1881 yılında Avusturya’da dünyaya gelen Stefan Zweig roman, oyun ve öykü yazarıdır. İlk şiirlerini lise yıllarında kaleme alan yazar, Fransızca, Latince, İtalyanca ve Yunanca da bilmektedir. I. Dünya Savaşı’nda gönüllü olarak görev almış, savaş sonrasında tekrar Avusturya’ya dönerek Federike Von Winternit ile evlenmiştir.
En verimli yıllarını burada geçiren yazar, 1937 yılında eşi Federike’den ayrılarak 1 yıl sonra Portekiz’e gitme kararı almıştır. Portekiz’e giderken yanında Charlotte E. Altmann (Lotte) da vardır. Psikolojiye ve Freud’a olan ilgisi sonucu Nietzsche, Stendhal ve Erasmus gibi isimlerin biyografilerini yazmıştır. Ancak savaşın patlak vermesi ile Avrupa’nın içine düşmüş olduğu durum Zweig’i derin bir üzüntüye boğmuştur. O da karısı Lotte ile beraber 22 Şubat 1942 yılında intihar ederek hayatına son vermiştir.
“Ben kaç hayat yaşadım? Bütün bu hayatlar benim miydi? Yoksa okuduğum birer kitap mıydı?”
Sevgi Tuncay’ın çevirmenliği ile ikinci baskısı yapılmış olan “Stefan Zweig Hikâyeler” kitabında, Zweig tarafından yazılmış 10 ayrı hikâyeye yer verilmiştir. Ufak bir görüntünün veya anlık bir duygunun dahi büyük bir özenle betimlenmiş olduğu her bir hikâye, okuyucuya keyifli bir deneyim sunarken onu ânı düşünmeye de itiyor. Hikâyeler arasında yer alan “Kadın ve Manzara” ile “Bir Kalbin Çöküşü” okuyucuyu, Zweig’in betimlemeleriyle ânın tam da içine taşımayı başarıyor.
Kadın ve Manzara
Tirol’ün yüksek vadisinde aylardır yağmur yağmamış ve kuraklık tüm topraklarda hissedilir olmuştu. Vadideki bu kuraklığın yaratmış olduğu sıcaklık, bekleyenleri serin bir rüzgâra hasret bırakmıştı. O anda çalıların arasında duyulan çıtırtı gökyüzünü seyrederken bir anda ürkmesine yol açmıştı. Başını çıtırtıların geldiği yöne doğru çevirdiğinde “Artık yağsana yağmur!” diye yükselen vahşi sesi duymuş ve küçük kızı görmüştü. İşte tam da o anda yağmur damlaları ağır ağır yeryüzüne inmeye başlamıştı.
Gong sesinin duyulmasıyla herkes yemek için salonda toplanırken, o kız da salonda ailesinin yanındaki yerini almıştı. Bir an olsun başını kaldırmasını ummak ve öylece beklemek zaman alırken o derin bakışlar kendini göstermişti. Gece danslarla ve sohbetlerle devam ederken odasında kızla karşılaşmak gecenin umulmadık zamanlarını başlatmıştı. Fakat sonrasında yaşananların bir rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu ayırt etmek zaman alacaktı.
“Manzaranın çerçevesini şimşek bir kere daha yardı: Şimşek akarken çam ağaçlarının aydınlanışını, fırtınadan sallanışını, telaşlı hayvanlar gibi gökyüzünde koşturan bulutları ve onun aydınlanan tebeşir beyazı solgun yüzünden daha beyaz odayı görmüştüm: ;Kadın yukarı doğru sıçramış, hareketleri bir anda onda hiç görmediğim şekilde özgürleşmişti. Gözlerini dikmiş karanlıkta bana bakıyordu. Bakışlarının geceden daha karanlık olduğunu hissettim.”
Bir Kalbin Çöküşü
Ailesiyle Gardone otelinde Paskalya için konaklayan yaşlı adam o gece olanlardan sonra hayatının değişeceğini farkında olmadan uyanmıştı. Gece yarısı koridorda kızı Erna’nın kim olduğunu bilmediği o yabancının odasından çıktığını görmek, kalbine ilk darbeyi indirmişti. Karısına gördüklerini anlatmamak ve kızından olanları gizlemek için göstermiş olduğu çaba onu daha da yormuştu. Erna pistte kavalyesi ile salınırken yaşlı adam öfkesini saklamaya çalışmış ve eşi olanlara anlam verememişti.
30 yıl boyunca karısı ve kızı için çalışmış olan bu yaşlı adam, Erna’nın ve karısının bu tavırlarını hak etmediğini düşünmüştü. Kalbi zamanla çürüyen bu adam, artık hiçbir şeyden acı duymuyor ve kendine söylenenlerin üstünde durmuyordu. Kiliseye yaptığı yüklü bağış ve yaşlı bir kadına verdiği altın evlilik yüzüğü, onu tamamen fakir bir adam yapmıştı. Artık her şeyden ve herkesten uzaklaşan, yalnızlaşan bu yaşlı adam acı çekmeyi bitirmeye hazırdı…
“Ve kalbinin çöküşü yavaş yavaş başlamıştı…
Yaşlı bir adam, loş bir odada gözleri kapalı yatıyordu. Kâh uyanıyor kâh kendisini rüyada hissediyor ve uykuyla uyanıklık arasında, karışık duygular içinde olduğu görülüyordu. Ona; bir yerdeki ıslak, (onun bilmediği ağrı yapmayan bir yaradan gelebilirdi) sıcak bir şey hafifçe içeri sızıyor, sanki kendi kanı damlıyor gibi geliyordu. Acı vermiyordu, bu görünmez akıntı kuvvetli değildi. Sadece gözyaşları gibi yavaş yavaş akıyor, çiseleyerek ve ılık damlalar halinde aşağı iniyor ve her biri kalbinin ortasını dağlıyordu.”
Büşra Hacıhasanoğlu, “Zweig, Hikâyeleriyle Düşündürüyor”, Kitabın Ortası dergisi, Aralık 2019, sayı 33.
Her iki hikayeyi okudum Bu kitabı da okurum