İnsanı ahlaken olgunlaştırıp insanların kalbinde Allah sevgisini kalıcı hale getirmeyi amaçlayan tasavvufi düşünce, Asr-I Saadet’ten beri İslam dünyasında varlığını sürdürüyor.
Ashab-ı Suffa’ya izafe edilen tasavvufun ve bu meşrep mensuplarının çizmiş olduğu bu yol, zamanla daha da gelişip belli bir disipline ve kıtalar arası bir yaygınlığa ulaşmıştır bilindiği gibi. Bunda, hayatı ve düşünceleriyle insanlığa kandil olan İbni Arabi, Mevlâna, Yunus Emre gibi, kalpleri tüm cihanı kuşatan bu yolun ulularının önemli bir payı var elbette.
Tekke, medreseye düşman mı?
İnsanın kalbini olgunlaştırıp ruhunu geldiği yerdeki asli haline (âlem-i ervah) kavuşturmayı amaçlayan bu yolun savunucuları olduğu kadar karşıtları da olagelmiştir eskiden beri. Özellikle medrese çevresinde yetişip orada öğrendikleriyle dünyaya bakan zahiri ilim ehlinin arasından bir kısmı tasavvufa itiraz etmezken bir kısmı da tasavvufa şiddetle karşı çıkmıştır. Bu karşıtlığın, edebiyattaki sözlü çatışmadan tutun da bilim dünyasındaki tekke-medrese çatışmasına kadar hayatın ve sanatın her alanında olduğu biliniyor. Bu çatışmanın farklı mahfillerde ve farklı dozajlarda günümüzde de yaşandığını söylemek çok da yanlış olmaz.
Bir lokma bir hırkadan ne anlamalı?
Mutasavvıfların hayattan kopuk oldukları, “Bir lokma bir hırka” düsturuyla yaşayıp her şeyden el etek çektikleri, ciddi bir eleştiri konusu olarak sıkça söylenir. Ama bu söylense bile, İmam Rabbani gibi, Ömer Muhtar gibi şahsiyetlerin kıyamları bu iddiaları çürütmektedir hemencecik.
Keza bunun gibi daha birçok mutasavvıfın küfre ve zalim idarecilere karşı kıyamı da yine bu fikri kesin bir şekilde yalanlamaktadır. Bir lokma bir hırkayla kastedilenin kanaatkâr bir hayat yaşamak olduğunu düşünmek daha doğru bir düşünce sanki. Osmanlının öncü güçlerinin genellikle tasavvuf erbabı olduğu düşünüldüğünde de bu fikre daha rahat ulaşmak mümkün.
Yokluk elbisesine bürünenler
Hayatı etraflıca bilinen mutasavvıflar olduğu gibi, “yokluk” elbisesine bürünüp kendisini unutulmaya terk edenler de var. Bunların sayısının diğerlerinden çok daha fazla olduğu bilinen bir gerçek.
Mevâkıf müellifi Abdulcebbâr en-Nifferî de bunlardan biri. Hakkında pek bilgi bulunmayan en-Nifferî, kaynaklara göre, tasavvufu derinlemesine yaşamış ve ‘fani dünya’ya kendisinden bir iz kalmamasına önem ve özen göstermiştir. Bu yüzden hayatı hakkında pek bilgimiz yok. Hayatıyla ilgili çok az bilgi kırıntısı bulunan bu velinin izlerine İbn-i Arabi’nin Fütuhatu’l-Mekkiye’sinde, Şazeliye tarikatının kurucusu Ebu’l Hasan Şazeli’nin sohbetlerinde rastlandığı, en-Nifferî araştırmacıları tarafından kayıtlara not olarak düşülmüştür. Bu da onun düşüncelerinin gücüne ve etkisinin kalıcılığına yeterli kanıttır aslında.
Önemli bir tasavvufi kaynak
Tasavvufa dair birçok önemli kitap var. Mevakıf da tasavvufun önemli kitaplarından biri ama her nedense gölgede kalmış ya da gölgede bırakılmış bir eser. Bunda üslubunun farklı olması yanında anlaşılması biraz zor bir eser olmasının da payı olduğu söylenir araştırmacılar tarafından.
