Genellikle tarih anlatımı geçmiş zaman kiplerine uygun cümleler seçilmek zorunda kalınarak anlatılır ya da kaleme alınır. Sözlü anlatımda olduğu gibi yazılı anlatımda da seçilen konuya bir üslûp damgası vurularak tek düzeylikten çıkartılıp dinleyici ve okuyucuya ulaştırmak önemli bir meseledir.
Olayların anlatılmasında yer-zaman-eylem ve şahsiyetlerin uyum içinde üslûbu belirgin kılacak şekilde harmanlanmasının önemi ve gerekliliği ise tartışmasız bir konudur.
Öyle ki Naima Tarihi, Tarihi Cevdet müellifleri sundukları bilgiler kadar üslûp belirginliği ile de tarih yazımında kendilerine önemli yer edinmişlerdir.
Keza bir İbrahim Uzunçarşılı, bir Halil İnalcık, bir İlber Ortaylı gibi hocalar, tarihi derinliklere vakıf oluşları ve birikimleri yanında üslûp özellikleriyle de kendilerine münhasır özelliklere sahiplerdir.
İşte bunun farkında olan büyük tarihçiler tarih anlatımını tahkiye ederken üslûp farklılık ve zenginlikleri katmak suretiyle kuru anlatımın bertaraf edilerek tarihi olayların hafızada kalıcı olmasını amaç edinmişlerdir.
Çok eskiden var olan sözlü anlatımların yazıya döküldüğü destanlar başta olmak üzere tarih anlatımının yazılı kaynaklarından olan vakayinameler, yıllıklar, kronikler, zafernameler, seyahatnameler ve nihayet Babürname gibi önemli şahsiyetlerin yazdıkları eserler başta olmak üzere hatıraların insanlara aktarımı ve geniş kesimler tarafından kabul görmeleri ortadadır.
16.yy’da kaleme alınan Don Kişot’tan sonra Batı’da özellikle Rusya’da yaygınlık kazanan roman bilahare tarih anlatımına edebi unsur katarak gelişmiş ve yaygınlık kazanmıştır.
Bu türün en başat örneği ve aynı zamanda klâsikler arasında ilk sıraları alan Tolstoy’un Savaş ve Barışı önemli bir tarihi vakayı, 1812 Rus-Fransız Savaşını, edebi anlatımıyla zirve yapmıştır.
Eser bilindiği üzere ana hatlarıyla derli toplu anlattığı bir savaşın yanı sıra, kahramanlarına yüklediği iz bırakan beşerî bir aşk anlatımı ve bilhassa ölmek üzere olan bir insanın neler hissedebileceği derinliğiyle adeta edebi tarih romanı yazmak isteyenler için bir mihenk taşı mesabesindedir.
Hatırlamakta fayda vardır ki Tolstoy, 1854-55’te bizzat Kırım Savaşı’na yedek subay asker olarak katılmıştır. Ayrıca 1812 Rusya-Fransa Savaşı’nda ailesinden iki amcazadesi general olarak fiilen yer almışlardır.
Savaş sahnelerini bizzat yaşamış olan üstelik general akrabalarından kırk yıl önceki savaşa ilişkin birçok şeyler işiten dâhi yazarın kalemini kıvrak kullanması için adeta bütün şartlar oluşmuştur, şeklinde rahatça muhakeme yürütebiliriz.
Bu sıra dışı örnekle tarihi bir romanın başarısının yazarın kalem kıvraklığının yanında bizatihi geçmişle olan bağlantıları ve yaşanmışlıklarıyla yakından ilgili olması zorunluluğu ortaya çıkar.
Romanın ne olduğu konusunda pek çok görüşler ileri sürülse de yazarın kendisini ortaya koyduğu romanların başarı düzeyini yükselttiği yaygın kanaattir.
Kendisini ortaya koymaktan maksat yazarın otobiyografi yazmasından farklı bir şeydir. Bütün geçmişini, hayallerini ve hayal kırıklıklarını, ülkülerini, sevip de kaybettiklerinin acısını, bulduklarının sevincini ve bütün müktesebatını dökmesidir.
