Sosyal medya, dijital kötülük ve dindarlık

Doç. Dr. Ekmel Geçer’in Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından çıkan “Sosyal Medya ve İletişim Psikolojisi: Kişilik, Kutuplaşma ve Algoritma” kitabı sosyal medyada akan hayatın ilkesel ve ahlaklı yaşanması üzerine eğiliyor. Kerim Alptekin yazdı.

Sosyal medya, dijital kötülük ve dindarlık

Günlük yaşamımızda sıkça kullandığımız sosyal ağların, hayatımızın merkezinde her geçen gün biraz daha mevzi kazandığı zamanın içinde yol alıyoruz. Her yeni teknolojik gelişmenin bizi bağımlı hale getirmesini diğer taraftan aile ve toplum ile olan ilişkilerimizi de sürekli başkalaştırarak dönüştürme gücünü ve iletişim biçimimize doğrudan etkisini medya araçları üzerinden gözlemleyebiliyoruz.

Dijital teknolojinin dinden kültüre, ideolojik alandan düşünce dünyamızın şekillenmesine kadar üstlendiği rol yadsınamaz. Özellikle müslüman kimliğe sahip birey için yaptığı paylaşımlar, beğeniler ve diyaloglar inandıklarından bağımsız değildir. O halde kimlik değerlerine yaslanarak tetkik edilecek hususları anlamak için sorularla devam edelim. Dijital mecralar, toplumun daha bilgili daha ahlaklı daha nitelikli olması için hangi imkânları sunuyorlar? Veya sosyal medya, samimi dindarlığın yaygınlaşması için bir imkân mıdır? Yoksa ahlaki değerlerin tüketildiği bir mecra mıdır?  Bazı teorisyenlerin ifade ettiği gibi kitlelerin yeni afyonu mudur?  Bu sorulara toptancı bir mantıkla cevap üreten çalışmaların olduğunu biliyoruz.  Ancak bu yazı, sosyal medyayı şeytanlaştırarak düşman ilan etme ve tüm kötülüklerin faturasını ona yükleme gibi bir bakış açısının anlamsız sızlanması hiç değildir.

Fakat hangi saiklerle ve anlam örgüsüyle sosyal ağlara bağlandığımıza yönelik sorgulayıcı ve kaygılarımızı giderebilecek fikirlerimiz olmalı diye düşünüyorum. İsmet Özel’in dediği gibi yolda yürüyoruz diye asfaltı eleştirme hakkımız elimizden alınmamalı.

Sosyal medyanın ortaya çıkardığı iletişim çeşitliliği ve insanların bu mecralara yüklediği anlamlar üzerine yeni kitapların yayınlanmasıyla sosyal medya hakkında tartışmalar ve çözümlemeler yapılmaktadır. Bu kitaplar, sürekli gelişen, yenilenen sosyal medyanın ne getirip ne götürdüğünü bir nimet mi yoksa yaşanan pratik ve tecrübelerle, ortaya çıkardığı olumsuzluklarla, terk edilmesi gereken bir fenomen mi olduğu tespitinde bulunuyor. İçeriğini anlatacağım Doç. Dr. Ekmel Geçer’in Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından çıkan “Sosyal Medya ve İletişim Psikolojisi: Kişilik, Kutuplaşma ve Algoritma” kitabı ise bu mecralarda akan hayatın ilkesel ve ahlaklı yaşanması üzerine dinin hassas terazisini gözeterek popüler kültür ve kitle endüstrisi karşısında metalaşan, ahlaki değerlerini ve bu nedenle benliğini kaybetmiş insanı konu edinmiş. Bilgilendirici ve uyarıcı özelliğiyle dört bölümden oluşan kitapta sadece olumsuzluklar üzerine değil sosyal medyanın, iletişimimize katkısı da değerlendirilmiş. İletişim, din ve hayat bölümünde Hz Peygamber ve insan ilişkileri ile Hz Peygamberin iletişim yöntemlerinin örneklendirilmesi, müslüman bireyin çevresiyle doğru ve sağlıklı bir iletişim kurması açısından son derece önemli.

Sosyal medyada var olmanın psikolojisi

Bu bölümde sosyal medyanın neden bu kadar hayatımızın içine girdiği sorgulanıyor. Hiç düşündünüz mü? Sosyal mecraların herhangi birinde paylaşım yapmaya niçin kendimizi mecbur hissediyoruz? Sorusunu sorarak cevaplarını arıyor. Birçok yönden sosyal medyada oluşumuzun açıklaması yapılıyor. Sosyal medyada olmayı istemenin gerçek hayattaki duruşumuz, sosyal çevredeki psikolojik hallerimiz, kaygı ve depresyon gibi eğilimlerimizin sonucu olabileceği değerlendiriliyor.

