Hayatın kaim olmasında lüzumlu olan dört temel madde vardır; bunlar hava, su, ateş, topraktır. Diğer bir ifadeyle anâsır-ı erbaa olarak bilinen bu ıstılahlar İslam inancına göre makrokozmos denilen büyük evrenin yaratılmasında meydana getirilen elementlerdir yani bir nevi kainatın yapıtaşlarıdır. Holografik Evren teorisine göre kainattaki en ufak parçacık, içine tüm geçmiş hatta geleceği sığdırabilir ve her parçacık evrenin tüm fonksiyonlarını bünyesinde barındırabilir. Yani biz aynı anda hem bir bütünün parçası hem de bütünün ta kendisiyiz. Ünlü mutasavvıf İbn-i Arabi ise bu durumu “İnsan küçük bir âlem, âlem ise büyük bir insandır” şeklinde açıklamıştır. Büyük divan şairimiz Şeyh Galip de bir beytinde “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen ” diyerek insanın âlemin özü olduğunu ifade etmiştir. Dolayısıyla mikrokozmos olan insan makrokozmos olan evrenin özü ya da minyatürü olduğuna göre evreni meydana getiren unsurların özellikleri ‘Küçük Evren’ olan insanda tezahür edecektir, zira mezkur elementlerin her birinin kendine mahsus müsbet ya da menfi hususiyetleri vardır. Örneğin su; her kabın şeklini alan, biçimlenebilen, samimilik ve kolay ayak uydurabilme gibi özellikleri vardır. Rahmet ve bereket vesilesi olan su, bazen yıkıp söken bir felakettir. Tüm iyi ve kötü taraflarına rağmen su ahenklidir, yolunu bulmak için dolaşır durur.
Her insan bir ırmaktır
Akar akar akar
Ne zavallı ırmaklardır onlar
Bağların arasından bahçelerin arasından
yemyeşil vadilerden çiçeklerin çimenlerin arasından akar dururlar
Sonunda kavuşabilecekleri bir deniz bulamazlar
Ya bir bozkırın ortasında ya da bir çölde kururlar
Ne imrenilesi ırmaklardır onlar
Dağların arasından, taşların arasından, sarp yamaçlardan keskin uçurumlardan, derin vadilerden akar dururlar.
Başlarını taştan taşa vururlar
Sonunda kavuşacakları bir deniz bulurlar.
Ya daha büyük bir ırmak olurlar.
Ya da kocaman bir deniz olurlar.
Ne imrenilesi ırmaklardır onlar.
Ve her insan bir ırmaktır
Akar akar akar.
Sâdi Şirazi “insan nedir?” sorusuna “Yek katre-i hunest, sad hezaran endişe” yani “insan üç beş damla kan, bin bir endişe” diye cevap vermiştir. Ömrü bin bir endişeyle, aramakla, koşuşturmacayla geçer âdemoğlunun… Kimi makam, mevki, zenginlik; kimi daha ulvi gayeler kimi de bir takım ütopik hayaller peşindedir. İşte bu kitap ömrü suyu aramakla geçen ve suyun bütün özelliklerini bizatihi bünyesinde mevcut olan bir adamın hikayesini kendi ağzından anlatıyor.
Edirne’de dünyaya gelen yazar bir yangınla başlıyor kitabına… Çocukluğunda maruz kaldığı ve hiç unutamadığı bir yangınla… Şuuraltına işleyen yangın korkusu yazarın kitaba bu ismi vermesindeki en muharrik unsurdur. Osmanlı’nın adeta sekerât-ı mevt halinde olduğu savaş, kan ve gözyaşıyla dolu bir coğrafyada sıradan bir ailenin çocuğu olarak atıldığı hayat sahnesinin ilerleyen yıllarında devrin moda akımlarından olan Türkçülük ve Turancılık fikirleriyle ile tanışır, yazar.
“…vatan, artık sadece devletin sınırlandırdığı topraklar demek değildi. Yani, vatan, sadece ordunun hâkim olduğu yer demek değildi. Hem de asıl olan vatan değil, milletti.”
