Usûlden vusûle

Prof. Dr. Yusuf Ziya Kavakçı’nın İslâm Araştırmalarında Usûl adlı eseri, alanında öncü kitaptı. Prof. Dr. Bedri Gencer’in okuyacağınız takdimle yeniden yayına hazırladığı eserin yeni baskısı Veciz Yayınları (2022) tarafından yapıldı.

Usûlden vusûle

Fetret devrinde ilim

Cumhuriyet devri Müslümanları, bir fetret devri neslidir. Bu süreçte neyi kaybettiğimizin muhasebesini halen yapabilmiş değiliz. Neyi kaybettiğini bilmeyen, neyi bulacağını da bilemez; “kök”ünü bilmeyen “köksüzlük”ün maliyetini de hesap edemez. Allah bilir, Cumhuriyet devrinde yasadığımız bütün savrulmanın temelinde, dinden dinsizliğe, imparatorluktan cumhuriyete, köyden kente geçişten kaynaklanan köksüzlüğün yol açtığı “sonradan görmelik” illeti yatıyordu.

Arapça “ed-Din fi’l-medin.” (Din, şehirdedir.) sözü, din ile medine-medeniyet arasındaki irtibatı ifade eder. Bu itibarla ilahiyatçılar dâhil, Cumhuriyet devri Müslüman akademisyenlerindeki köksüzlük, üç boyutluydu: Dinde, medeniyette, medinede köksüzlük. Bu köksüzlüğün sonucu, Mu‘tezilî âlimlerde olduğu gibi, birinin din adına konuşmasına itibar edilmesi için gereken asgarî donanımdan (samimiyet, edeb, dil, mantık, ilim) mahrumiyetti.

Erken (Osmanlı bakiyyesi 1880-1930 doğumlu) ilahiyatçılar nesli, asaletleri sayesinde belli bir samimiyet, edeb, dil, mantık ve ilimle mücehhez olarak din adına konuşabilirlerdi. Osmanlı varisi Boşnak bir aileden gelen bir âlim olarak Muhammed Tayyib Okiç (1902-1977), ilahiyatta özlenen köklülüğün mümessili sayılabilirdi. Talat Koçyiğit (1927-2011), Okiç'in üzerindeki tesirini şöyle anlatır: “Benim asıl hocam, Tayyip Okiç’ti. O aslen Boşnak’tı. Babası ve zannediyorum ailesinden müftülük yapanlar vardı. Tayyib Bey, ülkesinden ayrılmak zorunda kalınca Fransa’ya gitmiş; oradan Tunus’a geçmiş. Sonradan İstanbul’a gelmiş ve bilahare fakültemize hoca olarak almışlar. Onun bizim üzerimizdeki tesiri diğer hocalardan çok farklıydı. Samimî bir Müslüman ve iyi bir hoca idi. Hakikaten bize iyiyi, güzeli, doğruyu tam mânâsıyla öğreten bir hoca idi.”

Bilahare Mehmed Sofuoğlu, Talat Koçyiğit, İsmail Cerrahoğlu, Es’ad Coşan, Cevat Akşit, Salih Tuğ, Yusuf Ziya Kavakçı gibi isimler, köklü ve müstakim ilahiyatçılar arasında sayılabilirlerdi. Elhamdülillah, bakıyyetü’s-selef denebilecek bu isimlerden Yusuf Ziya Kavakçı ile geç de olsa ülfet ve sohbet nasib oldu.

Hocanın ismini sanıyorum ilk kez 1970’li yıllarda İstanbul Belediyesi Mezarlıklar Müdürlüğü’nde cenaze imamı olarak birlikte çalıştıkları Erzurumlu Süleyman isimli arkadaşı sayesinde gıyaben tanıyan rahmetli babam Niyazi Gencer’den duymuştum. Merhum Süleyman Amca, babama, Dülgerzade ve Hırka-i Şerif Câmileri’nden tanıdığı Yusuf Hoca’dan sitayişle bahsedermiş. Rahmetli babam da fakirin de peygamber varisi bir âlim olarak yetişmesi hayalini kurduğu için teşvik maksadıyla Süleyman Amca gibi tanıyanlardan naklen Hocanın lisan ve ilim tahsiline olan örnek gayretini sitayişle anlatırdı.