Bu yüzden bu unsurları taşımayıp sadece akıcı bir üslûpla hamasi şekilde kaleme alınmış olan Türk Tarihi Romancılığının popüler örnekleri Feridun Fazıl Tülbentçi, Abdullah Ziya Kozanoğlu, Ragıp Şevki Yeşim, Oğuz Özdeş, Bekir Büyükarkın, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu eserlerini bir kenara koyarsak;
Halide Edip’in Ateşten Gömlek’i; Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu, Yorgun Savaşçısı ve nihayet Tarık Buğra’nın Küçük Ağası’nda hep yukarıda bahsettiğimiz yazarların kendilerini ortaya koyuşlarının örneklerini görürüz.
Halide Edip Kurtuluş Savaşı’nın isimli kahramanları yanında isimsiz kahramanlarını da tanımış ve romanında onları yansıtmış, başarıyı da onlarla yakalamıştır.
Babası subay olan Kemal Tahir, Kurtuluş Savaşı’nın esir şehir imgesi olan işgal altındaki İstanbul’un sokaklarında oyun çocuğu iken rüşdiyeli yıllarını geçirmiş olmanın zengin birikimiyle eserlerini kaleme almıştır.
Nihayet Tarık Buğra’ysa dünyaya geldiği Akşehir’in Kurtuluş Savaşı’na adım adım intibak edişini çocukluğunu yaşadığı şehrin halâ pazarlarında, sokaklarında dolaşan yakınları ve komşularının anılarının canlılığıyla yakalayıp romanlaştırıp esere dönüştürmüştür. Hatta bu eser TRT tarafından çok başarılı bir prodüksiyon ile Acemaşiran fon müziği eşliğinde etkileyici bir dizi olarak gelecek kuşaklara Çolak Salihleri, İstanbullu Hocaları ve Ali Emmileriyle kalıcı kılınmıştır.
Safiye Erol’un Ciğerdelen'iyle Mustafa Necati Sepetçioğlu'nun Kapı/Kilit/Anahtar üçlemesini farklı konumlandırmaya tabi tutarak diyebiliriz ki: Roman kurgusunda yazarların gerçek tarihi şahsiyetlerin yanı sıra bizzat tanıdıklarından, en azından bir kuşak öncesiyle irtibatlarından ilham alarak oluşturdukları kurgu karakterler, eseri başarıya ulaştıran en önemli faktör olarak ortaya çıkarken şehirler ve mekânlar da ayrıca önem kazanıyorlar.
Kurgu karakterlerdeki abartısızlık ile tarihi olayın seyrinde çok büyük sapmalar yapmadan yakıştırılan mizansenler, tarihi vakaları roman tadında okuyup kavramayı kolaylaştırır. Öyle ki adeta roman tarihi gerçeğin ta kendisiymiş gibi oluverir.
Cihan Harbi’nde başkent İstanbul’dan bile büyük bir yıkım ve hüzün yaşayan Erzurum, buna rağmen silkinip Kurtuluş Savaşı’nın da dinamosu, başlıca moral kaynağı ve adeta Milli Mücadele’nin arkasına güvenle yaslanılan muhkem bir kalesi, sarsılmaz bir dağı olmuştur. Ancak yeterince edebi bir üslûp dokunuşuyla anlatılamamıştır.
İşte Muzaffer Taşyürek’in Umudun Yeşerdiği Topraklar adlı tarihi romanı bu eksikliği bir ölçüde olsun onarıyor ve hele şükür, dedirtiyor.
Eser, yer yer tarihi belgeselmiş intibaı verip didaktik unsurlar taşısa ve bunu uzun diyalog ve monologlarla gerçek yahut kurgu kahramanlarına yaptırsa da Türk tarihinin önemli ve sancılı bir dönemini roman tadında sunmayı kotarmış gözüküyor.
Özellikle anlatılan dönemin mekânı olan Erzurum’un adeta o dönem uydu haritası eline geçmiş gibi yıkıntı hâlini tasvirleri; artık kaybolmaya yüz tutmuş giysiler ve eşyaların ayrıntılarıyla o döneme ve hâlâ varlığını koruyan mahsus yerel isimleri;
Erzurumluların diyaloglarda karşısındaki kişilerin farklılığına göre gösterdiği ölçülü ve nezih üslûp;
İstisna kişilerden ziyade kavramlara atfettikleri kutsallık anlayışları, gibi hususlar yazar tarafından dikkat çekici hale getirilmiş, adeta kültürel bir miras hazinesi olarak roman formunda muhafazası sağlanmıştır.
