Tarık Buğra önermiş: Milli Eğitim Bakanlığı'nın adı Sürekli Reformlar Bakanlığı olsun

Tarık Buğra, 'Politika Dışı' kitabında insanların hayatlarını politize bir biçimde yaşamasını, 'insanın kendinden, kendi imkânlarından ve güzelliklerinden kopuşu, politikanın ve politikacının uydusu haline gelişi' olarak değerlendirmiş. Ömer Yüceller yazdı..

Tarık Buğra önermiş: Milli Eğitim Bakanlığı'nın adı Sürekli Reformlar Bakanlığı olsun

Beşir Ayvazoğlu’nun deyimiyle edebiyatımızın “Büyük Ağa”sı olan Tarık Buğra’nın Politika Dışı kitabı, gazete ve dergi yazılarından, konuşmalarından, röportajlarından derlenmiş. İlk baskısı 1992’de, yazarının ölümünden önce yapılan kitabın ikinci baskısı bu sene yapıldı. Kitabın adına aldanıp suya sabuna dokunmadığı, politikaya bigâne kaldığı, sadece edebiyat ve kültüre yönelik yazılar olduğu zannedilmesin. Çünkü Tarık Buğra’nın da yazılarında defaatle vurguladığı üzere edebiyat politikayı yönlendiren, hayatımızı besleyen bir alan. “Politika edebiyatı yönlendirir, onu dönüştürür” düşüncemi bir anda allak bullak eden bir söylem bu.

Politikacıların edebiyata olan ilgisine dair Sezar'ın Galya Savaşları'nda, Napolyon'un Moskova Seferi'nde, Lenin'in devrimde ve Mustafa Kemal'in Milli Mücadele'de çadırlarda okudukları şiirleri örnek veriyor Buğra. İngilizler'in donanmalarından çok Shakespeare'le övündüklerini, Almanlar'ın sanayiden daha fazla Goethe ile gurur duyduklarını, Rusya'nın dünyada devrimle, Pavlov'la değil, Puşkin'le, Tolstoy'la, Dostoyevski'yle var olduğunu anlatıyor. Amerika'nın ise Hemingway'in arkasında durarak O'nu dünyaya tanıttığını belirtiyor. Tarihe iyi ya da kötü bir şekilde damga vuran politikacıların, devlet adamlarının sürekli edebiyat çevreleriyle beraber olduğunu öğreniyoruz.

Bir yönetmenin üçleme filminden bahseder gibi bahsedilen "Yunus Emreler, Mevlanalar, Hacı Bektaşlar" tabiri

Fransa'nın eski cumhurbaşkanı De Gaulle'in meşhur Galatasaray Lisesi ziyaretinde sarf ettiği "Biz iki büyük medeniyetin sahibi olan Türkiye ve Fransa" sözünü hatırlatıyor Buğra. De Gaulle cümlesine bu şekilde bir giriş yaptıktan sonra padişahların, kralların adını değil, "Bâki" ve "Racine" ismini bu iki büyük medeniyete örnek vermiş. Tarık Buğra'nın farklı yazılarında birkaç defa bize hatırlattığı De Gaulle'ün bu ziyareti bende merak uyandırdı ve bir araştırma yaptım. Fransa'nın meşhur politikacısı bu konuşmada edebiyattan bir edebiyatçı kadar alıntılar yapmış. Aklımıza "danışmanları kulağına fısıldamıştır" diye bir düşünce gelse de, De Gaulle'ün önünde kağıt olmadan divan edebiyatından beyitler okuması bir hayli şaşırtıcı.

"Vâ esefâ" diyoruz bunu öğrendikten sonra. Çünkü politikacılarımız -birkaç istisna hariç- lafla peynir gemisi yürütmeye çalıştığı için, edebiyata ve kültüre dair örnekleri ilkokuldan kalma bilgilerle dolup taşıyor. Genelde bir yönetmenin üçleme filminden bahseder gibi bahsedilen "Yunus Emreler, Mevlanalar, Hacı Bektaşlar" tabiri ne kadar da yavan kalıyor ülkemizdeki iş bilmez politikacıların dilinde. Kitaba adını veren "Politika Dışı" yazısının bir kısmında Buğra aslında bunu anlatmaya çalışıyor. Kendi dilinden, kendi kültüründen habersiz kimseler kendi ülkelerine dair bir politika güdemezler. Onların politikası ancak demagojiyi baz alır. Bu yazıda etkileyici olan diğer kısım ise hiç bitmeyen bir trajediyi gözler önüne seriyor. Maalesef pek çok insan politikadan ve politikacıdan medet umuyor, hayatlarını politize bir biçimde yaşıyor. Oysaki bu "insanın kendinden, kendi meselelerinden, kendi sorumluluklarından, kendi imkânlarından ve güzelliklerinden kopuşu, politikanın ve politikacının uydusu haline gelişidir."

