Türkler yazı ve kağıtla nasıl tanıştı?

Şinasi Tekin, 'Eski Türklerde Yazı, Kağıt ve Kağıt Damgaları' kitabında Türklerin 'kağıt'la nasıl tanıştığından dünyada kağıdın serüvenine bir çok değerli bilgiyi okura sunuyor. M. Murtaza Özeren yazdı.

Türkler yazı ve kağıtla nasıl tanıştı?

Şinasi Tekin’in Eski Türklerde Yazı, Kağıt ve Kağıt Damgaları kitabı geçtiğimiz aylarda Dergâh Yayınları'ndan neşredildi. Tekin gibi değerli bir ilim adamının kitaplarının yeniden kitapçı vitrinlerinde yer alması kültür dünyamız için değerli bir durum. İştikakçının Köşesi’nin neşrinden sonra bu kitap da oldukça değerli bir kültür hizmeti. Umarız Şinasi Tekin’in diğer eserleri de yeniden yayınlanır ve böylelikle biz okurların sahaflardan “ucuza kapatmaya” çalıştığımız eserlerden birkaçı daha bertaraf edilmiş olur.

Şimdi gelelim bu yazımızın sebebi olan kitaba. Türkler yazı ile “medenî” diğer topluluklara nazaran daha geç buluşmuş bir toplum. Söz gelimi Mezopotamya, Akdeniz yahut Çin medeniyetlerini göz önüne aldığımızda günümüzden binlerce yıl evvelinde bu medenyet havzalarında yazma eylemi icra edilmekteydi. Ancak, Türklerin yazma fiilinde bulunduklarına dair en eski kaynak Orhun Yazıtları, ki bunların tarihi de ancak milattan sonra sekizinci yüzyıla kadar tarihlenmektedir.

Türkler “kağıt”la nasıl tanıştı?

Tekin, “yazmak” fiilinin eski Türklerde nasıl kullanıldığına dair bir seyir ortaya koyuyor. Şinasi Tekin bu seyir içerisinde “yazmak”tan kastın aslında hâketmek, oymacılık yapmak olduğunu ortaya koyuyor. Eskiden yazı dendiğinde kağıt-kalem/fırça değil hâk etme geliyor imiş akıllara. Nitekim yazı, belirli bir kültür seviyesine has bir şey olduğundan Türklerin yazmak üzerine aldıkları bitimek fiilinin (Dil devriminde hortlayan ve kitap yerine kullanılan betik kelimesinin kökü işte bu kelimedir), Çince “fırça” kelimesinden türetilerek geldiği belirtiliyor. İlginç olan, fırça kökenli bir fiilin icrasında fırçaya yer verilmemesi. Yani bu kelime sadece fiilin sonucuna bakılarak edinilmiş.

Genel manada yazmak fiilinin bugünkü bildiğimiz tarzda kağıt ve kalem/fırça ile münasebetli bir iş halini alması sekizinci-dokuzuncu yüzyılda Türklerin Mani dinine geçmeleriyle yakından alakalı. Her şeyden evvel Mani dini metne dayalı bir din, Gök Tanrı dini gibi halkın muhayyilesinde yer etmiş ve yer yer şamanistik öğeleri (yani doğaya müteallik) haiz bir din değil. Mani dinine ait öğretiler yazmalarda muhafaza ediliyor. Bu dinin mabet merkezli bir din olması (tıpkı İslamiyet dışındaki bütün dinlerin ibadet için bir mabete mahkum olması gibi) yerleşik hayatı mecbur kılıyor. Böylelikle Türkler hem yeni dinlerinin doğrudan emirlerini öğrenmek için kitaba, yani mürekkeple yazılmış yazıya başvuruyorlar, hem de artık yerleşik oldukları için taş üzerine bir şeyler oyup kalıcı olabilmenin yollarını aramaktansa kullanımı ve muhafazası daha rahat olan kağıdı kullanmaya başlıyorlar. Bu şekilde Mani dinine geçmiş olan Uygur Türkleri kendi alfabelerini de oluşturarak hem dini metinlerini hem de diğer metinleri (mukaveleler, senetler, fal kitapları vb.) kendi alfabeleri ile kaleme (daha doğrusu fırçaya) almaya başlıyorlar.