1938 yılında Sakarya'nın Hendek ilçesinin Yeşilvadi köyünde dünyaya gelen Yusuf Ziya Kavakçı, 10 yaşında Kur’ân hıfzını tamamladı. 1955'te İstanbul'a gelerek İstanbul İmam-Hatip Lisesi’ne girdi. Okulun orta kısmında okurken Hırka-i Şerif Câmisi'nin altıncı müezzini oldu. Babamın anlattıklarından hatırladığım kadarıyla Yusuf Hoca, namaz sonundaki tesbihatı birine bırakarak, o kısacık süreyi bile elinde kitapla İngilizce ve Arapça çalışmayla değerlendirecek kadar ilme gayretli, örnek bir talebeymiş.

31 Mayıs 1933 tarih ve 2252 sayılı kanunla yapılan üniversite reformu ile İstanbul Dârülfünunu İlâhiyat Fakültesi lağvedildiğinde muvazzaf öğretim üyelerinden bir kısmı İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde görevlendirilmiştir. İlâhiyat Fakültesi’nin lağvedilmesiyle ortaya çıkacak boşluğu bir ölçüde doldurmak üzere aynı kanun gereğince Edebiyat Fakültesi bünyesinde eğitim yerine araştırmaya yönelik İslâm Tetkikleri Enstitüsü kurulmuş, İlâhiyat Fakültesi’nin öğretim üyelerinden bazıları bu enstitüde görevlendirilmiş ve müdürlüğüne M. Şerefettin Yaltkaya getirilmiştir.

16 Mayıs 1950’de İslâm Tetkikleri Enstitüsü’nün İslâm Araştırmaları Enstitüsü adıyla faaliyete geçmesi kararlaştırılmışsa da üniversite senatosundan ancak 1953 yılında geçebilmiş ve ilk müdürlüğüne Zeki Velidi Togan, müdür yardımcılığına da Fuat Sezgin getirilmiştir. Fuat Sezgin doçent olunca Salih Tuğ, o da doçent olunca Yusuf Ziya Kavakçı yerine asistan olmuştur. Salih Tuğ, bilahare 1982’de Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne kurucu dekan olarak tayin edilmiştir. Yani ilahiyatta iki ana damar olarak İstanbul (Edebiyat-İlahiyat), filolojik, Ankara (İlahiyat), teolojik gelenekleri temsil ederler.

Eserden müessire

Yusuf Hoca’nın elinizde tuttuğunuz İslâm Araştırmalarında Usûl eseriyle tanışmam ise 1985 yılına uzanıyor. Onun da mezun olduğu İstanbul İmam-Hatip Lisesi’ne devam ederken Fatih’te Fatih ile Mihrimah Sultan Câmilerinde Emin Saraç ve bilahare Yalova İl Müftü Yardımcısı olan Halil Eriş hocalardan da Arapça ile dinî ilimler okuyordum. Mihrimah Sultan Câmisi’nin girişinde bir kitap satış kulübesi vardı. Üzerindeki imzama göre oradan 17 yaşında iken 1 Temmuz 1985 tarihinde İslâm Araştırmalarında Usûl’ü satın almışım.

Ta 1983 yılında Ahmed Naim’in Sahîh-i Buhârî Mukaddime’si ile Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük Tefsir Tarihi’ni okumuştum. O yüzden İslâm Araştırmalarında Usûl, bana çok aşina gelmiş ve Allah bilir, beni ilk ilmî makalemi yazmaya teşvik âmili olmuştu. “Tercüme Tekniği” adl ilk makalemi dört ay sonra Kasım 1985’te bitirerek İlim ve Sanat dergisi editörü Yusuf Yazar’a sundum ve makale, Raşit Küçük’ün hakemliğinden geçtikten sonra İlim ve Sanat’ın Ocak-Şubat 1986 sayısında yayınlandı.

Bilahare buldukça Yusuf Hoca’nın diğer eserlerini de aldım. Ama 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Amerika’ya göçtüğü için bizzat tanışma fırsatı bulamadım. Yıllar sonra ailesiyle Türkiye’ye döndükten sonra Hocayı aradım, 2016 yılının sonlarında sanırım üç kez bazı akranıyla birlikte evinde doyumsuz sohbetler yaptık. Yusuf Hoca, ömründe birçok Osmanlı bakıyyesi kıymetli zevatla tanışma ve feyizlenme şansını bulmuş, bakıyyetü’s-selef denebilecek bahtiyar kullardan biri olarak paha biçilmez hatıralar biriktirmişti. Sanıyorum benim gibi pek çok kişi, “Söz uçar, yazı kalır.” fehvasınca onu bu emsalsiz hatıralarını kitaplaştırmaya teşvik ettiler. Ancak Hoca, buna imkânı olmadığı gerekçesiyle hatıralarını farklı mecralarda anlatmakla yetiniyor.

