Gençlik
Zamanın da ferdin de cemiyetin de değerini biçtikten sonra artık konumuzun ana gayesine gelebiliriz. Aslında konumuzun da davamızın da ana gayesi “gençlik”tir. Her dava bir yerinde gençliğe hitap etmek zorundadır, fakat bizim gençlere methiyeler düzme, onlara yalvarma gayemiz olamaz. Hatta bazen merhamet duygumuz nedeniyle onları azarlayabiliriz, yanlışlarını düzeltmeleri için uyarabiliriz. Bize göre genç, davanın geçit yoludur ve davanın emanetçisidir.
Gençlik kavramı sadece bedeni bir tazeliği ifade etmek için kullanılamaz. Ruhunun da dingin olması gerekir çünkü ruhu erimiş insan, genç de olsa yaşlı da olsa cemiyete fayda sağlamayacak adamdır. O hâlde gençliğin kilidi ruhundadır yani ruhun dingin ve enerjik olmasındadır. Fakat şu da var ki beden de kişinin kullandığı bir araç gibidir. Araç ne kadar yeni, hızlı ve yakıtı dolu olursa o kadar çok çalışabilir ve hedefine süratle varabilir. Sonuç olarak şöyle diyelim; ideal gençlik hem beden hem de ruh tazeliğini içinde barındırmalıdır.
Tarihte bu iki tazeliği de barındıran nice isimler vardır; biz birkaçını burada zikredelim. Fatih Sultan Mehmet, yirmi beş yaşında azimle, kararlılıkla ve dilindeki dualarla girdiği Konstantiniyye’de Peygamber övgüsüne mazhar olmuştur.
Yavuz Sultan Selim’in otuzlu yaşlarındayken bir sefer sırasında askerleri isyan ediyor ama o, atının üzerine binip haykırıyor: “Ben şu gayenin adamıyım, benimle gelmek isteyenler gelsin, gelmeyenler de hanımlarının yanına dönsün!” Tüm ordu hizaya geçiyor ve padişahlarının arkasında yerlerini alıyorlar.
Büyük Frederik, günümüz Alman ordusunun ve Alman ordu idealinin baş ismidir. Bu makamı o da çok genç yaşlarda kazanmıştır. Napolyon ise adının anıldığı yerde yaptıklarıyla göz önüne gelebilen biridir. Tam bir aksiyon adamı ve genç ruhunu, genç bedenine delice hükmettiren bir liderdir. Kendisini teslim almaya gelen askerleri cesareti ve kararlılığı ile nasıl kendisine bağladığını ve o askerlerle Paris’e nasıl girdiğini biliyorsunuz.
Bu isimler tarihte mi kalmıştır? Hayır, her gencin içinde bir fatihlik tohumu vardır. Meraklıdır, ne yapacağını, hayatını hangi yönde idame ettireceğini daha çocukken bilir. Fakat maalesef ki günümüzde gençler bu çizgiden kayıyor ve değil bir hak davayı göğüslemek, bâtıl olan siyasi ideallerin bile peşinden gitmiyor. Onların çoğu şehvetlerine esir olmuş birer köleden ibaretler.
Fatih olmak için ıstırap çekmek gerekir, ilk ve en önemli şart budur. Kömür nasıl milyonlarca sene sonra elmas oluyorsa, ham iken pişmek için de acı çekmek, beklemek ve sabretmek gerekir. Bu demek değil ki basit ve manasız şeylerle acı çekilsin; aksine günlük şeyler onu etkileyemez. O, güneş ile yanmaya niyetlenmişken kırılan ampullerin derdine düşmez.
Özlenen Neslin Vasıfları
- Aşk: Nesillerimizin kaybettiği ilk değer “aşk”tır o hâlde kazanmamız gereken ilk değer de “aşk” olmalıdır. Allah, kâinatı aşkın her hâlde görülmesi için yarattı. Neye bakarsanız bakın, göreceğiniz aşktır ama maalesef ki gafil insana tesiri yoktur. Müslümanlar aşk ile yandıkları vakit kalpleri fethettiler, gönül tahtlarına kuruldular. Ne zaman ki aşk öldü, o zaman dünyanın süsü göründü, cazip geldi. Gençler batıllara olan hazları aşk zannederek vakit öldürmekten hemen vazgeçmeli; aslolan sevgiye yönelmelidir.