Sosyal medyada var olmanın psikolojisini Erich Fromm şu sözüyle açıklıyor; “Toplumun geneli, güçlü ve ünlü kişilerle ilişki içinde olmak ister. Çünkü ortalama bir kişinin hayatı, bomboş ve sıkıcıdır. Kitle iletişim araçları ün satarak geçinirler. Böylece herkes, narsistler, kamuoyu ve ün tüccarları doyuma ulaşır.” Tabi bu değerlendirmenin yalnızca sosyal medya etkileşimi ile beslenen kişilikler için söylenebileceği kanaatindeyim. Tüm kullanıcıları bu potanın içine atarak genelleştiremeyiz. Dijital alemde gezinmenin amacı belki gündemi takip etme arzusu ile arkadaşlarının ve ilgi duyulan kişilerin yaptıklarından haberdar olmak içindir. Kitaptan öğrendiğimize göre bunun bilimsel açıklaması FOMO yani “gündemden kopma korkusu”dur. Sosyal ağları kullanmaya iten motivasyonlarımız, yapacağımız faaliyetten haberdar etme, anlamlı etkinliklerin resmini paylaşma ve düşüncelerimizi özgür ve özgün tartışma zemininde aktarma olabilir.

Tartışmanın odağında yer alan, gerçek kişiliğimizle sosyal medyadaki varolma biçimimiz arasındaki açı farkının bir izahı olmalı. Sanal takipçilerden alkış ve beğeni almak için kendini olduğundan farklı gösterecek içerikler üreterek obezleşmiş egosuyla kusurluksuz yeni bir “ben” imgesi ortaya çıkıyor ve kişi olduğundan farklı bir görüntü sunuyor. Ne de olsa imaj çağındayız. Daha çok tıklanmak için vitrinin gösterişli olması lazım. Ama ne var ki vitrinin arkası boş. Sonuçta; “gelen beğeniler ve etkileşimler kısa süreli mutluluk hazzı veren bir tür madde yahut ilaç gibidir. Sizi belirli bir süre uyuşturur. Gerçekliğe uyandığımızda ise o hazzın geçici olduğuna yanarız” tespiti dikkat çekici. Oysa saygınlık düzeltilmiş fotoğraflarla, sözleri bize ait olmayan mesajlarla, nüfuslu kişilerle verilen pozlarla kazanılmaz.

Sosyal medya üzerinden polemiğe girmek

Sosyal ortamlarda aşırı politik yorumlar, göndermeler saygı sınırını aşınca öfkeyle karşılanmakta nihayetinde kutuplaşmayla sonuçlanmaktadır. Polemiğin kazananı olmaz diye bir sözümüz vardır; Çünkü tartışma esnasında duygu kontrolü zorlaşmakta ve benlik hissi devreye girmektedir. Bir adım önde olma isteğiyle içimizde negatif durumda olan potansiyel çirkinliklerin açığa çıkmasını durduramayız. İletişimin temel özelliği bir bilgi ve ideolojiyi karşı tarafa dayatmak değil paylaşmaktır. Bu paylaşılan bilginin karşı düşünceye sahip kişilerin kabulünden öte görüş alış verişidir.

Kitapta etkili iletişimin önündeki en temel engellerden biri tarafların birbirlerine karşı eleştiriye açık olmamaları dolayısıyla bunun yanılmazlık ve gerçekliğe sahip olma iddiası ile iletişime ket vurduğu anlatılmaktadır. Hz Peygamber’in kendisini kabullenmeyenlerle konuşurken onları sakin bir eda ile dinlemesi, sözlerini kesmemesi, arkadaşları ile diyalogları esnasında, dünya işleri ile ilgili konularda onların daha bilgili olabileceğini ifade etmesi hem esnekliğine hem de eleştirilebilir olduğuna yönelik açıklamalar yerinde olmuş.