Yusuf Hoca, bu özellikleriyle medrese ile mektebi (üniversite), kadim ile modern bilgiyi, ilim ile irfanı birleştirmiş ender şahsiyetlerden biri. Verimli çalışabileceği bir ortam nasib olsaydı herhalde kalıcı nice eser verebilirdi. Ancak bu ülkenin şartları, nice şahsiyet gibi onun da potansiyelini hakkıyla kullanmasına elvermedi. Gene de mevcut külliyatı, medrese ile mektebi, kadim ile modern bilgiyi birleştirmenin imkân derecesini göstererek Müslüman ilim adamlarına istikamet verebilecek niteliktedir.

Maalesef zaruret icabınca Amerika’ya göçmesinden dolayı tekrar basılamadığı için Hocanın eserleri yeni nesillerle buluşamadı. Fakir gibi birçok samimî okur, Kavakçı külliyatının yeniden yayınlanmasını iştiyakla bekliyordu. Hocanın geniş dost halkasına dâhil olan yayıncılar içinden eserlerini yeniden basmak isteyenlerin çıkacağı muhakkaktı. Ancak ne acıdır ki ülkemizdeki lisan katliamı yüzünden kitaplarının dilinin eskidiği gerekçesiyle bu işe talip çıkmamıştır. İngiltere’de bir üniversite talebesi, beş asır önce yazılmış bir İngilizce kitabı aslından rahatlıkla okuyarak anlayabildiği halde bizde onun gibi yaşayan bir müellifin eserlerinin dilinin bile eskimiş, anlaşılmaz bulunması, bir medeniyet trajedisidir.

Yusuf Hoca, dil katliamının gerekçesini oluşturan “Dilimiz, dinimizdir.” şuuruyla yetişmiş bir neslin mensubudur. Siz, yerine ‘bilinç’ dediğinizde ‘şuur’ kelimesinin “şiir, şa‘r, şeair, şeriat, şir‘at, ‘arş, aşır, öşür, aşiret, aşera, aşure” kelimeleriyle irtibatını koparmış, dinin kurulduğu, kavramlarının örüldüğü dil binasını, ağacını yıkmış olursunuz. Şuurlu Müslümanlara düşen, yeni nesillere okutabilme bahanesiyle bu dili feda etmek değil, tam aksine sahip çıkmak, korumaya çalışmaktır.

Genelde Kavakçı külliyatı dil bakımından, özelde İslâm Araştırmalarında Usûl, muhteva bakımından eskimiş olarak görülmüştür. O, bu eseri hazırladığında ülkede az sayıda ilahiyat fakültesi, İslâm enstitüsü vardı. O yüzden Hoca, o zamanki az sayıda genç ilahiyat akademisyeninin amelî (pratik) ihtiyacını karşılayacak mütevazı bir araştırma kılavuzu olarak eseri hazırladı. Hz. Ali’nin “İlim, cahillerin çoğalttığı bir noktadır.” Sözü, keyfiyet ile kemiyet arasında ters orantı olduğunu bildirir. Bilahare akademi ve teknolojide yaşanan nicel gelişme, ilmin niteliğini düşürdü. İslâm Araştırmalarında Usûl’ün çıkışından sonra üniversitelerin ve ilahiyat fakültelerinin çoğalmasına paralel olarak dijital teknolojinin gelişmesiyle meydana gelen devasa bilgi endüstrisi, akademisyenliği de kökten etkiledi.

İnsanlık tarihinde bu gelişmeyi, “nur olarak ilmin sadırdan satıra, satırdan dijite dökülmesi, yozlaşması süreci” olarak özetleyebiliriz. “Zarf, mazrufa şekil verir.” hakikatince dijital teknoloji, ilim, kitap ve âlimlik (scholarship) anlayışını da belirledi. Dijital teknoloji, kitabî bilgiyi amorf dataya dönüştürdü, klavye ve ekran kültürü, kalem ve sayfa kültürünün yerini aldı. Eskilerin bir müellifin yazılarını kitaba dönüştürmesini anlatmak için kullandıkları “kisve-i tab‘a büründü” tabiri, dijital datanın “amorf” (şekilsiz, kisvesiz) niteliğini iyi anlatır.

Kitabî bilginin amorf dataya dönüşmesiyle akademisyenlik de ustalıklı bir kes-yapıştır işlemine dönüştü. Merhum Şerif Mardin, bir sohbetimizde Amerikan akademik hayatında yaşanan keyfiyet-kemiyet çelişkisinden yakınmıştı: “Eskiden Amerika’da doktora tezlerinin bir kalitesi, özü, tezi vardı. Şimdiyse belli bir konuda malzemenin ustalıkla bir araya getirildiği çalışmalar da doktora tezi sayılıyor.” Maalesef Türkiye’de akademide bu kadarının bile yapılmadığı, durumun çok daha vahim olduğu malumdur.