Tarihi bir romanda yapılabilecek kurgunun en azı yapılarak Türk Kurtuluş Savaşı’nın kilit hadisesi Erzurum Kongresi öncesi ve sonrası gelişmeler, olaylar zinciri kavranacak şekilde sunulmuştur.
Tarihi gerçeklik için sadece resmi tarih kayıtlarının değil alternatif kaynakların da sunulduğunu görüyoruz.
Ve nihayet esere ismini veren ve ana tema diyebileceğimiz Erzurum’un üzerinden ölü toprağını atışının sancılı süreci eşraf ve ahali üzerinden, kurgu ve gerçek kahramanların ortaya konulmasındaki başarı sırrının; yazarın geçmişinde, Erzurum eşrafı ata dedeleri ve nenelerinde saklı olduğunu seziyoruz.
Yazarın doğup büyüdüğü şehrin en merkezi konumundaki Erzincan Kapı Çarşısı ve Murat Paşa Mahallesi’yle, esnafın ve eşrafın tasvirlerindeki canlılıkla Küçük Ağa romanının Çolak Salih’den mülhem Sarıkamış’ın gazisi ayağı donuk Mehmet Çavuş’un romanda hiç de tekil olmadığını ve sakil kalmadığını kavrıyoruz.
Hele kişisel bir özel beğeni olarak altını çizmeliyim ki Erzurum ve Kars’ın kurtuluşunda büyük rolü olan Deli Halit Paşa ve halkın bu gözü kara, asker kahramana sevgisi nasılsa öylece abartısız anlatılmış.
Hatta bu vesileyle bir ilave de ben yapayım:
Birliğinde savaşa katılmış bir asker olan uzak akrabamız Narmanlı Nazif Amca’dan duymuştum;
“Harp meydanında en önde atının üstünde düşmana dalar, kaputunun eteklerini toplar zırh yerine kullanır, muharebe bitince kaputunun eteklerini açar leblebi gibi boş kovanlar dökülürdü…”
Tarihin bir kesitini roman tadında anlatan yazarı, daha önce tarih alanında neşredilmiş eserlerinin yanında çocuklara yönelik eserlerin vücuda getirilmesindeki maharetinden tanıyoruz. Çocuklara yönelik eser yazmak her babayiğidin harcı değildir.
Yazar, romanında ustaca kullandığı kısa cümlelerle meramını eğip bükmeden anlatmış. Türk tarihinin mühim bir kesitine, Erzurum’un ise hem önemli bir tarih dilimine hem de kültürel ve sosyolojik yapısının tanıtımına kalıcı bir imza atmayı başarmış. Bunu yaparken zaten bildiğimiz başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Kâzım Karabekir Paşa’nın yanı sıra öz Erzurumlular Hüseyin Avni Ulaş, Dursunzade Cevat ve Sıtkı kardeşler gibi bilinen şahsiyetlerin yanı sıra unutulmaya yüz tutan Teşkilât-ı Mahsusa görevlisi Ebû’l Hindili Cafer’le ulemadan Kadı Raif Efendi gibi şahsiyetler de lâyıkıyla yerini almışlardır.
Romana “belgesel hikâyeden sıyrılıp roman olmuş” dedirtmeyi sağlayan ve aile dramlarıyla bireysel serüvenleri çevresinde sunulan kahramanlar Mehmet Çavuş, kardeşi Emin, Cemil, Zelha Ana, Zahide, Culfacı Hamdi Efendilerin diyalogları yanında cirit ve karga imgelemleriyle hafızada iz bırakacak Umudun Yeşerdiği Topraklar sahiplenilmeli, okunmalı, okutulmalıdır.
Üretken yazarlığına böylece zirve yaptıran Muzaffer Taşyürek’in; yaşadığı topraklarda bir önceki kuşak atalarımızdan tevarüs eden zengin kulak dolgunluğu yanı sıra onların diğergamlık, edep, erkân, töre ve nezaketlerini yansıtan eserini bilhassa yeni kuşaklarımız mutlaka tanımalıdır.
Cavit Marancı
Yazan aziz Mehmet Cahit değil CaVit... Yayın. IÇIN teşekkürler