Nurullah Koltaş tarafından çevirilip Büyüyenay Yayınları tarafından basılan kitabın bir sayfasında Türkçe çeviri yer alırken diğer sayfasında Arapça metin bulunuyor. Kitap, “Dizin” bölümüyle birlikte toplam üç yüz kırk dört sayfa.
Nurullah Koltaş’ın esere ve eserin müellifine dair kaleme aldığı kısa giriş bölümü tasavvufa, mutasavvıflara ve bu esere dair fikir verebilecek cümlelerle örülmüş. Kısa ama ufuk açıcı bir giriş olmuş bu bölüm.
Seyrisüluk’un menzilleri
Mevakıf, mevkıf sözcüğünün çoğulu. Kitapta, salikin seyrisülukunda karşılaştığı makamlar ve bu makamlarla ilgili bilgiler yer alıyor. Ama bu bilgiler, çok farklı bir üslupta olduğu, farklı kişi ve farklı kiplerde anlatıldığı; bunun yanında mecazlarla örülü olduğu için Nifferi’ye ve Mevakıf’a aşina olmayan birisinin anlayamayacağı cümlelerden ibaret olarak kalmaya mahkûm sanki.
Bunu bir alıntıyla örneklemek yerinde olur. “6. Nazarımın eseri, her şeydedir; eğer ona senin lisânınla hitap edersem, onu tersine çeviririm. 7. Benim zikrimi ardına bırak. Yoksa Benim gayrıma rücu edersin ve hiçbir şey seninle onun arasında engel olamaz.” (5. Mevkıf, “Benim Vaktim Geldi” Durağı, s.40) cümleleri bunlardan ikisi. Burada “nazar, lisan, zikr, gayr, engel olmak” kavramlarıyla kastedilen nedir, bunu sıradan birisinin anlaması mümkün değildir.
Her ne kadar ‘mevkıf’ların çoğu böyle olsa da arada çok net ve anlaşılır cümleler de var. Mesela “7. Ariflerin ruhları, diğer ruhlara benzemez; bedenleri de diğer bedenlere benzemez.” (3. Mevkıf, Kibriya “Büyüklük Durağı, s.34, 7. cümle) cümlesi bunlardan biri.
Elde kalan ne?
Örtülü cümleler çok olsa da kitap okunup bitirildiğinde, okur, bir Müslüman’ın her an Allah’la birlikte olması gerektiğini, Allah ile birlikte olunmayan zamanlarda kalbin başka şeylere yöneldiğini, bu yönelmenin de kalp ile Allah arasındaki irtibatı gölgeleyip zayıflattığını, bu halden kaçınmak için de kalpteki sevginin her daim Allah’a verilmesinin gerektiğini anlıyor. Bu irtibatı koparmayıp daha da güçlendirmek için nelerden kaçınıp nelere yakın olması gerektiğini bazen sezgiyle bazen de apaçık cümlelerle anlıyor kitaptan insan. “Eğer sivâ sana tabi olursa ne âlâ, yoksa sen ona tabi olursun.” (s. 126) cümlesi, insana bunu anlatan cümlelerden biri. Bu cümlede gönlünü dünyaya bağlayan birinin ahireti kaybedeceği, insanın neyi severse onunla birlikte olacağı mesajı apaçık bellidir.
Dünya hayatının geçiciliğini ve dünyanın ahirete hazırlanmaya yarayan bir mekân olduğu anlatılıyor kitapta. Ve elbette bu ahirete hazırlanma normal hayat sürdürülürken kişinin iç dünyasında olup bitmeli. Mevakıf, işte bu iç dünyadaki yolculuğu anlatıyor.
Mevakıf’ın insanın iç dünyasındaki yolculuğu anlatması tasavvufun ruhuna uygun. Zaten tasavvuf da çok kısaca “Zahirde halk, batında Hak ile olmalı.” cümlesiyle ifade edilen ilkeye sahip insan tipini inşa etmeye uğraşmıyor mu? Mevakıf da bu inşaya döşenen önemli ama ancak erbabının anlayabileceği bir taş.
Abdulcebbâr en-Nifferî, Mevakıf, Büyüyenay Yayınları
Ahmet Serin