Eskiyen ile eskimeyen

Bu akademik ve teknolojik gelişme, alanında öncü olarak taşıdığı aslî meziyete karşılık muhteva olarak İslâm Araştırmalarında Usûl’ü eskitti, dijital çağ nesli tarafından demode olarak görülmesine yol açtı. Ancak eser, bu akademik ve teknolojik gelişmeyle eskiyen boyutuna karşılık eskimeyen boyutuyla yeniden yayınlamaya değer, sahasında tek eser olarak kaldı. Eseri yeniden yayınlamaya karar verince eskiyen boyutunun telafisi için önüme iki şık çıktı: Onu ya muhteva olarak güncellemek veya verdiği amelî usûlü nazarî usûlle tamamlamak.

Kaynakların çığ gibi arttığı dijital çağda muhteva güncellemesinin ümitsiz bir iş olduğu kanaatine varınca mecburen ikinci şıkka yöneldim. Muhtemelen dijital çağda bu işin zorluğu yüzünden bilahare benzer bir eser yazılamamıştı. Böylece yeni okuyucular hem eseri aslî hüviyetiyle tanımış hem de kitaptaki amelî usûlün nazarî usûlle tamamlanmasıyla küllî bir perspektif kazanmış olacaklardı. Burada nazarî usûl ile amelî usûl, usûl/esas veya meta-fizik/fizik ayırımına tekabül eden meta-usûl/sub-usûl ayırımının karşılığı sayılabilir. Ancak çok uzaması yüzünden yazdığımız nazarî usûl mukaddimesini inşallah ayrı bir kitaba dönüştürmeye karar verdik.

Bugün kıyamet senaryolarında dijital çağın sonunda insanın en temel ihtiyacı olan suyun tedariki için eskiden olduğu gibi yeniden kuyu açma ihtimallerinden söz edilmesi, “Güneşin altında yeni bir şey yok; Her şey aslına döner.” sözlerini akla getirir. Tevfikin manevî şartı, tevazu, insaf ve vefadır. O yüzden “Fevkalade imkânlar sunan bu dijital çağda…” gibi hoş ve boş sözlerle kendimizi kandırmayalım, nicel imkânların geçmiş eserleri aşma garantisini vermediğini unutmayalım, İslâm Araştırmalarında Usûl gibi eserlerde gösterilen fişleme gibi geleneksel araştırma usûllerini demode veya nostaljik görmeyelim.

Yeniden yayına hazırlama sürecinde belki de asıl problem, eserin dilinin eskimesinden ziyade alfabe değişikliğinden kaynaklanan korkunç imla kargaşasıydı. Mesela aynı kelime, “Babıali, Bâbıâli, Bab-ı Ali, Bâb-ı ‘Âlî” şekillerinden hangisiyle yazılacak? Cenap, Cenab, Cenâb, Şehabettin, Şahabettin, Şehabeddin, Şehâbeddîn, Şihâbüddîn, hatta İngilizcede Şihâb al-dîn. Aynı ismin bu kadar farklı şekillerde yazılması emsalsiz bir medeniyet trajedisi değil mi?

Bilhassa Yusuf Hoca’nın eserlerinin yoğunlaştığı filoloji (din, tarih, edebiyat vs.) alanında kullanılan transkripsiyon usûllerinin taaddüdüyle güçlük daha da büyüdü. Alfabe değişikliğinden kaynaklanan korkunç imla kargaşasının bizzat hocayı da al-Ḏahabī, ez-Zehebî gibi tereddütlere sevk etmesi, atıf usûllerinin (sayfa-sonu, metin-içi) zamanla değişmesi gibi hususlar, İslâm Araştırmalarında Usûl’ü yeniden yayına hazırlama işini büsbütün güçleştirdi. Bu konularda belli bir standart takibinde hayli zorlandık. En azından yayın (kitap, dergi) isimlerini kalın (bold) değil, günümüzün hâkim standartlarına göre italik yazdık.

Umarız bundan sonra külliyatının diğer eserlerinin de peşpeşe yayınıyla yeni nesiller, Yusuf Ziya Kavakçı gibi bakıyyetü’s-selef bir ilim adamını geç de olsa tanıma ve eserlerinden yararlanma fırsatı bulurlar.

Bedri Gencer

YORUM EKLE

banner36