Milli Eğitim Bakanlığı'nın adı "Sürekli Reformlar Bakanlığı" olarak değişsin

Tarık Buğra kitapta kültüre ve edebiyata dair pek çok konuya değinse de, değinilerin yoğunlaştığı belli başlı alanlar göze çarpıyor. Dilimizin sorunları, tiyatro, sol tahakküm, tenkid, politika-edebiyat ilişkisi ve kendi hayatı... Yazılarda bu konular ince ince işlenirken okuyucuda acıklı bir tebessüme yol açan, doğal olarak göze çarpmaktan ziyade zihne çarpan durumlar mevcut; yıllar geçse de yanlışlar devam ediyor. Tarık Buğra'nın Milli Eğitim Bakanlığı'nın adının "Sürekli Reformlar Bakanlığı" olarak değişmesini önermesi bu acıklı tebessümlerden birinin sebebi. Daha düne kadar ne yazık ki en önemli kurumlarımızdan biri olan bu bakanlıkta sistem tam bir deneme tahtası halini almıştı.

"Dil işçisi" diyebileceğimiz ve Türkçe'yi çok duru biçimde kullanan Tarık Buğra, "Dünyada Türkçe'den başka kavga konusu yapılan tek bir anadil yoktur." diyerek yine acıklı tebessümlerden birine sebep oluyor. Öztürkçe'ye dair duyduğum en güzel anekdotlardan birini okuyorum bir yazıda: Ömer Asım Aksoy, Tarık Buğra'ya "Arapça hakikat yerine Öztürkçe gerçek desek ne kaybederiz?" diye soruyor. Buğra'nın cevabı epey mânidar: "Hakikatı". Beni şaşırtan bir durum olarak Tarık Buğra, Türkçe'nin hazin hikayesini "Öztürkçe" hareketinden daha da geriye götürüyor, her devirde Türkçe'ye ihanet edildiğini söylüyor. Fakat bunun sebebine kendisi de bir cevap bulamıyor. Çünkü O'na göre yöneticilerin Türkçe'den kopuşu sürekli devletlerin en güçlü anlarına denk geliyor. Bu yüzden bu kopuş ne bir kompleksten ne de yetersizlikten kaynaklanıyor.

Türkçe'yi bir İslam dili haline getiren Yunus Emre'yi çok sevdiği anlaşılıyor Tarık Buğra'nın ve Yunus Emre'ye dair bir roman yazmak istese de bunu gözünün kesmediğini itiraf ediyor. Küçük Ağa ve Osmancık gibi iki şaheserin müellifinden böyle bir itiraf duymak, son zamanlarda Yunus Emre'ye dair pek çok eser ortaya koyan yazarlarımıza dair bir soru işareti uyandırmıyor değil.

Yazmak isteyenlere Tarık Buğra'dan tavsiye

Kendisinin belirttiğine göre 1958-59 yıllarında Tarık Buğra'yı "solcu" diye yaftalayanların 60'tan itibaren "sağcı, faşist" diye yaftalaması bir hayli trajikomik. Tarık Buğra'ya "faşist", "İslamî yazar" diyenlerin Buğra'nın eserlerini görmezden gelmesi, tiyatro oyunlarını sümenaltı etmesi neredeyse bir asırdır süren tahakkümün örneklerinden sadece biri. Bu trajikomik durumdan sonra bir trajediyle karşılaşıyoruz. Tarık Buğra tazminatı ödenmeden işten çıkarıldıktan sonra, zor günlerinde O'nu arayıp soran iki isim var: Biri CHP'li bakan Ali İhsan Göğüş, diğeri de Ulus Gazetesi müdürü İhsan Ada. Haklı bir sitemi var büyük yazarın. "Kapımı çalanlar ne yazık ki bizim cephenin yazarları, politikacıları değildi." diyor ve ekliyor: "Nitekim son işsizliğimde de benden roman isteyen Abdi İpekçi idi." Buradan çıkarmamız gereken pek çok ders olduğunu söylemeye gerek yok herhalde.

Kitaptaki “Röportajlar” bölümü Tarık Buğra'nın hayatına daha derin nüfuz etmemizi sağlıyor. Her röportaj birbirinden güzel olsa da Yağmur Tunalı'nın ve Ahmet Tezcan'ın röportajları benim daha çok ilgimi çekti. Anlattığı kadarıyla Tarık Buğra hayatını idame ettirmek için çok zor günler geçiriyor. Yazılanlar ve anlatılanlar arasında bağlantı yaparsak, Tarık Buğra ve O'nun gibi birçok yazar hayatlarını idame ettirmek için günlük politikaya dair yazılar yazmak zorunda kalıyorlar. Maalesef bu durum nice yeteneklerin heba olmasına neden oluyor.

Tarık Buğra, yazar adaylarına ve genç yazarlara çok yerinde tecrübeler aktarıyor ve tavsiyeler veriyor. Hatta yazmak isteyenler için çerçevelik bir söz buyuruyor: "Yazmak isteyenler, dükkanınızı her gün belli bir saatte ve her gün belli bir süre için besmele için açınız, dükkan kapısı hak kapısıdır, rızık kapısıdır."

Kitabı bitirip kapattığımızda, Tarık Buğra'nın annesinin kulağına fısıldadığı duadaki gibi dua etmek düşüyor bizlere: "Yattım Allah kaldır beni/ Rahmetinle doldur beni/ Ben bir yola niyet ettim/ İmân ile gönder beni"

Ömer Yüceller yazdı

YORUM EKLE