Popüler kültür ve dindarlık

Popüler kültür, genel yaklaşım olarak kitlelerin tükettiği niteliksiz ikinci sınıf üretim kültürüdür. Başka bir ifadeyle azınlık tarafından üretilen ve toplumsal ilgiyi cezbeden bir kültürdür. Bu kültür, dini alanın birçok tarafında ve dini aktarımlarda da belirgin olarak kendisini göstermektedir. İlahi gözetimin sadece ibadet esnasında olduğunu düşünmek sorunlu bir yanılgıdır. Sosyal medya ile imtihan ağır bir sorumluluktur. Dini hassasiyetleri olan kişilerin sosyal platformlarda, cuma ve bayram mesajlaşmaları ile hac, umre ve yardım gibi etkinliklerinin gösterilmesi son zamanlarda sık rastlanan bir durum. Bu tablo bir yönüyle manevi güzelliklerin teşvik edilmesi gibi okunurken diğer taraftan ibadetler, sanki daha teşhirci bir karaktere bürünerek gösteriş amacıyla yapılıyor izlenimi uyandırmakta. İbadetten edinilen tatminin yerine kamuya gösteriminden alınacak hazzın öne alınması dinin ruhu olarak adlandırılan ihlas prensibinden uzaklaşılması anlamına gelir. Bu durumu dinin insan hayatına anlam vermesinden öte toplumda itibar kazandırma aracı olarak kullanılması şeklinde de okuyabiliriz.

Reel hayatta nasıl yaşadığına bakmaksızın yapılan nasihatçi paylaşımlar, yapay pozlarla ahlakçı mesajlar vermeler, sosyal medya dindarlığının başka bir somut göstergesidir. Bu psikolojik yansımayı bazı sosyologların gösterişçi dindarlık olarak açıklaması şaşırtıcı gelmiyor. İbadet ve salih amellerin sırf Allah rızası için yapılması esas iken teşvik niyetiyle de olsa sosyal mecralarda, farklı biçim ve içeriklerle manevi paylaşımların sunulması, dinin popülarize edilmesi, araçsallaştırılması ve avamileştirilmesi gibi sonuçları doğurabilir. Niçin bir insan ibadet dahil sürekli gündemde olmak ihtiyacını hisseder? Görünür değilsen aslında yoksun psikolojisinden mi? Bunun cevabını vermek lazım. Kimileri bu paylaşımları öznel, içe dönük mutluluğunu göstermek veya sevap kazanmak gayesiyle yapıyor olabilir. O zaman tüm bu paylaşımların dindarlığımızın daha deruni nitelikle yaşanabilmesine yönelik katkısı ne kadardır? Sorusu akla geliyor. Burada eleştirinin konusu daha çok özel hayatın her karesinin sosyal medyada kamuya açılması, kınadığımız ne varsa başına İslam kelimesini koyarak yapılanların meşrulaştırılması. Mahremiyetin sınırlarının aşılarak sürekli benliğin okşanmasıdır.

Tüketim endüstrisi

Adorno ve Holkheimer; kitle endüsrisinin ürettiği popüler kültür ve modernliğin “standartlaşma” yani aynılaşma etkisinin olduğunu ve kapitalist tüketimin etkisiyle tek boyutlu bir toplum ve aynı şeylerden zevk alan, farklılığı aramayan alışkanlıkların üretildiğini savunurlar” Adorno,  bu kültürün reklam ve medya içeriklerinde izleyiciye her şeyin iyisini yine kendisinin tanımladığı tüketimle güçlendirilmiş ideal yaşamı dayattığını söylüyor. Hatta öyle ki popüler kültür, sıradan bir kıyafetin veya çikolatanın bile hayatı farklılaştıracağına kitle kültürü çerçevesinde takipçisini inandırarak sürekli aldatır diyor. Böylece birbirine benzeyen kimliksizleşmiş, ruhlarını zamanın ruhsuz ruhuna kaptırmış tipolojilerin ayrık otu gibi her yerde çoğalması kaçınılmaz oluyor. Adorno’nun eleştirisi kapitalizmin bize ihtiyacımız olan şeyleri satmayacağı üzerinedir. Temel gereksinimlerimizin ötesinde şirketler tarafından imal edilmiş arzular peşinden koşturulduğumuzu ifade ediyor. Yani demek istiyor ki bundan böyle aklın, mantığın dizginleri haz endüstrisinin elinde geçmiş durumda. Sen önüne sunulanı ye ve onları izlemeye devam et.