Dünyada kağıdın serüveni

Kağıdın hikayesi ise Türklerden apayrı bir seyir izliyor. Kağıt ilkin Çin medeniyeti havzasında milattan sonra ikinci yüzyılda icad ediliyor. Bu icaddan sonra Çinliler artık deri parçaları, ağaç kabukları, yassı kemikler yahut kaplumbağa kabuklarına başvurmayı bırakıp mürekkebi fırça yardımıyla kullanmak suretiyle yazmaya başlıyorlar. Az evvel belirttiğimiz gibi Türkler de bu fiilin faili olan fırça (Çince “bi(e)t”) kelimesinden “yazmak” fiillerini üretiyorlar. Ancak dikkat edileceği gibi Türkler kaya üzerine oyarak yazarlarken, Çinliler neredeyse yarım milenyumdur kağıt ile haşır neşir idi. “Her şey ihtiyaçtan doğar” düsturunu göz önüne alırsak, Türklerin göçebe yaşam tarzları kağıda elverişli olmadığından Uygurların evvelinde kağıda yazılı bir kaynağa rastlayamıyoruz.

Kağıt Çin'den sonra Akdeniz havzasına, oradan da bütün dünyaya yayılır. Bilhassa Avrupa’da kağıt imalatı bir endüstri halini alır. O kadar ki, Osmanlı Devleti Divan’daki yazışmalar için gerekli olan kağıdı yerli üretimle karşılayamadığı için Avrupa'dan on beşinci yüzyıldan itibaren kağıt ithal etmeye başlar. İlerleyen vakitte yerli üretim daha maliyetli olduğu için yerli üretimi durdurup sadece dışarıdan kağıt almaya başlar. (Bu bakımdan İbrahim Müteferrika’nın Yalova’da bir kağıt fabrikası kurmaya çalışmasını ve dolayısıyla o devri, ‘Lale Devri’ni bambaşka bir boyutta incelememiz gerek diye düşünüyorum.)

Tekin’in terim önerileri oldukça değerli

Şinasi Tekin kağıda dair bölümde kağıt imalatına dair safhaları teker teker incelemekte, hatta bu konuda belirli bir terminoloji yerleşmediği için yer yer bazı terimler de önermektedir. Bu husus bilhassa dikkatimi çekti çünkü Tekin zaten Türkçe harici dillerde kullanılmakta olan bir kavramı doğrudan alıp devşirmektense kendisi Türkçenin öz dinamikleri içerisinden bir kelime öneriyor. Bunun günümüzde pek karşılığı yok. Bugün halihazırda Türkçenin söz haznesinde ve dimağlarımızda yer almayan bir kavram, ya yabancı bir dilden olduğu gibi Türkçe imlaya uydurularak devşirilmeye ya da yüzyıllar evvelinden, haliyle yabancı olduğumuz, ‘öz-Türkçe’ bir kelime ile o kavram ikame edilmeye çalışılıyor. Bu bakımdan Tekin’in bu terim önerileri oldukça değerli.

Kitabın son bölümü yazma eser ve kağıt damgalarına dair. Tekin, bu bölümde yazmalar hakkında genel bir bilgilendirme yaptıktan sonra kağıt damgaları (filigranlar) hakkında oldukça ilginç bilgilere yer veriyor. Bu damgaların nasıl oluştuğu, türleri, tespit şekilleri gibi hususlara bu bölümden erişmek mümkün.

Şinasi Tekin gibi bir ilim adamının, böylesi bir konuda kaleme aldığı eser gayet hoş dili ile okuyucularını bekliyor. Umarız böyle değerli ilim adamlarının kitapları, sahafların dışında, yayıncı ve okuyucular nezdinde de kıymet kazanır.

M. Murtaza Özeren yazdı

YORUM EKLE