- Sır İdraki ve Üstün Akıl: Üstün akıl, aklı yine akılla yenmektir. Bunun anlamı, aklın sınırı olduğunu, çürütülebileceğini yine aklı kullanarak idrak etmektir. Bunu yapan adam sır idrakine varır. Sır idraki de şeriatın derinlikleri olduğunu, İslâm kurallarının bir gaye barındırdığını bilmektir. Sır idrakine sahip olan adam “Allah bunu niye şöyle yaptı da böyle yapmadı?” gibi cevabını bilemeyeceği, bilse de kendisine faydası olmayacağı soruları sormaz. Emredilene itaat eder ve Allah’ın kudretine boyun eğer.
- Nefs ile Hesaplaşma: Bu tam anlamıyla taklidi imandan tahkiki imana geçiştir. Aileden, toplumdan alınan tüm bilgileri süzgeçten geçirme, kim olduğunu, nereden geldiğini, nereye gittiğini, ne yaptığını sorma, cevap aramadır. Batı dünyasında sanat ve bilim adamları arasında nefsiyle hesaplaşmamış olanlar, asla büyük adam olamazlar. Batılılar düşünen ve kendi yaşamı üzerine kafa yoran adamlara saygı duyar. Bizim beklediğimiz nesil de ilk önce nefsini sorgu odasına almalıdır.
- Gözü Kara Olma: Bu, aptal cesareti türünden bir şey değildir. Temkini elden bırakmayan bir kararlılık ve atılganlıktır. Tedbirini aldıktan sonra dava adamı için olmazsa olmaz şart, cesaretli olmasıdır. Âşık olan, sır idrakini bilen, nefsini hesaba çeken adam artık cesur olmaya layıktır.
- Merhamet ve Şiddet: İşte bu her kişinin değil, er kişinin harcıdır. Hz. Ömer radıyallahu anh bu işin en mükemmel örneklerinden biridir. Özlediğimiz neslin fertleri, zaten diğer insanlara merhamet ettiği ve onların sonsuz ahiret yurdunu kurtarma derdine düştüğü için dava yoluna girmiştir. Fakat yeri geldiğinde Allah’ın kanunun olduğu yerde yanlışa dur demeyi bilir, kendi ailesi bile olsa cezasını kesmekten çekinmez.
- Zarafet ve Estetik Bakış: Günümüzde en noksan noktalarımızdan biridir zarafet. İslâm bir zarafet ve incelik dini olmasına rağmen Müslümanlar İslâm’ı hoyrat, kaba ve medeniyet dışı bir din olarak gösteriyorlar. Örneğimiz o Kutlu Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem olmalıdır. O, sahabelerinin her daim temiz ve kibar olmalarını istemiştir.
- Tek Ümmet Modeli Sahabe Efendilerimiz: Müslümanın tek örneği sahabe-i kiram efendilerimizdir. Beklediğimiz nesilde görmek istediğimiz özellikler de o mübarek insanların özellikleridir. Onlar ki anlattığımız tüm vasıfları ve daha fazlasını bünyelerinde ziyadesiyle taşımaktaydılar.
Gençler, sizi bu vasıfların gelecekteki temsilcilerinin ilk numuneleri, hatta onların babaları olarak görüyorum ve sözlerimi artık nihayete erdiriyorum.
SONUÇ
Necip Fazıl Kısakürek’in konferanslar serisinden iki kesitin yer aldığı İman ve Aksiyon’un ilk bölümünde Müslümanın iman ruhunun tükenmez bir aksiyondan ibaret olduğuna vurgu yapılmaktadır. Bu öyle bir aksiyondur ki ölene kadar bitmez bir yolculuktur. İnanan insan “inandım” diyerek kenara çekilemez; ahiretin tarlası olan bu dünyada tarlasını ekip biçmekle mükelleftir. İnanan insan, inancını fiile dökmek durumundadır çünkü harekete geçirmeyen iman, sahibine kaybettiren bir imandır.
Yazar, ikinci bölümde ise yıllardır ümmet olarak hasretini çektiğimiz bir neslin vasıflarını vermiş; o vasfa sahip olan şahıslardan hem kendi medeniyetimizden hem de diğer medeniyetlerden örnekler sunmuştur. Böylece okuyucunun konuya daha geniş bir perspektiften bakmasını sağlamış, hak da olsa bâtıl da olsa inanılan bir dava uğruna nasıl yürünmesi gerektiğini göstermiştir. Gencin, bedeni de ruhu da tazedir ve o, hakikat uğruna ıstırap çeken kişidir. Özlenen neslin tüm fertleri de işte bu vasıflara sahip olan gençlerden oluşacaktır.
Hazırlayan: S.N. Elif Alsaran
Geç okudum bu kitabı. Ali Fuat basgil in gençlerle baş başa adlı eserini tavsiye edenler üstadın bu eserinden haberleri yok sanırım.