Bu nedenle Birinci Cihan Harbi’nin Kafkas cephesine, aslında öğretmen olmak istemesine rağmen koşa koşa gitmesinin müessir sebebi bu mezkur fikirler olacaktır. Kafkas Cephesi’ne ulaşmak o kadar da kolay olmayacaktır çünkü devrin ulaşım araçları oldukça kısıtlıdır. Pek çetin ve meşakkatli yolculuğu esnasında yazar ilk kez Anadolu ve Anadolu insanını tanıma imkânı bulur ve tabiri caizse umduğunu bulamaz zira muhayyilesinde canlandırdığı Anadolu ile müşahede ettiği arasında çok fark vardır. Yazar Anadolu’yu “…açlık, sefalet ve cehaletin diz boyu olduğu, sonu hiçlikle biten bir masal” olarak adlandırarak yılların belini büktüğü derbeder Anadolu insanının o hüzünlü profilini zihnimizde canlandırır.
“onlara baktığınız zaman, henüz yenice olan elbisenizden, henüz parçalanmamış ayakkabılarınızdan, hatta yüzünüzün taze, sıhhatli renginden utanırsınız.”
Aydemir, Kafkas cephesi yolculuğu esnasında bir yandan gördüğü şehirleri ve coğrafi şekilleri güzel bir betimlemeyle anlatarak kitabına bir “Gezi Kitabı” havası katıyor, bir yandan da geçtiği bölgelerde meydana gelen bazı siyasi ve toplumsal hadiseleri, o beldenin hususiyetlerini tarihi silsilesi içerisinde anlatarak bir ‘Almanak’ tadı veriyor. Rusya’da vuku bulan Ekim Devrimi neticesinde Bolşevikler idareyi ele geçirince çatışmalar sona erer ve Azerbaycan’da öğretmenlik yapmaya başlayan Şevket Süreyya Aydemir Rusların Azerbaycan’ı zaptetmesiyle Komünizm ile tanışır ve bir hayli etkilenir ve bir müddet sonra suyun kolay şekil alıcı özelliği gibi Turancılıktan Komünzim’e kayar. Turancılık’tan Komünizm’e kayma noktasında yazara ‘tutarsız’ yaftasını yapıştırmak büyük haksızlık olacaktır çünkü bu iki fikir bugün bizim anladığımız şekliyle idrak edilmiyordu ve esasen müşterek pek çok noktaları da mevcuttu ve nitekim büyük Turancı Enver Paşa Bolşevik Rusya’nın Bakü’de tertip ettiği “Birinci Doğu Halkları Konferansı”nda bir nutuk irad etmiştir. Bu noktada yazarın daha yakından tanıdığı ve daha sonra hakkında müstakil bir kitap yazacağı Enver Paşa ve düşünceleri hakkındaki analizleri oldukça ilgi çekicidir.
Artık sıkı bir Komünist olan Aydemir Moskova Üniversitesi’nde tahsil hayatına devam etmektedir. Moskova’da pek çok önemli figür hayatına temas eder. Nazım Hikmet, Vala Nureddin, Doktor Nazım vs. Nazım Hikmet’in onda hayranlıkla beraber şaşkınlık bırakan coşkulu hallerine bilfiil şâhitlik eder ve onunla ilgili tahlil ve tasvirlere kitabında epeyce yer ayırır.
Nazım Hikmet kızdığı, hiddetlendiği zaman, hemen bana saldırırdı:
– Sen bir köylüsün, derdi, evet bir köylü. Yani toplumun tortusu. Bir mülkiyet budalası. Köylü sınıfı zaten nedir ki? Bir Ortaçağ artığı. Toprağa yapışmış, donmuş, statik bir varlık. Bütün inkılaplarda fren. Bir ayak bağı.
Siz köylülerin görüş ufkunuz, yalnız kendi tarlanızın sınırları ile çevrilmiştir. Kafanız batıl inanışlara bağlıdır. Hayatınız ağanın, derebeyinin, yahut muhtekirin elindedir.