Değerler ve dijital kötülükler

Sanal platformlarda yazdıkları kelimelerle adab-ı muaşeret sınırlarını aşarak trollük ve kışkırtıcılık yapanlar toplumu provoke ederek daha çok kaos ve çatışma ortamını körüklüyorlar. Günümüzde karakter yoksunu kişilerin kendi gibi düşünmeyenleri aşağılamaları, hakaret ederek, tehdit savurarak, seviyesiz jargonlarıyla saldırmaları hayli revaçta. Maalesef her konuda politize olmanın yansımasını sosyal medyada somut olarak görüyoruz. Sloganlarla, hamasi tavır sergileyerek yapılan siyasi paylaşımlar dolaşımdaki hızını artırarak devam ediyor. Üstenci bir dil ile kendisini herkesten üstün bir yerde konumlandıran bu tipler başka fikirler karşısında herkesin kendini ifade etme özgürlüğüne saygı duymuyorlar. Olması gereken usül ve üslup çerçevesinde tutarlı, sağlam bilgi ile itirazınızı muhakemesi yüksek metinlerle dile getirmek değil midir?

Peki, bu tür hakaret ya da tehditler karşısında nasıl bir tavır sergilenmelidir? Burada üç seçenek ortaya çıkıyor. Birincisi, küfür ve tehditleri misliyle ya da fazlasıyla iade etmek. Ancak ahlaklı bir insana yakışmayacağı için tercih edilen bu davranışın etik olmayacağı aşikar. İkincisi, iftira var ise hukuk yoluna gitmek. Üçüncü yol ise böyle olanları muhatap almamak onları insan yerine koymamaktır. Hem her yazılana cevap vermek gibi bir zorunluluğumuz yok.  Yazar Ekmel Geçer’de Facebook, Twitter ve benzeri mecralarda trollük yapanlara nasıl cevap verilmeli? Sorusunu sorarak şu açıklamayı yapıyor. “Trollerle mümkün olduğunca muhatap olunmamalı ve onlar görmezden gelinmelidir. Çünkü onlarla tartışmak bize fayda sağlamaz aksine incitir. Tartışmayı uzattığımız anda trolü beslemiş olursunuz ki bu da onun daha çok olumsuzlaşmasına sebep olur. Onlar abartmayı sever, meseleleri kişiselleştirir ve sizinle olan atışmaları daha çok etkileşim için suistimal ederler”.

Deepfake: Derin sahte

Yeni kullanılmaya başlanan bu terimin Türkçesi derin-taklit, derin-sahte veya gerçekliğin ölümüdür. Kitaptaki açıklaması şöyle; “bilgisayar yazılımlarının ürettiği montaj, photoshop gibi programların en yenisi ve en üst düzeyi olarak nitelendirilebilir. Bu videolarda, insanların yüzü, mimikleri, ağız yapısı ve dudak hareketleriyle oynanıyor. Yüz siz, mimikler sizsiniz. Hiç söylemediğiniz bir şeyi söylüyor, yapmadığınız bir şeyi yapmış oluyorsunuz. İşte bu deepfake’dir. Burada algoritmalardan yararlanılıyor. Yapay zeka ile kodlamalar yapılarak bir ünlünün yüzü, sesi ve mimikleriyle oynanıyor ve ona bir şeyler söyletiliyor. Böylece kötülük daha hızlı yayılıyor…”

Kitap bize sosyal medyayı tanımlarken aynı zamanda orada nasıl olmamızın cevaplarını veriyor. Uyarılarda bulunuyor. “uyanır uyanmaz sosyal medya hesaplarımızı kontrol ediyor ve geceleri yatağımıza uzandığımızda hala telefona bakıyorsak internet algoritmalarının bizi ve alışkanlıklarımızı yönetmesine izin vermişiz demektir” ikazının hepimiz muhatabıyız mesela. Geldiğimiz noktada sosyal medya algoritmaları, biz farkına varmadan beğenilerimiz, paylaşımlarımız ve takip ettiklerimizden yola çıkarak bize uygun, reklam ve düşünceleri sunuyor. Böylece özgürce dolaştığımızı zannettiğimiz mecralarda ilgilerimiz üzerinden vesayet altına alınıyoruz.

Sanal alemin uygulamalarında gezinirken insan kalmaktaki dirençlerimizin kaybolmamasını, teşhirin hazzından uzak ahlaki bir vasatın hakim olmasını, medyanın kendisini değiştirmesini beklemekten ziyade bireyin ve toplumun kendisini değiştirmesi gerektiğini öğrendiniz kitap bu alanda hakkını vererek manevi kılavuzluk yapıyor.  

Kerim Alptekin

YORUM EKLE
YORUMLAR
Hasan YILDIZ
Hasan YILDIZ - 3 yıl Önce

Güzel ve yerinde bir yazı. Kaleminize sağlık.

Ahmet Eser
Ahmet Eser - 3 yıl Önce

Böylesine güzel bir kitap tanıtımıyla bizlere yol gösterdiğiniz için teşekkür ederiz.