Sıddık Yurtsever ve Yarım Kalmış Bir Nehir üzerine

Yarım kalmışlık ve yarıda kalmışlık, evvela kitabın isminden sonrasında öyküyü oluşturan karakterlerden ve öykülerin ta kendisinden hissediliyor. Sonu yazar tarafından tamamlanmamış birkaç hikâye okura, keşke, dedirtiyor. Ancak her son, gelmek, her öykü bitmek mecburiyetinde değil. Belki de biz, sona olan bakışımızı yenilemeliyiz. Abdurrahman Güzel yazdı.

Sıddık Yurtsever ve Yarım Kalmış Bir Nehir üzerine

Boksu çok seven Arjantinli bir yazar, bir keresinde bana şöyle demişti:

Etkileyici bir metin ve okur arasında yaşanan bu mücadeleyi roman hep sayıyla kazanır,

oysa öykünün bu maçı nakavtla alması gerekir.

                                                                                                                      Julio Cortazar

Öykü, nesir alanında, kestirme gibi görünen ancak türlü zorluklarla dolu bir yoldur. Bu yolun yara bere alınmadan geçilmesi güç olduğu gibi her zaman da sonu görülmez, ulaşılamaz. Öykücü bu yola bir niyetin ardından, bir tutkunun izini takip ederek girer, kurmacasıyla, hayal dünyası ve çalışmalarıyla yol alır. Tıpkı herhangi bir insanın herhangi bir alan özelinde/üzerinde “oldum” diyemeyeceği gibi bir öykücü de diyemez. Çünkü kurmaca dünyasında son hiç gelmez.

Okur bir öykücünün, öykünün nesine tav olur? Kurmacasına, diline, metnin psikolojisine, biraz daha irdelerse gücüne… Öyküde okurun karşılaştığı her bir unsur, Cortazar’ın aktardığına göre, “sayı alınabilir bir unsur”dur.

Sıddık Yurtsever ile tanışıklığım, dergilerde yayımladığı öyküleriyle değil, ilk öykü kitabı Benden Başka Herkes’le oldu. Benden Başka Herkes’teki öykülerin kurmacasına tav oldum desem yeridir. Doğup büyüdüğüm taşranın düşünce yapısı, inceliği ve sadeliği, bazı durumların refahı ve bazılarının tam olarak zıttı, imkansızlığı, kitabı bir çırpıda okumam için yetti de arttı. Gerçek hayattan izler, yaşanılması muhtemel olanlar, fantastik bir anlatımla, gerçeküstüyle dengeli bir biçimde sunulmuştu. Bence iyi bir yazar, fantastik olanla gerçeği, okurun gözüne batmayacak şekilde karabilmelidir. Yurtsever’in öykülerinde gördüğüm de budur.

Sıddık Yurtsever, Yarım Kalmış Bir Nehir’le bu yılın Mayıs ayında okurunu tekrar selamladı. Eser, “Duman”, “Ve Kül” olarak iki bölümden, on bir hikayeden oluşuyor. İlk kitabının kapağında görünen sadelik ve açıklık, bu kitapta yerini kapalılığa bırakmış durumda. Her halükarda yazar, yalnız anlatılarıyla değil, kapakta tercih ettiği görselle de eserin anlatına yakın bir imaj ortaya koyuyor.

Benden Başka Herkes’i oluşturan öykülerdeki gerçeklik, Yarım Kalmış Bir Nehir’de yer yer kendini gerçeküstücülüğe bırakıyor. Yine ilk kitaptaki lirizim burada törpülenmiş, duyguların ve olayların tasviri dengelenmiş halde.

İkinci bölümü oluşturan öykülerde genel olarak, taşranın ve taşra insanın, taşra insanına ait duygu, düşünce ve olayların tasvirini yapan yazar, ilk bölümde karakter olarak kentliye, mekan olarak kente yer veriyor. Ancak kentte geçen öyküler, gözümüzü (yazarın ve benim) açtığımız taşradan kente -keskin- geçiş yaşayan, bu sebeple yerini yadırgayan, mekana ait olmadığı izlenimi veren karakterler ve olaylarla değil, taşradan sağ çıkmış, artık kentin ve toplumun içinde, toplumun kendisi olan insanların ve bu insanların yaşantısının izdüşümüyle oluşmuş.

Yukarıda, yazarın iki eseri üzerinden karşılaştırma yoluyla ele aldığım lirizm meselesi dikkat çeken ve belki de üzerine birkaç kelam edilmesi gereken bir konu. Ancak burada bunu karşılaştırmalı olarak sunmayacağım. Yarım Kalmış Bir Nehir’deki öykülerin genelinde, yalnızca duygu veya durum tasviri yapılmamış, karakterlerin, mekanın, olayın ve bilinç akışının tasvirleri, dengeli bir biçimde yapılmıştır. Yazar, öyküde dikkat çekmek istediği unsurun anlatısına bazı durumlarda ağırlık vermiş. Ancak bu herhangi bir öyküde, öykünün yalnızca bir unsurunun anlatısıyla boğulmamıştır. Bu da okuru, serüvenin içine dahil olması noktasında kolaylık sağlamaktadır.

Ve nakavt…

Anlatma esasına bağlı metinlerde, dolayısıyla öyküde, her olay, kurmaca veya anlatı, gücünü yazarın bakış açısından, dile olan hakimiyetinden, yani iyi bir dil kullanımından alır. Hikayeyi hikaye yapan, düz bir anlatıdan ayıran dilin ta kendisidir. Yurtsever’in öykülerinde gördüğüm ve dikkatimi en çok celbeden unsur, dil kullanımındaki ustalığı ve titizliği. Elbette kendisinin mektepli oluşu, dil bilgisinin asgari standartların üzerinde oluşuna işaret olabilir. Ancak bilgi, maharetle karıştığında güzel bir sonuç ortaya koyar.

Yazar, anlattığı mekanın, durumun ve kişilerin kelime dünyalarına hakim. Bildiğini işliyor, işlemek istediğini öğreniyor. Bu durumu, okuduğumuz başka başka öykülerde, karakterde veya mekanda durmayan kelimelerin tercih edildiği durumlarda daha iyi anlıyoruz. Çünkü beyaza sürülen leke, kendini daha çabuk belli eder.

Yazarın ve eserlerinin konu edildiği yazılarda, dil kullanımına yönelik maharetine bir şey söylenmemiş. Ancak bir yazarı, özellikle de metnini inceliyorsak, diline değinmeden geçemeyiz. Gerçek veya ironik anlatılarında, karakterlerin suskunluğunu veya serzenişlerini, kenti veya taşrayı, yani tüm unsurları kendilerine ait sözcüklerle ele almış. Bu elbette sayı getirir.

Ayrıca kitabın ilk bölümü olan Duman’da dikkatimi çeken bir unsur var. Farklı hikayelerin birbiriyle karakter, olay ve zaman gibi yönlerden bağıntılı oluşu, en azından birkaç hikaye süren bir roman tadı veriyor. Yazarın, roman için ilk adımları olabilir. Değilse bile okurun damağında farklı bir tat bırakıyor.

Yarım kalmışlık ve yarıda kalmışlık, evvela kitabın isminden sonrasında öyküyü oluşturan karakterlerden ve öykülerin ta kendisinden hissediliyor. Sonu yazar tarafından tamamlanmamış birkaç hikâye okura, keşke, dedirtiyor. Ancak her son, gelmek, her öykü bitmek mecburiyetinde değil. Belki de biz, sona olan bakışımızı yenilemeliyiz.

YORUM EKLE