Köylü sınıfı inkılabın sadece kuyruğudur. Evet, kesilecek ve atılacak kuyruğu. Sizin sınıfınız artık temizlenmeye mahkumdur yoldaş, evet, temizlenmeye ve süpürülmeye…
Rusya’da yaşadığı süreçte Rus insanını daha iyi tanıma imkÂnı bulan Aydemir, Rusların karakteristik özelliklerini analiz ederek onların edebiyatta başarılı olmalarının neden tesadüf olmadığını izah eder. Aynı zamanda kitapta Ruslar’ın esas ve yerli unsurları olan “Mujikler” in ilginç kişilik ve hayat biçimlerini de anlatır.
Artık devrim askeridir ve devrim için gecesini gündüzüne katıyordur, bununla beraber bir Alman Devrimi de beklenmektedir çünkü Almanya’da devrim olursa bu komünizmin tamamen menfaatine olacaktır ve büyük atılım gerçekleştireceklerdir. Rus Devrimi ilk adımdı ama çok yetersizdi zira yıllardır sefil olan Rus halkı için mühim olan ekmek ve para idi. Ama bekledikleri olmadı yani Almanya’da bir türlü devrim gerçekleşmedi. Komünizmin ilkeleri ve tesir ettiği ülkelerdeki işleniş biçimi yazarın kitapta değindiği noktalardandır; örneğin Çin Devrimi …Yazar Çin ve Çin Devrimi ile alakalı çok değerli bilgiler vermektedir. Stalin-Troçki çekişmesi, Yerli Devrim ve Dünya Devrimi anlaşmazlıkları vb. bilinmesinde genel kültür açısından önemli olan pek çok malumat bu kitapta kendine yer bulmuştur.
O yıllarda Türkiye’de de kimilerine göre devrim kimilerine göre inkılap olarak kabul edilen bir takım gelişmeler yaşanmaktadır, nitekim bütün bunlar Aydemir’i tekrar Türkiye’ye celp etmeye yetmiştir. 1923’te döndüğünde belli bir müddet Aydınlık’ta yazılar yazar ama alnındaki Komünist etiketi bir müddet sonra açığa çıkar ve İstiklal Mahkemeleri‘nde muhâkeme edilir. On yıl hapse mahkum edilen Aydemir’in hapis hayatında da mühim insanlarla münasebeti olur; misal İskilipli Atıf Efendi gibi… Onunla yaşadığı hatırat şayan-ı dikkattir. Hapis hayatında büyük bir dönüşüm yaşayan yazar yine su misali başka bir noktaya akar: Kemalizm
Moskova’dan İstanbul’a dönen otomat artık ölmüştü. Anadolu gerçeği, Anadolu realitesi bu dört kale duvarı içinde olsa bile beni sarıyor, yoğuruyordu.
1926 affıyla hapisten çıktıktan sonra ülkede yıllarca sürecek bir iz bırakan Kadro Dergisi’ni Yakup Kadri ile beraber çıkarmaya başlar ve aynı zamanda devlet kadrolarında yer alır, önemli tecrübeler edinir. Artık Anadolu insanına kendini adayacaktır ve onların refahı her şeyin üstündedir. Karış karış gezer Anadolu’yu ve inkılaptan sonraki Anadolu insanının hâlet-i rûhiyesini inceler, nabızlarını tutar ve yeni rejimin yılmaz savunucusu olarak atıldığı bu yolda ilginç anekdotlar anlatır. Bir yangınla başlayan kitap Ankara Kayaş’taki bir bağ evinde bir su birikintisinin başında biter, artık suyunu hem gerçek hem de mecazi anlamda bulmuş, idealini tesbit etmiştir. Tarihle alakalı özellikle yakın tarihle alakalı meselelerde zıt kutupları okumak her zaman faydalıdır. Tabi ki uydurma tarih üretenleri okumaktan bahsetmiyoum. Her ne kadar kitabın yazarına birçok noktada katılmasak hatta tamamen muhalifi olsak bile hatırat niteliğindeki bu kitabın okunmasını bir devrin ve o devrin evlatlarının fikir dünyalarının anlaşılması bakımından değerli buluyorum.
Recep Karaca